Nurhak
Gazetesi - Mehmet Şükrü Baş / 06 Eylül 2007
28 Ağustos sabahı gökte yıldızların
ışıldadığı bir saatte kaptanlığını Elazığ Lisesi emekli
müdürümüz eğitimci yazar Lütfi Parlak ile Mezre ilköğretim
okulu müdürümüz Muammer Aksoy’un yaptığı özel arabamızla
beraberimizde yazar-şair ve eğitimci kardeşlerimiz Faik
Güngör ile R.Mithat Yılmaz beylerle Urfa-Mardin seyahatini
gerçekleştirmek üzere Diyarbakır yolundayız. Sabah
kahvaltımızı Siverek’te yaptıktan sonra tatlı bir muhabbet
içerisinde Urfa’ya giriyoruz. Kimilerimizin Urfa’yı daha
önceleri birkaç kere görmelerine rağmen kimilerimiz ilk defa
gidiyorduk. Burada gördüğümüz güzellikler karşısında
dinlenmek ihtiyacını dahi hissetmedik. Peygamberler şehrinde
Hazreti Eyüp’ü, Hazreti İbrahim’i ve diğer peygamberleri
ziyaret ettik. Sabır kuyusundan sular içtik.
Bu mübarek Peygamberlerin
huzurunda ellerimi semaya açtığımda şöyle bir dua ettiğimi
anımsıyorum. “Ey ulu Rabbim sen bizlere gezmeye, görmeye
doyamadığımız, üzerine basmaya kıyamadığımız, yeryüzünün
cennetini vatan olarak ihsan etmişsin. Bu vatanı her türlü
iç ve dış tehlikeden her türlü karanlık emel ve niyetlerden
muhafaza buyur. Birlik ve dirliğimizi bozdurma,
şehitlerimizi, evliyalarımızı incitme, utandırma yarabbi”
diye dua etmiştim.
O gün akşama kadar bu mübarek
beldeyi gezebildiğimizce gezdik. Vilayet konukevinde Urfa
ile ilgili bilgiler aldık, bir çay içimi dinlenme fırsatını
bulduk. Hazreti İbrahim’in doğduğu mağarayı ziyaret ettik.
Allah’ın azamet ve büyüklüğüne amenna dedik. Yunus’un
gözüyle balıklı göldeki balıklara baktık, onlara yem attık.
Cenab-ı Allah’a Türk ve İslam kimliği ile bize böylesine
mübarek bir ülkede yaşamayı nasip ettiği için Hamdü senalar
ettik şükrettik.
Urfa’da gönderdeki bayrakların
büyüklüğü dikkatimizi çekmişti. O büyük boy bayraklar
altında kendimizi daha güvende ve daha mutlu görüyorduk.
Sıcak bir günün akşamında
yorgunluğumuz had safhaya çıkmıştı. DSİ misafir hanesinde bu
mübarek zatların koynunda derin bir uykuya daldık.
Sabah uyanır uyanmaz bir
sokaktan geçerken “Balak Gazi” sitesi gözümüze ilişti bir
aşina yüzü görür gibi olduk ve kendimizi yine yollarda
bulduk. O gün otuz Ağustos’tu, Türk’ün Zafer Bayramı idi.
Göğsümüzdeki bu gururla kahvaltı etmek için Kızıltepe’ye
girdiğimizde bayram şenlikleri ile karşılaştık. Emniyet
mensuplarının yardımları ile kahvaltı yapacak bir lokanta
bulduk ve karnımızı doyurduk. Kafilemiz bir konunun dışında
gayet uyumlu, gayet hoşgörülü bir kafileydi. Bizim kafilenin
çaya karşı bir alerjisi vardı çay içmiyorlar çayı
sevmiyorlardı. Oysa benim günlük çay kapasitem otuzdan aşağı
değildi. Aramızdaki tek uyumsuzluk sanırım buydu. Buna
rağmen sağ olsunlar burada çayımızı da içirdiler.
123 Bin nüfuslu Mardin’in ilçesi
Kızıltepe’den ayrıldıktan 13 Km. sonra 60–65 bin nüfuslu
Mardin il merkezinin kıvrım kıvrım yollarında bu güzel
şehrimize girmeye çalışıyorduk.
Mezopotamya’yı geçip Mardin’in
doruğuna çıktığımızda bir hayranlık duygusu kapladı
gönlümüzü. Her sokak, her yapı, her cadde bir açık hava
müzesini andırıyor, buram buram tarih kokuyordu. Dikkatlice
bakıldığında Suriye sınırı bile gözüken şehrin Her yönü
başka bir tarihi soluyordu. Bu güne kadar bu güzel şehrimizi
görmediğimiz için kendimizi suçlu görüyor hayranlığımızı
gizleyemiyorduk. Kapalı çarşıda Mardin esnafı ile derin bir
muhabbete koyulduk. Gayet misafirperver, gayet cana yakın
insanları ile karşılaştık öğlen namazını o muhteşem Ulu
Camisinde kılmayı nasip etti bize yaradan.
Kısa zamanda Mardin’in görülmeye
değer yerlerini böylelikle gezmiş olduk. Gerçi Mardin’in
görülmeye değer olmayan hiçbir yeri yoktu. Burası bir
harikalar diyarıydı. Gezmekle, görmekle doyulmayan
yeryüzünde eşi ve benzeri bulunmayan bir güzelliğe sahipti.
Farklı farklı kültürlerin
harmanlandığı bir yerdi, bir medeniyetler beşiği idi Mardin.
Burada da müthiş bir sıcaklık
vardı. Terden sırılsıklam olmuştuk tarihi PTT binasında
biraz dinlendik. Sıla dizisindeki Boran ağanın oturduğu
masada soluklandık ilgilerden bilgi aldık ve Diyarbakır’a
gitmek üzere yeniden yola koyulduk.
Evliye Çelebi misali yine
yollardaydık. Bu yolda dikkatimizi bir şey çekti
karayollarının şehirlerarası mesafeleri gösteren Km.
levhaları yoktu. Uzun bir yolculuktan sonra ikindi sularında
Diyarbakır’a girdik. Arabamızı park edecek bir yer bulduktan
sonra Ulu Cami’ye gittik. Daha evvel hepimizin müteaddit
defa gördüğümüz bu mübarek mekânda ikindi namazımızı eda
ettikten ve karnımızı doyurduktan sonra yeniden yollara
düştük. Eğil’de Zülküf Peygamberi ziyaretimizden sonra
akşamın karanlığı ile birlikte Elazığ’a girdik.
Elazığ’a girerken kaptanımız
Muammer Aksoy’du Lütfi Parlak önde Faik Güngör, ben ve R.
Mithat Yılmaz arkadaydık. Kurban olduğum ülkemin kurban
olduğum bölgelerine yaptığımız ve damaklarımızda tat bırakan
muhteşem bir gezi ne yazık ki burada sona ermişti. Bakalım
aynı kadro ile ne zaman ve nereye doğru yola çıkacağız.