Tarih
nedir? Tarih geçmiş zamanlarda yaşayan insan topluluklarının
her türlü faaliyetlerini yer ve zaman göstererek sebep-
sonuç ilişkisi çerçevesinde belgelere dayalı olarak anlatan
bir bilimdir. Tarih, yaşanılanolayların kronolojik bir
biçimde aktarılmasıdır. Tarih, olayların öncesini ve
sonrasını; olayları yaşayan kahramanların ruhlarının
incelik, yücelik ve enginliğini veremez. Olayları duygu ve
düşünce boyutu ile değerlendiremez. İşte tarihi olayları bu
boyutu ile ele almak onu bir bakıma insan ile
bütünleştirerek ona ruh kazandırmak ve insanda yaşatmak,
yazarların görevidir. Türk tarihi bütün ihtişamına,
zenginliğine derinliğine ve büyüklüğüne karşı bu yönü ile
oldukça zayıftır. Araştırmacı –Yazar Günerkan Aydoğmuş işte
bu noktada imdadımıza yetişmiş. Onun yaşanmış olaylardan ve
olayları yaşayan birinci ağızlardan aktardıkları sadece
tarihe ışık tutmakla kalmıyor Orta Asya’dan, Anadolu’ya Türk
ve Türklük coğrafyasının gözü pek gönlü sevgiden yana;
iyiliğin, güzelliğin yoğurup şekillendirdiği Türk insanını
da engin ruh dünyasını da gözler önüne seriyor. Günerkan
Aydoğmuş, “Egin’de Çirit Oyunu” adını verdiği hikâyeleri
bizi yaşadığımız zaman diliminden alarak tarihin
görüneninden çok arka planına taşıyor. Onun hikâyelerinde
bir bakıma kendimizi buluyor, tarihle yüzleşiyor ve adeta
onu yeniden yaşıyoruz. “Bir Ömrü Karasu’ya Gömdüler”
hikâyesi ile Keban Baraj Gölü’nün altında kalan köyünün
özlemi ile tutuşan Salim Dayı’ya, Hakkı’nın: “Emi çiğaran
var mı” sözleri irkiliyorsunuz. Sonra da barajla birlikte
sular altında kalan Mezzeki’deki bostanı, Yenice’deki
kavaklığı hayal ediyor; Savuk köyüne düğüne giderken anaforu
çok Kırçan Gölü’nde Bekir’in ‘apat’tan düşürdüğü lüksünü
suyun derinliklerinde Bekir’le birlikte arıyorsunuz.
Şiirlere, türkülere, şarkılara sık sık konu olan yollar,
“Mazot” hikâyesi ile birlikte sizi 1978’li yıllara taşıyor.
Mazot’un bu hikâye ile birlikte ekmek, yemek, ev ve geçim
olduğunu anlıyorsunuz. Şoför Sami’nin BMC’si ile kapkara bir
düzlükte yalnızlığı yaşıyor; verilen sözü yerine getirmek
için taksitlerini ödemediğiniz canınız kadar kıymetli
arabanıza gaz doldurmanın doğuracağı riski
düşünemiyorsunuz.“Eğinde Cirit Oyunu” hikâyesi ile koşmak,
koşmak alabildiğine sonsuza kadar koşmak isteği ile dolu
Hamdani ile oynaması kadar seyretmesi de zevkli olan cirit
oyununa katılıyorsunuz. “Doru ile Ak küheylan arasındaki
mesafe biraz açılmıştı; ama Doru sürücüsünün kalbinden
geçenleri hissetmiş gibi Muhlis’in peşine bir yumuldu ki
tarladaki kesekleri adeta sağa sola savurdu. Aralarındaki
mesafe iyice daralmaya başladı” sözleri ile en az Ali Bey
kadar heyecanlanıyor sonra atın ölümüne kahroluyorsunuz.
“Madenci Yolu” hikâyesi ile Anadolu dağlarında ottan bir
şerit gibi uzayıp giden şimdilerde geçmişin verdiği
yorgunlukla derin bir sükûta dalan bir zamanların kervan
yollarına bakarak: “Bizim de son yolculuğumuz böyle olacak,
geriye bir avuç kül koyacağız.” diye düşünüyorsunuz.
“Şayet yolunuz
düşerse Bingöl yaylalarına, buz gibi dağ ayranını içip
tertemiz havasını solurken bu masallar ülkesini iyi tanımaya
çalışın.” Yazarının sık sık okuyucuya bilgi ve öğüt vermek
amacı ile başvurduğu bu açıklamasından sonra Şeref’le
birlikte doruya atladığımız gibi çayları, dereleri geçiyor,
Şeytan dağını geride bırakarak kirvenizi düğününüze
çağırmaya gidiyorsunuz. Büyük çadırda duvara asılı kırmızısı
gelincik kırmızısı, sarısı yayla çiçeği sarısı, mavisi gök
mavisi halı sizi de Şeref gibi büyülüyor. Sonra da kirveniz
Şahkulu’ndan bu büyüleyici halının hikâyesini dinliyorsunuz.
Dönüşte Şahkulu’nun atın terkine özenle yerleştirdiği
Şahkulu’nun hediyesi ne ola ki merak ediyor. Aile
büyüklerinizin de katıldığı küçük bir törenle açılan paketin
içerisinde Döğerhan halısını görünce Şeref’le birlikte siz
de sevinç çığlığı atıyorsunuz. Asya Türkü’nün mertlik,
yiğitlik ruhunun dağlarında, ovalarında, bayırlarında
dolaştığı Harput’un yiğit delikanlısı Rahmi ile birlikte
martininizi duvardan alıyor, gâvurun ettiklerini yanına kâr
bırakmamak için ahıra doğru yürüyor ve atınıza atlıyorsunuz.
Sonra da devletin sizi katil yerine koymasına bir türlü
anlam veremiyor; Rahmi ile birlikte Diyarbakır’ın taş
duvarlı zindanlarında uzun süre çile çekiyorsunuz.
“Türkistanlım” hikâyesi ile Orta Asya’ya uzanıyor. Aycan’a:
“Beni ülkümden başka kimse tutsak edemez” dedikten sonra ona
okuduğunuz: “Gözlerinden sessizce yaş iniyorsa senin
gönlünde bir derdin vardır./ Yüreğin durmadan hep kanıyorsa
hem garip, hem tutsak bir yurdun vardır.” mısralarını bir
gün Buhara’da da okumak üzere söz veriyorsunuz. “Sonbaharda
Bir Gün” hikâyesinin kahramanı gibi belli olan maaşınızla
fiyatları bir kenara koyarak ruhunuzu dinlendirmek için
başımızı alıp kırlara çıkıyor; sonra da: “Geçmişte yaşanan
zaman yol çizmezse geleceğe, geçmişi yaşamanın anlamı
nedir?” “Gökten düşen damlalar inmezse yoksul toprağına,
bunun adı rahmet midir?” “Ellerini nasırına rağmen yoksulsan
bir ömür kime çalıştın?” soruları ile bunalıyor; “sarhoşla
ayık gezeni ters görenleri, hırsızla masumu eş tutanları,
suçluya karşı olanları suçlu sayanları” düşünüyor işin
içerisinden çıkamıyorsunuz. Orta
Asya’dan Anadolu’ya taşınan bozkır kültürünün yaşayan
sembolleri olan Şavaklı Göçerlerle birlikte siz de yeriniz
yurdunuz olan Munzur dağlarını terör belasına terk etmenin
acısını ta yüreğimizde hissediyor; Şavaklı Süleyman’ın her
birine ayrı bir tutkuyla bağlı olduğu koyunlarından
ayrılmasının ne denli acı olduğunu birlikte yaşıyorsunuz.
‘Ak Toprağa düşen Tohum’la Yazarının:”İnsanoğlu yüreğinin
aklığınca yücelir. Sizin gönlünüzde yatanlar o kadar yüce
ki, Osman tepesi küçük kalır yanında” dediği ak topraklara
ulaşacak köprünün temellerini gönlünüzde atıyor; ancak ak
tepelerin aklığınca yürek göremeyince de nemli gözlerinizle
ortak arıyorsunuz dertlerinize. Doğuştan askerdir Türk.
Askerliğin kutsallığı Türk’ün bugüne kadar var oluşunun
delilidir. Mor peştamallı suna gelinlerin, askere giden
vatan bekçilerine dizdiği koşmalar, yaktığı türküler bir bir
aklınızdan geçerken “Türk Asker Doğar” hikâyesi daha da
anlamlaşıyor gönüllerinizde. Evet, “Eğinde Cirit Oyunu”
gerçekte bir solukta okuyacağınız her biri ayrı bir
güzellikte olan yaşanmış hikâyelerden meydana gelen bir
eser. Bir başucu kitabı dersem abartmış olmam. Dizgi ve
sayfa düzeninin Necla Bulut, kapak tasarımının Dr. Tamer
Kavuran’ın yaptığı Atatürk Türk Dil ve Tarih Yüksek Kurumu
Başkanı Prof. Dr. Sadık Kemal Tural’ın harikulade bir sunuşu
ile Manas Yayınları arasında çıkan bu güzel eseri
çocuklarımız mutlaka okumalı. Okumalı ki günümüz dünyasında
giderek yabancılaştığımız bizi biz yapan değerlerin neler
olduğu görülebilsin. Okumalı ki sevginin, saygının,
kardeşliğin, yiğitliğin, onurun, gururun, barışın,
hoşgörünün, sadeliğin, kadir bilirliğin, vefanın kısaca
insan olmanın; mutluluğun anahtarları olduğunu anlayabilsin.
Ne diyelim yüreğine sağlık Günerkan Aydoğmuş..