O, 21
Kasım günü sabahı bizden ayrılmıştı. Biz de onu 14 Ocak günü
akşamı Kanal 23’ten bir canlı yayın programıyla Akgün
Oteli’nin Fırat salonunda hatırladık, hatıralarımızı yâd
ettik.
C.
Süreya, “Her ölüm erken ölümdür” demişti. Mustafa’nınki
gerçekten bir erken ölüm oldu. Ben bu şehrin kültür-sanat
camiasından üç erken ölüm bilirim. Diğer ikisinin yaşları
Mustafa’nınkinden çok yukarılarda idi; ama onlar da bu
şehrin sanatına, kültürüne hizmet edecek, verimli çağlarında
koyup gittiler. Bence onlarınki de bir erken ölümdü. Bir de
umulmadık, beklenmedik ani ölümlerle gittiler üçü de.
Yunus’un bir dörtlüğü vardır;
Hiç
bilmezem kezek kimün
Aramızda gezer ölüm.
Halkı
bostan idinmişdür
Dilediğin üzer ölüm.
Bostanın bekçisi parmağıyla tıklatır karpuzu; bu tamam, der;
koparır ardındam. Azrail de –biz, erkendi, vakitsizdi, genç
idi desek bile- “bunlar tamam” dedi ve üçünü de koparıp aldı
bostanımızdan.
Bunların ilki Şeref Tan oldu.
Bir 24
Kasım akşamı yine Kanal 23’de Öğretmenler Günü ile ilgili
bir program yapmıştık. Şeref Tan o akşam hasta olmasına
rağmen katılmıştı programa. Nezleyim, gribim diyordu. Lâkin
Mustafa’nın ölümünden sonra diyorum ki, “Şeref Tan da mı
zatürree idi yoksa?”
O
akşam, özellikle Tan Hoca’nın rahatsızlığı dolayısıyla
programı biraz da erken bitirdik. Dört gün sonra 28 Kasım
sabahı Gazeteciler Cemiyeti’ne uğradım. Kapı açıktı; ancak
ortalıkta kimseler yoktu. O esnada telefon çaldı. Ahizeyi
kaldırdım, karşıdaki ses; “Ben Aytuğ İzat. Bir haber duydum;
Şeref Tan ölmüş diyorlar, doğru mu?” İstanbul’dan arıyordu
İzat.
Ağzım
gözüm eğildi. Donup kaldım; bir an için ne diyeceğimi
bilemedim. Maalesef duyduğu doğruydu İzat’ın. O gün alıp
Harput’a götürdük Şeref Tan’ı. Demişti zaten o; kitabına
isim koymuştu; “Hadi Harput’a Gidek.” O önde, biz arkada
birlikte son gidişimiz oldu Harput’a. Bir daha inmedi
Mezre’ye Tan Hoca.
İkincisi Dr. Ali Öztürk’tür.
Aslen
Adanalı olan Ali Öztürk, en az bizim kadar Elazığlı, bizim
kadar Harput muhibbi idi. Bu yüzden yıllardır burayı yurt
tutmuş mekân edinmişti.
Bir
cumartesi günü Lütfi (Parlak) Beyle; “Ali Beye uğrayalım”
dedik, yazıhanesine çıktık. Çocuklar gibi sevindi bizi
görünce, “gelmiyorsunuz” diyerek sitem etti. Masasının üzeri
kitap doluydu. Biriyle ilgili bize bilgi verdi,
okuduklarından nakiller yaptı. Çay ısmarladı. Önündeki
bilgisayarı açarak, oraya kaydettiği şiirlerinden okudu.
Kitap hazırlığı içindeydi. Birinin adı Reçete olacaktı,
birinin Prospektüs.
Biz
kalkmaya yeltendik; “Bırakmam” dedi. Mezre Ortaokulu’na,
Muammer Beye uğrayacağımızı söyledik. “Onu çağırırız buraya
efendim” dedi, telefon edip; “Bu adamları bırakmıyorum,
acele sen gel.” deyip kapattı. Yeniden çay söyledi, yeniden
şiirler okudu, şiirlerinin hikâyelerini anlattı.
Kur’an’da birçok surede geçer; “Her nefis ölümü tadacaktır.”
Aradan bir hafta geçmedi; Ali Bey de ölümü tadanlardan oldu.
Sekte-i kalbi öne sürüp Azrail onun hakkına da “tamam”
deyivermişti.
Onu da
Harput’a götürdük. O da artık çok sevdiği Harput’ta mukim
yerlilerden oldu. Şeref Tan Hoca’nın yattığı sırtlara bakan
bir yamaçta yatıyor şimdi.
Ve
Mustafa Öz; üçüncüsü.
Şeref
Tan için olsun, Doktor Öztürk için olsun gözyaşı döktüğüne
çok şahit olmuşumdur Mustafa’nın. O koca gövdenin içinde
âdeta bir civciv yüreği taşırdı. Öyle hassas, ince ve o
kadar kırılgan… Onun hiç umulmadık bir zamanda sulugözlülük
etmesi sanırım hepimizi şaşırtan bir yanıydı. Çocuklar gibi
şırıl şırıl ağlardı.
Çocuklar gibi, dedim de; o geceki anma konuşmaları esnasında
birkaç arkadaşımız ona bu sıfatı yakıştırdı. Çocuk gibiydi,
çocuklar gibiydi, içinde büyümemiş bir çocuk vardı…
Düşününce gerçekten onda bir çocuk safiyetinin, riyasız bir
çocuk dobralığının uçlarını buldum. Biri bir şiir mi okudu;
demesi gereken ne ise o dakka onu söylerdi. “Çok güzel” veya
“olmamış!” Şöyle demesi de muhtemeldir; “Yırt da at, böyle
şiir mi olur?!”
Kendi
kendime sorduğum olmuştur; bu Mustafa Öz ne, diye.
Şair
mi, yazar mı, müzisyen mi, münekkit mi, hafız mı?
Öyle
zengin bir hafızası vardı ki çünkü duyup dinleyenleri hayran
bırakırdı, hayrete düşürürdü. Kendi şiirimin unuttuğum
kısımlarını ona sorduğum günler olmuştur. Dilaver Cebeci,
Bahaettin Karakoç, Mevlüt Uluğtekin Yılmaz, Bekir Sıtkı
Erdoğan, Abdurrahim Karakoç adını unuttukları şiirlerinin
boylu boyunca ezberini ondan dinleyebilirlerdi.
Şener
Bulut zaman zaman ona “Mıstık” derdi. Bir o Mıstık derdi
Mustafa’ya. Hoş görürdü o da bunu.
Bir
akşam aradı beni Mıstık; “Mithat Abi, zatürree olmuşum.
Yarın doktora gideceğim. Hastanedeki yeğeninize haber
etseniz de bana yardımcı olsa…” Geçtiğimiz bahar ben de
zatürree olmuştum ya; özellikle beni araması biraz da bu
yüzden.
Sabahı
birlikte gittik hastaneye. Sonraki hafta yine beraber
gittik. İlaçlarını yeniledik, raporunu tazeledik.
Tamamen iyileşmediği halde 14. Hazar Şiir Akşamları’nda
ayağı altına gelmedi. Hazar, Harput, Keban, Üniversite…
Koşturup durdu.
21
Aralık’ta gök ekini biçercesine Azrail onu da aldı
elimizden. Yandı içimiz, göynüdü Öz’ümüz. Bir koşuda
Harput’a uçurduk Sevgili Mıstık’ımızı. Kavuştu çok sevdiği
Tan’ına ve Öztürk’üne. Onlara kim bilir, kimlerden ne çok
şiir okumuştur şimdiye kadar… Belki onların unutmuş
oldukları kendi şiirlerini bile.
Her
üçünü de Harput’a defnettik. Üçünün de cenazesinde bulundum.
Tabutlarına omuz verdim, kabirlerine toprak attım. Yerleri
cennet olsun.
Her
üçü için; “Yağsın tûrâb-ı kabrine gufrân-ı müşk-bû” diyerek…