Tarih: 20Nisan 2018 Cuma
Yer: Elazığ Belediyesi Kültür ve Kongre Salonu
Manas Haber– M. Şener Bulut
Manas Yayıncılık’ın öncülüğünde; Cumhuriyetimizin kurucusu
Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün Doğu Gezisi kapsamında17
Kasım 1937 tarihinde Elazığ’ı ziyaretlerinin aziz hatırasına
ithafen düzenlenen “Atatürk ve Elazığ” programı 20Nisan 2018
Cuma günü tarihlerinde Elazığlı ve Diyarbakırlı şair, yazar,
bilim adamı ve sanatçıların katılımlarıyla gerçekleştirildi.
Elazığ Valiliği, Elazığ Belediyesi, Fırat Üniversitesi,
Elazığ Ticaret ve Sanayi Odası, Elazığ Kültür ve Tanıtma
Vakfı, Elazığ Musiki Konservatuvarı Derneği, Elazığ Folklor
ve Turizm Derneği, Diyarbakır Kültür Turizm ve Musiki
Derneği, Fırat Üniversitesi Fotoğrafçılık Öğrenci Topluluğu
ve Fırat Üniversitesi Atatürkçü Düşünce Öğrenci
Topluluğu’nun katkı sağladığı bu anlamlıfaaliyet, Elazığ
Belediyesi Kültür ve Kongre Salonu’nda 20 Nisan Cuma günü
saat: 19. 30’da gerçekleşti.
Programa,Elazığ Eski Belediye Başkanı Şükrü Kacar, İl Kültür
ve Turizm Müdürü Ahmet Demirdağ, Elazığ Ticaret ve Sanayi
Odası Başkan Yardımcısı Mustafa Tavuş, Devlet Sanatçısı
Mustafa Turan, Elazığ Kültür ve Tanıtma Vakfı Başkanı Mehmet
Çağlar, Diyarbakır Kültür Turizm ve Musiki Derneği Başkanı
Kenan Aksu, Diyarbakır Kültür Turizm ve Musiki Derneği
üyeleriBurhanettin Atalay, Abdulkadir Arslanoğlu, Gamze
Filiz, Dicle Üniversitesi Devlet Konservatuvarı Öğretim
Görevlisi Tayfun Kırmızıgül, Dicle Üniversitesi Devlet
Konservatuvarı öğrencisi Abdullah Güzer, Elazığ Folklor ve
Turizm Derneği Başkan Yardımcısı Ziyaeddin Akgüneş, Türk
Ocakları Elazığ Şubesi Başkanı Dr. Birol Bulut, Elazığ
Musiki Konservatuvarı Derneği Başkanı Mehmet Kemal Perk,
Palu Kültür ve Yardımlaşma Derneği Başkanı Fadıl Ülgen,
Fırat Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mehmet Çevik,
Prof. Dr. Mukadder Boydak,Dr. Öğr. Üyesi Yavuz Haykır, Dr.
Öğr. Üyesi Tamer Kavuran, Işık Üniversitesi Öğretim Üyesi
Prof. Dr. Melih Boydak, fotoğraf sanatçısı Fehmi Şedele,
Feridun Şedele ve Öğr. Gör. Recep Bağcı,sanatçı Naci Sönmez,
Nüzhet Dede’nin torunu Erhan Saraçoğlu, araştırmacı yazar
Günerkan Aydoğmuş, Bestekar Doğan Sever, mahalli
sanatçılarımız Emekli Albay Lokman Tasalı, Nihat Kazazoğlu,
Fethi Açıkgöz, Yalçın Turhan ve Enes Uçkun’un da yer aldığı
seçkin bir davetli topluluğu katıldı.
Sunuculuğunu NGK İletişim Lisesi öğrencileri Beray Nur
Teneke ile Yusuf Dilbaz’ın üstlendiğitoplantının oturum
başkanlığını gazeteci yazar Bedrettin Keleştimur yaptı.
Program İstiklal Marşı’nın okunmasıyla başladı.Ardından da
açılış konuşmasıiçinDiyarbakır Kültür Turizm ve Musiki
Derneği Başkanı Kenan Aksu kürsüye davet edildi.Bu anlamlı
toplantıda Atatürk ve Elazığ adlı eseri kültür dünyamıza
kazandıran Fırat Üniversitesi Tarih Bölümü Öğretim
ÜyesiYavuz Haykır,Cumhuriyetimizin kurucusu Ulu Önder
Mustafa Kemal Atatürk’ün Doğu Gezisi kapsamında 17 Kasım
1937 tarihinde Elazığ’a yapmış olduğu ziyareti dikkat çeken
yönleriyle anlattı.Doğan Sever’in bestelemiş olduğu Günerkan
Aydoğmuş’unElazığ Garında Ata’yı Beklerken adlı şiiriusta
sanatçı Naci Sönmez tarafından seslendirildi.
Nüzhet Dede’nin torunu Erhan Saraçoğlu,“Nüzhet Dede’nin
Hatıralarında Atatürk ve Milli İrade”;fotoğraf sanatçısı
Fehmi Şedele,“Kemal Şedele’nin Hatıralarında Atatürk”;Işık
Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Melih Boydak,“Atatürk’e
Sunulan Elazığ Ezgileri ve Anılar”;Dicle Üniversitesi Devlet
Konservatuvarı Öğretim Görevlisi Tayfun Kırmızıgül,“Atatürk’e
Sunulan DiyarbakırEzgileri ve Anılar” son olarak Fırat
Üniversitesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mehmet
Çevik,“Atatürk ve Milli Hakimiyet”başlıklı konuşmaları ile
bilgi şölenine dönüşen toplantı, konuşmaların ardından
“Atatürk’e Sunulan Elazığ ve Diyarbakır Türküleri” konseri
ile devam etti. E. Alb. Lokman Tasalı, Nihat Kazazoğlu,
Fethi Açıkgöz, Yalçın Turhan, Öğr. Gör. Tayfun Kırmızıgül,
Gamze Filiz, Burhanettin Atalay, Enes Uçkun ve Abdullah
Güzer’in okuduğu Elazığ ve Diyarbakır türküleri bu güzel
geceyi taçlandırdı.
Atatürk ve Elazığ adlı programın konser bölümünün
tamamlanmasının son bölümünde programın hazırlanmasına
katkıda bulunan kişi ve kurumlara plaket takdimi yapıldı. Bu
münasebetle Atatürk ve Elazığ adlı eseri kültür dünyamıza
kazandıran Dr. Öğr. Üyesi Yavuz Haykır’a ve toplantıya katkı
sağlayanProf. Dr. Melih Boydak, Prof. Dr. Mehmet Çevik,
Fehmi Şedele, Erhan Saraçoğlu ve Günerkan Aydoğmuş için
hazırlanan plaketlerİl Kültür ve Turizm Müdürü Ahmet
Demirdağ tarafından verildi. Naci Sönmez, Doğan Sever, Öğr.
Gör. Recep Bağcı ve Bedrettin Keleştimur’aplaketleriniElazığ
Kültür ve Tanıtma Vakfı Başkanı Mehmet Çağlar;E. Albay
Lokman Tasalı, Nihat Kazazoğlu, Öğr. Gör. Tayfun Kırmızıgül,
Kenan Aksu ve Yalçın Turhan’ınplaketleriniElazığ Ticaret ve
Sanayi Odası Başkan Yardımcısı Mustafa Tavuş;Ziyaeddin
Akgüneş, Mehmet Kemal Perk, Fethi Açıkgöz,Burhanettin
Atalay, Gamze Filiz, Abdurrahman Güzer, Beray Nur Teneke ve
Enes Uçkun’a plaketlerini Devlet Sanatçısı Mustafa Turan ve
son olarak da Fırat Üniversitesi Atatürkçü Düşünce Öğrenci
Topluluğu Başkanı Zeynep Çağlar, Fırat Üniversitesi
Fotoğrafçılık Öğrenci Topluluğu BaşkanıMehmet Orak ve NGK
İletişim Lisesi öğrencisi Yusuf Can Dilbaz ’a plaketlerini
Prof. Dr. Mukadder Boydaktarafından verildi. Plaket
töreninin ardından Dr. Öğr. Üyesi Yavuz Haykır hazırlamış
olduğu Atatürk ve Elazığ adlı eserini okuyucularına
imzalayarak onlarla sohbet etti. İmza programının ardından
çekilen toplu hatıra fotoğrafı ile bu güzel gecedavetlilerin
alkışlarıyla sona serdi.
ATATÜRK VE ELAZIĞ
Dr. Öğr. Üyesi Yavuz Haykır
Manas Yayıncılık, 2017, S.300, Elazığ
Mustafa Kemal Atatürk, Türk Milleti’nin en zor anında, Milli
Mücadele hareketini başlatıp, vatanın kurtuluşu ve milletin
bağımsızlığını elde ederek yeni Türk Devleti’ni kurmuştur.
Türk Devleti’nin sağlam bir şekilde ilelebet yaşaması ve
Türk Milletinin muasır medeniyet âlemi içinde seçkin bir yer
edinmesi için gerekli gördüğü inkılap ve yenilikleri cesurca
gerçekleştirmiştir. Atatürk bu safhalarda tek dayanak olarak
hep Türk Milletini görmüş ve ondan kuvvet almıştır. Yapmış
olduğu işlerde hep halkıyla birlikte olmak ve onların
desteğini arkasında görmek istemiştir. Atatürk,
cumhurbaşkanlığı döneminde, ülkenin durumunu, problemlerini
görmek, halkın dertlerini, istek ve ihtiyaçlarını bizzat
öğrenmek ve alınacak tedbirleri yerinde tespit etmek için
belli aralıklarla yurt gezilerine çıkmıştır. Bu gezilerden
biri, 1937 sonbaharında yapmış olduğu, içinde Elazığ
vilayetinin de bulunduğu Doğu Gezisi’dir. 1867 tarihinde
“Harput” vilayet ismi, şehrin, yanı başındaki mezra denilen
ovaya inmesiyle “Mamuratü’l-aziz” olmuş; halk ve devlet
ricali şehrin ismini kısaltarak “Elaziz” diye kullanmış ve
70 yıl sonra da Türkiye Cumhuriyeti’nin banisi Mustafa Kemal
Atatürk’ün 1937 sonbaharında Doğu Gezisi sırasında, şehrin
ismi Elazığ olarak değiştirilmiştir. Bunun yanında Atatürk,
bölgede incelemelerde bulunarak, bölgenin gelişmesi ve
kalkınması için yapılacak işlerle ilgili gerekli talimatlar
vermiştir. Özellikle Hazar Gölü kıyılarında modern bir tatil
beldesi oluşturmak istemiştir. Bu kapsamda hemen projeler
hazırlanmıştır. Atatürk’ün Elazığ halkı ile kucaklaşmasından
kısa bir süre sonra ebedi hayata intikali, bu projelerin
yarıda kalmasına neden olmuştur. Yıllar sonra Atatürk’ün bu
fikri, özel girişimcilerin ve Elazığ halkının çalışmaları
ile bir nebze olsun gerçekleşmiştir. Elazığ vilayeti
Atatürk’ü candan seven ve onun koymuş olduğu ilke ve
inkılaplara bağlılığını her dönem gösteren, vatanperver bir
vilayet profili çizmiştir. “Atatürk ve Elazığ” ismindeki bu
çalışma, arşiv belgeleri, tetkik eserler, süreli yayınlar,
hatıratlar, fotoğraflar ve sözlü tarih çalışması
kullanılarak Atatürk’ün Elazığ’la buluşmasını konu
edinmiştir. Ayrıca Elazığ şehir tarihinde yer alan Atatürk
ve Elazığ’la ilgili bazı önemli kesitlere de yer
verilmiştir. Dr. Öğr. Üyesi Yavuz Haykır’ın kaleme aldığı bu
eser, Cumhuriyetimizin kurucusu Ulu Önder Mustafa Kemal
Atatürk’ün Doğu Seyahati kapsamında 17 Kasım 1937 tarihinde
Elazığ’ı ziyaretlerinin aziz hatırasına hazırlanmış ve
Elazığ’da faaliyet gösteren Manas Yayıncılık tarafından da
büyük bir vefa örneği sergilenmek suretiyle, Aralık 2017
tarihinde yayınlanmıştır.
ELAZIĞ GARINDA ATA’YI BEKLERKEN
Cumhuriyetimizin kurucusu Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün
Doğu Gezisi kapsamında 17 Kasım 1937 tarihinde Elazığ’ı
ziyaretlerinin aziz hatırasına ithafen düzenlenen “Atatürk
ve Elazığ” programı münasebetiyle Günerkan Aydoğmuş’un
yazmış olduğu Elazığ Garı’nda Ata’yı Beklerken adlı
şiiriDoğan Sever tarafından bestelendi.Hüseyni makamındaki
bu güzel eser değerli sanatçı Naci Sönmez’in muhteşem
yorumuyla icra edildi.
Doğan Sever,bestelemiş olduğu bu eserhakkında yaptığı
konuşmasında şu ifadeleri kullandı: “..,Atatürk’ün Elazığ
ziyareti münasebetiyle yapılacak olan bu faaliyetinhazırlığı
için Manas’ta toplanmıştık.Şener Bey, benden araştırmacı
yazar Günerkan Aydoğmuş’un Elazığ Garı’nda Ata’yı Beklerken
adlı şiirini bestelememi istiyordu.Şiir serbest vezinle
yazılmıştı. 17 Kasım 1937 günü Elazığ tren istasyonunda
yaşanan o büyük heyecananlatılıyordu.Ancak oldukça uzun bir
şiirdi. Besteiçin uygun olamayacağını düşünmüştüm,
fakatŞener Bey ısrarcı olmuştu. Hatta şiirin ilk satırlarını
melodik bir sesle kendince okumuştu.
Hiç vakit kaybetmeden bu şiiri aldım ve üzerinde çalışmaya
başladım. Yapacağım bestenin makamını Hüseyni makamı olarak
düşündüm. Zira Hüseyni makamı, Anadolu havasını burcu burcu
yansıtan herkesçe aşinalığı olan bir makamdı. Elazığ halkıda
bu makamın sevdalısıydı. Serbest vezinle yazılmış olan bu
şiiri, ben de serbest ve ritmik olarak düşündüm. Şiir dört
bölüm olarak yazılmıştı. Başlangıç ve devam eden ikinci ve
üçüncü bölümlerinin ilk satırları, Yıl 1937 Kasımın 17’si
şeklinde tekrar edildiğinden bestede de aynı melodinin
serbest olarak tekrarlanmasının uygunolacağını
düşündüm.Eserin başına ve bölüm aralarındaki ritmik
melodiler, şiirde anlatımlarına göre konulmuştur.
Şiirin son mısraında yer alan “Ve Elazığ’da o gün her gakgoş
/ Mustafa Kemal oldu” ifadesinin tiz kararla bitirilmesine
özen gösterilmiştir.
YUSUF CAN DİLBAZ
Ankara-Elazığ Kültür ve Tanıtma Vakfının çok değerli
temsilcileri, Diyarbakır’dan teşrif eden çok kıymetli sanat
ve edebiyat dostları, basınımızın güzide temsilcileri ve siz
kıymetli misafirlerimiz,
Elazığ Valiliği, Elazığ Belediyesi, Fırat Üniversitesi,
Elazığ Ticaret ve Sanayi Odası’nın katkılarıyla;
Ankara-Elazığ Kültür ve Tanıtma Vakfı, Elazığ Musiki
Konservatuvarı Derneği, Elazığ Folklor ve Turizm Derneği,
Diyarbakır Kültür Turizm ve Musiki Derneği, Fırat
Üniversitesi Fotoğrafçılık Öğrenci Topluluğu, Fırat
Üniversitesi Atatürkçü Düşünce Öğrenci Topluluğu ile Manas
Yayıncılık’ın birlikte Cumhuriyetimizin kurucusu Ulu Önder
Mustafa Kemal Atatürk’ün Doğu Gezisi kapsamında 17 Kasım
1937 tarihinde Elazığ’ı ziyaretlerinin aziz hatırasına
düzenlediğimiz “Atatürk ve Elazığ” programına hoş geldiniz.
BERAY NUR TENEKE
Bu müstesna programın, 23 Nisan Milli Hâkimiyet ve Çocuk
Bayramının hemen arifesinde yapılması bu güzel gecemize daha
farklı anlamlar katmaktadır. Bugün sizlerle Milli Mücadele
yıllarına gideceğiz. Sakarya’da, Dumlupınar’da zaferler
kazanan bir milletin efsaneleşen hatıralarıyla buluşacağız.
Malazgirt’ten Kocatepe’ye o muhteşem tarihimiz bizlere yol
gösterecek daha büyük işler yapmak için rehberlik edecektir.
Sizlere programın akışını sunmak istiyoruz
Açılış (Saygı Duruşu ve İstiklal Marşı)
Coğrafyayı Vatan yapan Gazilerimiz ve Şehitlerimiz, Gazi
Mustafa Kemal Atatürk ve Silah arkadaşlarının Aziz Hatırası
için sizleri bir dakika Saygı Duruşuna ve akabinde İstiklal
Marşına Davet Ediyoruz.
YUSUF CAN DİLBAZ
Atatürk denilince ilk aklımıza; Milli Mücadele Yılları,
Milli İrade ve Milli Hâkimiyetimizin temsil yeri olan
Türkiye Büyük Millet Meclisi, Anadolu coğrafyamızı tekrar
inşa ve ihya etme yolunda gösterilen özverili çalışmalar,
milli tarihimiz, kültürümüz, sanatımız, musikimiz,
edebiyatımız, bilumum değerlerimiz gelir.
Bizler bu köklü ve yüce değerlerimizi geleceğe taşımak için
bugün bir araya geldik. Bugün sizlerle birlikte Atatürk’ün
Doğu Anadolu gezisini ve bu gezinin tarihi hatıralarını
paylaşacağız.
Elazığ ve Diyarbakır coğrafyamızın iki kadim şehri… Bu
faaliyetin düzenlenmesinde her iki şehrimizin aydınları
birlikte çalıştılar. Birlikte bu güzel programı
gerçekleştirmek için bugün burada bizleri de bir araya
getirdiler. Huzurunuzda Elazığ ve Diyarbakır illerimizin
kültür ve sanat camiasına teşekkürlerimizi ifade etmek
isteriz.
Kürsüye açılış konuşmalarını yapmak üzere Diyarbakır Kültür
Turizm ve Musiki Derneği Başkanı Kenan Aksu’yu davet
ediyoruz.
KENAN AKSU
Çok Değerli Kültür ve Turizm Müdür’ümüz, Çok Kıymetli
Hemşehrilerimiz,
Elazığ’ımızın güzel insanlarıyla yeniden birlikte olduğumuz
için çok mutlu olduğumuzu ifade ederek konuşmama başlamak
istiyorum.Bizler Diyarbakır’dan sahabeler, peygamberler
şehrinden sizlere kucak dolusu selamlar getirdik. Çok zengin
bir kültüre, çok zengin bir tarihe sahip olan Diyarbakır ve
Elazığ şehirlerimizin dördüncü buluşmasında yeniden bir
aradayız. Bu anlamlı buluşma için Manas Yayıncılık’a ve
benim kıymetli dostum Şener Bey’e çok teşekkür ediyorum.
İnanın bürokrasinin yapamadığını defalarca dile getirdiğim
bu düşüncemi sivil kültür kuruluşlarımız yapıyor. Diyarbakır
ve Elazığ şehirlerimizin bu dördüncü buluşmasında
Cumhuriyetimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün Doğu
Gezisi kapsamında gerçekleştirdiği Malatya, Diyarbakır,
Elazığ ve Tunceli ziyaretleri münasebetiyle yeniden bir
araya geldik. Daha önce “Elazığ-Diyarbakır Kültür ve Sanat
Buluşması”nı gerçekleştirdik. Bu faaliyet kapsamında Celal
Güzelses ve Enver Demirbağ hatırasına toplantılar yapıldı.
Ali Emiri Efendi için Elazığ’da Diyarbakır’da düzenlediğimiz
toplantılar hem Diyarbakır’da hem de Elazığ’da çok büyük
yankı uyandırdı. Ve yine Diyarbakırlı ve Elazığlı
şairlerimizin, yazarlarımızın, sanatçılarımızın
katılımlarıyla gerçekleştirdiğimiz toplantılar bizleri daha
da yakınlaştırdı. Elazığlı dostlarımızla birlikte
gerçekleştirdiğimiz bu faaliyetlerin kültür ve sanat
dünyasında da büyük takdir topladığını biliyoruz.
Büyük Atatürk’ün Diyarbakır’a gelişlerinde; Diyarbakır halkı
tarafından istasyona girişinde büyük bir coşkuyla
karşılandığını, Diyarbakır Halkevi Orkestrası’nın verdiği
bir konseri izlediğini, resmi ziyaretlerini yaptıktan sonra
da Diyarbakır’da Kolordu Komutanı olarak görev yaptığı
tarihlerde kalmış olduğu Gazi Köşkü’nü ziyaret ettiğini,
Diyarbakır’ın tarihi eserlerini, bilhassa surlarını,
incelediğini; Diyarbakır – İran ve Irak demiryolu hattının
temel atma törenine de katıldıktan sonra Elazığ’a hareket
ettiğini biliyoruz. Atatürk’ün yapmış olduğu bu ziyaretler
hakkında biraz sonra Fırat Üniversitesi Tarih Bölümü Öğretim
Üyesi Haykır Hocamız daha detaylı bilgiler verecektir. Ben
konuşmamı çok daha fazla uzatmak istemiyorum. Diyarbakır’ın
kültür ve sanat camiasını temsilen katıldığımız bu anlamlı
toplantı vesilesiyle Elazığlı çok kıymetli hemşehrilerimizi
saygıyla selamlıyorum.
YUSUF CAN DİLBAZ
Diyarbakır Kültür Turizm ve Musiki Derneği Başkanı Kenan
Aksu’ya teşekkür ediyoruz.
Elazığ ilimiz de, milli mücadeleye yürekten destek veren bir
ilimiz olmuştur. Doğu Anadolu Müdafa-i Hukuk Cemiyeti’nin
bir şubesi de Elazığ’da kurulur. Elazığ’ın aydınları bu
cemiyet içerisinde çok önemli görevler üstlenirler.Elazığ
diğer Anadolu şehirlerimizde olduğu gibi 1920 yılında milli
mücadeleye destek veren bir gazete çıkarır. Elazığ’da
çıkarılan bu gazete, “Satvet-i Milliye Gazetesi’dir.”
Anadolu basını aynı zamanda, “Gazi Basını” olarak da
anılır.Elazığ Şehrimiz; bir ilim, kültür ve irfan şehridir.
Ve tarih boyunca çalışmalarıyla, yetiştirdiği bilge
kişilerle de Türkiye’ye örnek olmuş; şimdi ki ismiyle de
anılan; “bölgesinin huzur ve güven adasıdır”
BERAY NUR TENEKE
Kıymetli misafirler, gecemizin programını yönetmek üzere
gazeteci yazar hocamız Bedrettin Keleştimur’u kürsüye davet
ediyoruz.
BEDRETTİN KELEŞTİMUR
Evet,ben İletişim Lisesi öğrencilerimize teşekkür ederek
sözlerime başlamak istiyorum. Onlar geleceğin iletişimcileri
olacaklar inşallah. Bu şehire İletişim Lisesi’nin ne kadar
gerekli olduğunu, İletişim Fakültesi’nin he kadar gerekli
olduğunu basınımız içinde idrak etmekteyiz. Evet ben sayın
protokola hoş geldiniz diyorum. Ankara’dan sanat ve edebiyat
dostlarımız var. Vakıf başkanımız ve etrafındaki güzel
şahsiyetler var. Kendilerine hoş geldiniz diyorum. Ve yine
Diyarbakır’dan sanat ve edebiyat dostlarına hoş geldiniz
diyorum. Elazığ’dan gelen tüm değerli katılımcılara da
ayrıca hoş geldiniz diyorum.
Ecdat ne diyorlar; “Önce Selam, Sonra Kelam” “Önce Refik,
Sonra Tarik”
Bizleri biraraya getiren söz meclisinin, sanat meclisinin,
İlim ve irfan meclisinin adına Elazığ’da; “Kürsübaşı…”
Diyarbakır’da; “Velime…” diyoruz. Bu sohbet geleneği
Anadolu’nun değişik illerinde değişik isimlerle anılır.
Bizim, sanat ve edebiyat camiasının refiki/ yol arkadaşı
şehrimizin siz ilim, irfan sahibi, marifet sahibi, ehli hal
sahibi şu nezih/ güzide topluluğudur.
1937 tarihinde Gazi Atatürk’ün doğu gezilerinde iki güzide
ilimiz; Diyarbakır ve Elazığ…
Gazi bu gezilerinde her iki şehrimizin canlı, diri, dinamik
yaşayan sivil kültürü karşısında duygulanıyor;
hayranlıklarını ifade ediyorlar…
Fırat Üniversitesi Dr.Öğr. Üyesi Yavuz Haykır, 1937 yılı
doğu gezilerini/ Atatürk’ün Elazığ’a gelişlerini; “arşiv
belgelerini, süreli yayınları, fotoğrafları, tetkik
eserleri, sözlü tarih çalışması kullanarak…” bir dönemi
bütün veçheleriyle günümüze taşıdılar.
“Atatürk ve Elazığ” eseri, Manas Yayıncılık’ıın 75. eseri
olarak bugün; bu edebi sofrada sizlere takdim ediliyor.
Manas Yayıncılık; şunu rahatlıkla ifade edebilirim ki; bir
Türkiye modeli… Prof. Dr. Ahmet Buran’ın ifadeleriyle;
“Manas Enstitüsü…” Bizler bilgiyle, ‘geleceğe-aydınlık
Türkiye’ye yürüyeceğiz’ Bu gecelerin amacı; “şehrimizi ortak
bir akılda ve ortak bir kültürde buluşturmak; Farabi’nin
ifadeleriyle; “şehir ve erdemli insan ufkunu…” dünden
bugünlere; Büyük Türkiye idealine taşımaktır.
Doktor Yavuz Haykır’ı; Gazi’nin aziz hatırası için
hazırlamış olduğu eseri tanıtmak için kürsüye davet
ediyorum.
Dr. Öğr. Üyesi YAVUZ HAYKIR
Kıymetli Protokol, Değerli Misafirler,
Bu etkinliğimize şeref verdiniz, hoş geldiniz. Ben kısa bir
konuşma yapacağım. Daha çok kitabın içeriği hakkında kısa
bir bilgi vereceğim. Daha sonra konuşmacı hocalarımız
Atatürk ve Elazığ ile ilgili Atatürk’ün Türk milletine
yapmış olduğu önderliği daha geniş bir şekilde
anlatacaklardır.
“Atatürk ve Elazığ” isimli bu çalışmam iki bölümden
oluşmaktadır. Birinci bölümde Elazığ vilayetinin kuruluşu,
Atatürk’ün Birinci Dünya Harbi sırasında Elazığ ve
havalisinde yapmış olduğu görevler ve bu dönemde Elazığ
bölge halkıyla teması, İzmir suikastında Elazığ’dan verilen
tepkiler, 1931 yılında belediye başkanı olan Hürrem
Müftügil’in Atatürk’ü Elâzığ’a daveti, Elâzığ Halkevi, gazi
heykeli ve kültür mahallesi projesinin uygulamaya konulması
başlıkları altında cumhuriyetin ilk yıllarında Elazığ ve
Atatürk ile ilgili bölümler yer almaktadır. Hem
cumhuriyetimizin ilk yıllarındaElazığ’ın tarihsel gelişimi
hem de Atatürk’ün Elâzığ halkıyla olan bağlantısı bu bölümde
incelenmiştir.
Çalışmamın ikinci bölümünde ise Atatürk’ün Doğu Gezisi konu
edinilmiştir. Bu bölümde geniş bir şekilde Elâzığ gezisi ve
bu gezide yapılan faaliyetlerden dönemin yazılı ve sözlü
kaynakları geniş bir şekilde kullanılarak anlatılmıştır.
Yine bunun yanında Mamuratülaziz olan şehir isminin Elâzığ
olarak değiştirilmesi ve bu günün Elazığ Belediyesi
tarafından “Atatürk Günü ve Gecesi” olarak kabul edilmesi ve
her yıldönümünde de anılması hakkında da yine geniş bilgiler
verilmiştir.
İşte bu ikinci bölümde bu ziyaretgeniş bir şekilde
incelenmiş, o dönemin kaynaklarıyla yazılmıştır. Yine ikinci
bölümde Atatürk’ün vefatı dolayısıyla Elazığ’da bir matem
töreni yapılmıştır. Bu matem töreni Başbakanlık Cumhuriyet
Arşivi başta olmak üzere o dönemdeki süreli yayınlar ve o
dönemin fotoğrafları da kapsamlı bir şekilde kullanılarak
yine bu kitabımızda yer almıştır.
Şimdi baktığımızda Atatürk 1937 yılında Doğu Gezisi’ne
çıkmıştır. Ve yine bildiğimiz gibi büyük Atatürk Milli
Mücadele’yi gerçekleştirdikten sonra ikinci bir mücadeleye
başlamıştır. O da modern bir Türkiye, muasır bir medeniyet
seviyesine ulaşmış bir Türkiye idealidir. Bu amaçla birçok
inkılaplar gerçekleştirmiştir. Atatürk’ün bu muasır
medeniyet idealine ulaşma mücadelesinde yapmış olduğu bu
inkılapları yerinde görmek için birçok defa cumhurbaşkanlığı
döneminde geziler düzenlediğini görmekteyiz. O dönemin
ulaşım şartları da göz önüne alındığında gerçekten zor
şartlar altında birçok bölgeye gittiğini de görmekteyiz.
Yine biz çok iyi biliyoruz ki, Cumhuriyetin ilk yıllarında
Ankara’dan öteye yol yok. Demiryolu Ankara’da bitiyor, zaten
karayollarına baktığımızda hak getire. Ankara’dan öteye bir
karayolu şebekesinin, bir demiryolu şebekesinin olmadığını
da çok net görmekteyiz. Ve baktığımız zaman Cumhuriyet
idarecilerinin en çok önem verdiği konulardan biride ulaşım
olmuştur. Bu anlamda ulaşımda demiryoluna öncelik
verilmiştir.
Fevzi Çakmak Paşa’nın bir sözü her zaman benim aklıma gelir.
Diyordu ki,“Eğer Ankara-Erzurum demiryolu olsaydı biz
Sarıkamış’ta bir facia yaşamayacaktık. Biz Sarıkamış’ta bir
mağlubiyet yerine zafer kazanacaktık.” Bunu vurguluyordu.
Fevzi Çakmak raporlarda gördüğümüz kadarıyla mutlaka ve
behemehâl ülkenin her tarafına ulaşan bir demiryolu ağının
kurulmasını sürekli dile getiriyordu. Bu anlamda Cumhuriyeti
kuran kadroların başta Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere
gerçekten ulaşım konusuna büyük bir önem verdiklerini
görmekteyiz.
Zaten Atatürk’ün,Elazığ’ın da içinde bulunduğu, Doğu
Gezisi’ne çıkış sebeplerinden birisi de Diyarbakır’da
demiryolunun temel atma törenine katılmaktır.
Sivas-Malatya-Yazıhan-Sivrice-Elazığ Diyarbakır hattı
üzerinde bir Doğu Gezisi düzenlemiştir. Daha sonra Mersin
taraflarına giderek 21 Kasım 1937’de bu geziyi
tamamlamıştır.
Bu gezdiği bölgelerde halkın şikâyetlerini ve dertlerini
dinlemiştir. Gerçekten halkın devlete nasıl baktığını, neler
düşündüğünü, neler hissettiğini görmek istemiştir. Yine bu
gezide bildiğiniz gibi Tunceli’de Singeç Köprüsü’nün
açılışını gerçekleştirmiştir. Halkın kültürel, sosyal ve
iktisadi yönden gelişmesi için yetkililere ciddi bir şekilde
görevler verdiğini de biz görmekteyiz. Bu gezi sırasında
şehir tarihi içerisinde bazı önemli şeylerinde
gerçekleştiğini görmekteyiz. İşte bizim Gölcük Gölümüz yine
bir Türklük şuuruyla büyük Atatürk’ün teklifi ile Hazar gölü
ismini alıyordu. Gölcük Gölünün Hazar Gölü olarak
adlandırılması talimatı veriliyordu. Yine bildiğiniz gibi
Elazığ bir yeni şehir, 1867’de kuruluyor. Daha önce Harput
olan vilayet merkezi, 1867’den sonra yani Harput önemini
kaybettikten sonra dönemin idarecileri şehrin taşınmasına
karar veriyorlar. Ve şehir mezra dediğimiz şimdiki bölgeye
iniyor. O dönemin padişahı sultan Abdulaziz idi. Sultan
Abdülaziz’e izafeten Mamuratülaziz ismi 1867’de veriliyordu.
Daha sonra, Abdulaziz’den sonra ise yerine geçen yeni
padişahlar döneminde Mamuratülaziz kelimesinin şehir ismi
olarak çok kullanılmadığını görüyoruz. Kısaca Elaziz
deniliyor. Birde halk kullanım kolaylığı,ağız alışkanlığı
olarak Elaziz’i kullanıyor.
1900’lerden itibaren belgelere baktığımızda Mamuratülaziz
isminin pek kullanılmadığını, Elaziz isminin tercih
edildiğini görmekteyiz. Nihayetinde Atatürk’ün Doğu
Gezisi’nde yani 1937 yılında Elaziz ismi Elazığ olarak
değiştiriliyordu. Yani “azığı bol memleket” anlamında bu
isim değişikliği gerçekleşiyordu.
İsim değişikliği Elazığ halkevinde yapılan kültürel gecede
konu edilmiş ve dilbilimcilerin ve edebiyatçıların
katılımıyla bu isme karar verilmiştir. Yine aynı şekilde
Diyarbekir isminin Diyarbakır’a çevrildiğini görmekteyiz.
Bölgenin maden anlamında çok bereketli olduğu tarihsel bir
gerçektir. Bölgesindeki bakır madeni zenginliğine izafeten
Diyarbekir isminin Diyarbakır olarak değiştirildiğini
görmekteyiz.
Mustafa Kemal bu isim değişiklikleri için “Bu ülke, bu
topraklar falancanın, filancanın değil, milletin malıdır.”
diye vurgu yapıyordu. Milletin kültürüne, geleneğine,
tarihsel yapısına uygun isimler verilmesini elinden
geldiğince yapmaya çalışıyordu. Ve millet kavramını Kürt,
Laz, Çerkez, Alevi, Sünni vs. etnik ve mezhepsel bir ayrım
yapmadan bir millet şuuru oluşturmaya çalışıyordu.
Baktığımız zaman Mustafa Kemal Atatürk bunu çok ciddi bir
şekilde başarmış yani etnik farklılıkları bir tarafa bırakıp
büyük Türk milleti şuurunu oluşturmuştur. Türkiye’nin
gerçekten birlik ve beraberlik içerisinde yaşama azminde
olduğunu yaşadığımız olaylarda göstermektedir.
Günümüzdeki siyasi mülahazaları, dini ve etnik unsurlarıbir
tarafa bırakırsak her kesimden insanın bu çatı altında, bu
birlik altında yaşama hissiyatının daçok yüksek olacağını
ifade edebiliriz.
Çalışmamızda Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi,Cumhurbaşkanlığı
Arşivi ve Elazığ Belediyesi Sicil Arşivlerinden
faydalanılmıştır. O dönemin ulusal yayın yapan dergi ve
gazeteleri taranarak çalışmada kullanılmıştır. Ayrıca
çalışmamıza konu olan dönem içerisinde Elazığ’da yayın
hayatını sürdüren Mamuratülaziz,Turan,Elazığ gazeteleri ile
Cumhuriyetten sonra Elazığ’da yayınlanan ilk dergi olan
Altan Dergisi de bu çalışmada yine kaynak olarak
kullanılmıştır. Yine bu çalışmada hatıratlar
taranarakonların konumuzla ilgili kısımlarından istifade
edilmiştir. Çalışmamızda o dönemin bakış açısı,o dönemi
bizzat yaşayanların hissiyatı ve tecrübesine sunularak yorum
yapmalarına zemin hazırlanmıştır. Bu kapsamda sözlü tarih
çalışması da yapılmış, o döneme tanıklık etmiş kişilerden ve
onların anılarından istifade edilmeye çalışılmıştır. Bu
anılar elden geldikçe diğer kaynaklardaki bilgilerle
karşılaştırılmış, doğruluğu teyit edilmiş, ondan sonra
kullanılmıştır. Veya farklı bilgiler dip notlarda
belirtilmiştir. Araştırma sürecinde yapmış olduğumuz
görüşmelerde bize katkı sağlayan Prof.Dr. Melih Boydak,
Prof.Dr. Kerim Sunguroğlu, emekli öğretmen Cahide Dalokay
Özdemir, klasik filolog ve fotoğraf sanatçısı Feridun Şedele,
inşaat mühendisi Tarık Tahiroğlu, emekli gazeteci Mecit
Ergene, araştırmacı yazar Lütfü Ergene, yüksek makine
mühendisi Nurhan Sunguroğlu, Gürkan Yalçınkaya, Hayriye
Akar, öğretmen Mehmet Akar ve Sedat Çağlayan’a burada
teşekkürlerimi sunarım. Ayrıca çalışma esnasında
görüştüğümüz ve kitap yayınlanmadan vefat eden Elazığ Eski
Belediye Başkanı Kemal Şedele’nin kızı Sevin Şedele, yine
merhum büyüğümüz Ziya Çarsancaklı, emekli konsolos Hasip
Memişoğlu,emekli tabip Tuğgeneral Nihat İlhan ve klarnet
sanatçısı Mevlüt Canaydın’ı da burada saygı ve rahmetle
anmak istiyorum. Yine bu çalışma sırasında Elazığ
musikisiyle ilgili kendisine başvurduğum sık sohbet
ettiğimiz şu an yoğun bakımda tedavi görmekte olan Elazığ
Folklor ve Turizm Derneği’nin başkanı kıymetli abimiz
Bünyamin Eroğlu’na da burada acil şifalar dilemek istiyorum.
Ayrıca “Atatürk ve Elazığ” isimli böyle bir faaliyetin
düzenlenmesi dolayısıyla Elazığ Valiliği, Elazığ Belediyesi,
mensubu olmaktan gurur duyduğum Fırat Üniversitesi başta
olmak üzere düzenlemede yer alan Elazığ Kültür ve Tanıtma
Vakfı, Elazığ Musiki Konservatuvarı Derneği, Elazığ Folklor
ve Turizm Derneği, Diyarbakır Kültür Turizm ve Musiki
Derneği, Fırat Üniversitesi Fotoğrafçılık Öğrenci Topluluğu,
Fırat Üniversitesi Atatürkçü Düşünce Öğrenci Topluluğu’na
teşekkürlerimi sunuyorum. Ve son olarak da tüm bunların
yanında hem kitabın yayınlanmasında hem de böyle güzel bir
gecenin tertip edilmesinde öncülük eden, bir anlamda
Elazığ’da Çırpanizade Ali Haydar Bey’den başlayıp merhum
Fikret Memişoğlu’yla devam ederek günümüze kadar gelen
kültür ocağının merkezi Manas Yayıncılık’a ve Şener Bulut’a
şükranlarımı sunuyorum. Ayrıca bu anlamlı geceye teşrif
ettiğiniz için siz kıymetli misafirlerimize teşekkür ederek
sabrınıza ve affınıza sığınıyorum. Teşekkür ediyorum.
BEDRETTİN KELEŞTİMUR
Evet, Dr. Öğr. Üyesi Yavuz Haykır’a çok teşekkür ediyorum.
Bizlere bir kaynak eser kazandırdı. Özellikle ben Milli
Eğitim Müdürlüğü’nü de burada önemli bir göreve davet
ediyorum. Çünkü her okulda bulunması gereken bir kaynak
eser. Manas Yayıncılık’a da bu eseri bizlere kazandırdığı
için teşekkür ediyorum.
Şiir, ‘gönle doğan ilham…’ olarak ifade edilir.
O ilham için Allah Resulü (asv) “şiirde hikmet vardır” diye
buyururlar.
Fuzuli için şair, “gam kervanının yolcularıdır” der.
Bizim tarifimizde şiir, ‘gönüllerden süzülen söz
billurları!’
Günerkan Aydoğmuş’un “Elazığ Garı’nda Ata’yı Beklerken”
şiirinde;
Zaman tünelinde yolculuk yapacaksınız... Bir dönemi, tarihi
yaşayacaksınız.
Eğitimci-Yazar-Şair Günerkan Aydoğmuş’u bu güzel şiirini
okumaları için kürsüye davet ediyorum.
GÜNERKAN AYDOĞMUŞ
Yıl 1937, Kasımın 17’si
Tatlı bir rüyada bugün Elazığ
Ellerde ayyıldızlı bayraklar
Yollarda koşuyordu insanlar
Durmuştu zaman Elazığ Garı’nda
Türkülerle gelip türkülerle giden trenler
Bir türlü düdük çalmıyordu uzaklardan.
Yıl 1937, Kasımın 17’si
Çanakkale’de kükreyen aslan
Dumlupınar’da Başkomutan
Ve Türk’ü cihana tanıtan o büyük insan
Elazığ Garı’na girecekti birazdan.
Yıl 1937, Kasımın 17’si
O gün kartal yuvası Harput’tan
Fatihler iniyordu Mezire’ye
Güz mevsimi esen tatlı bir rüzgâr
Soğuk, karlı dağlara inat
Yemen türküleri getiriyordu.
Elazığ Garı’nda tatlı bir telaş
Caddelerde bir heyecan
Ve beklenen düdük çaldı uzaklardan
Gözler çakmak çakmak
Gözler ışıl ışıldı
Elazığ Garı’nda durdu bir tren
Gelen yorgun bir savaşçı
Gelen Anadolu’ydu.
Ve Elazığ’da o gün her gakgoş;
Mustafa Kemal oldu.
BEDRETTİN KELEŞTİMUR
Günerkan Aydoğmuş Beye çok teşekkür ediyorum.
Bir şiiri, bir sözü; ‘hoş bir sedaya dönüştüren…’
Bestekârlarımızdır.
Sayın Günerkan Aydoğmuş’un; “Elazığ Garı’nda Ata’yı
Beklerken” şiiri,
Bestekâr, Doğan Sever tarafından bestelendi…
Doğan Sever ağabeyimizi, “Elazığ’ın Itri’si…” olarak
tanımlamak istiyorum.
Bu güzel insan, “300’e yakın eserin bestesini…” yapmışlar!
Elazığlı, “şairlerimizin…” eserleri artık geleceğe
taşınıyor!
İnşallah, Fırat’ta, Dicle’de; “şairlerimizin ses
coğrafyası…” olacak!
Bu şehirde, ‘yeni sanat güneşleri…’ doğacak!
Söz, “sanat güneşine…” gelmişken ilk hafızalara;
Elazığ’ın, “sanat güneşi…” Naci Sönmez Beyefendi hafızalara
gelir!
Naci Sönmez, bir eseri okurken; “o esere bütün ruhunu
veren…” şahsiyet!
Güftesi Şair Günerkan Aydoğmuş’a, Bestesi Doğan Sever’e ait
olan,
“Elazığ Garında Ata’yı Beklerken” eserini kıymetli
sanatçımız Naci Sönmez’den dinleyeceğiz
Buyurun Naci Sönmez Beyefendi…
BEDRETTİN KELEŞTİMUR
Bu nezih çalışmanın 23 Nisan Milli Hâkimiyet ve Çocuk
Bayramının hemen arifesinde Yapılmış olması; Bu gecenin
‘ifade ve mana cephesini de…’ güçlendirmektedir. Bu anlamlı
geceden bizler büyük bir feyiz alıyoruz. “Milli Mücadele
büyük bir Destandır” Böyle onurlu destanlar da, “bin yıl
İslam’ın bayraktarlığını yapmış bu millete yakışır elbette…”
İstanbul’un fethini müjdeleyen Hacı Bayram Veli’nin makamı
Ankara’dadır. İlk Meclis Üyeleri; açılış öncesi o makamı
ziyaret edecekler. “Türkiye Büyük Millet Meclisi dualarla
açılacaktır” O ruhu bugünlerde bir daha düşünüyorum;
Atatürk Sivas’ta, “İrade-i Milliye Gazetesi’nin…” isim
Babası olacaktır!
Ankara’da, “Hâkimiyet-i Milliye Gazetesi’nin…” aynı zamanda
isim Babasıdır!
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin, özünde ne vardır?
“Hâkimiyet Kayıtsız Şartsız Milletindir…”
O irade, ‘erdemli insan…’ yetiştirecektir.
O irade, ‘tarihi tefekkür…’ edecektir.
O irade, ‘yükselen bir nesli…’ geleceğe hazırlayacaktır.
Şu anda sizlerin huzurunda; Atatürk’le birlikte “İlk
Meclisi…” düşünmekteyim!
İlk meclis, bilge kişilerden oluşan nezih bir meclis
Nezih Meclis’te yer alan bu diyarın yürekli insanı; “Dede
Nüzhet”
ilk Meclis milli mücadeleyi yöneten olağanüstü meclistir!
İlk Meclis’teki Milletvekillerinin o dönem ülke şartları
dikkate alındığında;
Vekillerin, yüksek bir eğitim düzeyine sahip oldukları
görülür!
İlk Meclisin Gerçekleştirdiği faaliyetler arasında;
“Batı Anadolu’da düzenli ordu kuruldu,
Doğu, güney ve batı cephelerindeki zaferlerle Anadolu
işgalden kurtuldu,
1921 Anayasası ve İstiklal Marşı kabul edildi,
Mudanya Ateşkes Antlaşması imzalandı,
Lozan görüşmelerine başladı…”
Dede Nüzhet, Atatürk’ün sanat ve edebiyatını takdir ettiği,
fikir ve görüşlerini aldığı bir şahsiyet… Dede Nüzhet
Harput’ta meftun İmam Efendi’nin en yakın yol arkadaşı,
tasavvuf ehli ve aynı zamanda nüktedan bir şahsiyettir…
Dede Nüzhet Kimdir? Onun şahsiyeti, kimliği hakkında
torunları emekli eğitimci-yazar büyüğümüz Erhan Saraçoğlu
bizlere anlatacaklar…
ERHAN SARAÇOĞLU
‘’Bırak beni haykırayım, susarsam sen matem et.
Unutma ki şairleri haykırmayan bir millet,
Sevenleri toprak olmuş öksüz çocuk gibidir.’’
Mehmet Emin Yurdakul o günlerde böyle haykırıyordu.
Bir başka Mehmet, Mehmet Akif ise o muhteşem Çanakkale
Şehitleri isimli şiirinde şöyle haykırıyor ve:
‘’Asımın nesli diyordum ya nesilmiş gerçek
İşte çiğnetmedi namusunu çiğnetmeyecek.’’ diyordu.
Bu haykırışlarla, bu telkinlerle ve milletinin
damarlarındaki asil kandan da gücünü almak suretiyle aslında
Türklüğün ifadesi olan ve Asım’ın nesli olarak
isimlendirilen bir nesil vücuda getirilmişti. İşte Mehmet
Akif’in, Asım’ın nesli olarak vasıflandırdığı ve bu isimle
tesmiye ettiği, namusunu çiğnetmemiş ve çiğnetmeyecek olan
nesil sizlersiniz. Verdikleri millî telkinlerle,
aşıladıkları yüce ve ulvi ruhla bizi bu günlere ulaştıran
büyük şairlerimizin huzurlarında huşuyla ve saygıyla
eğiliyorum.. Kendilerine Cenab-ı Hakk’tan rahmetler
diliyorum. Onların telkinleri, verdikleri moral gücünün,
millî ruh ve coşturan şiirlerinin hasıl ettiği,
yetiştirdiği, bugüne getirdiği, bu ruhu aşıladığı Asım’ın
nesline yani bu milletin fertleri olan sizlere saygılar
sunuyorum, huzurunuzda huşu ile eğiliyorum.
Ulu önder Atatürk’ün Elâzığ’ı teşrifleri münasebetiyle
hazırlanan bu programda, ilk mecliste Mustafa Kemal’in
davetiyle meb’us olarak görev alan Nüzhet Dede’den, meclise
iştirakinden, Mustafa Kemâl‘e olan dostluk ve yakınlığından
bahsedecek, o devri anlatan ve yansıtan şiirlerinden
okuyacağım. Erzurum ve Sivas Kongrelerini müteakip merkezi
Ankara’da olmak üzere Anadolu Meclis-i Meb’usanının
kurulmasına karar verilmişti. Teşkil edilecek meclis bir
kurucu meclistir. Anadolu genelinde temayüz etmiş, ilim ve
irfanından faydalanılacak, vatan-perverliğine güvenilir ve
çevresinden, muhitinden yararlanılabilecek şahıslar Meclise
davet edilmektedir. Şahıslar, Mustafa Kemâl’in riyasetindeki
heyetler tarafından tespit edilmekteydi. O günlerin tek
iletişim aracı olan telgraf vasıtasıyla ilgililere tebliğ
ediliyor ve onların Meclise iştirakleri sağlanıyordu. Nüzhet
Dede’ye de Ergani meb’usu olarak Meclise iştiraki hususunda
arka arkaya üç telgraf gelmişti. O telgraflar yakın
tarihlere kadar bizde mevcuttu. Nüzhet Dede meclise çok
yaşlı bir döneminde iştirak ediyor. Ankara’ya giderken yolda
karşılaştığı tanıdıkları veya arkadaşları, Dedebey, yaşlı
adamsın biz gittik gördük kurtuluş ümidi yok, sen de gidip
görüp döneceksin diyenler var ise de onların bu telkinlerine
aldırmıyor ve onlara “Evladım ben artık halkımla,
memleketimde hemşerilerimle vedalaştım bu yola baş koydum ya
muvaffak oluruz ya da oralarda kaybolur gideriz” der ve bu
zihniyetle yoluna devam eder, meclise dahil olur. O günler
çok buhranlı günlerdir. Bunları anlatmaya yürekler dayanmaz,
zamanlar yetişmez. Akif’in bir şehit için “Gömelim gel seni
tarihe desem sığmazsın’’ dediği bu yüce milleti ve tarihini
nereye gömelim? Nereye sığdıralım. Maceralarını,
yaşadıklarını, zaferlerini, asaletini, adaletini neyle nasıl
ifade edelim ve nerelere sığdıralım? Bu mümkün değil.
Dede meclise geldiğinde vaziyetin vehametini yakından görür.
Meb’uslar mahzun, ümitsiz, umutsuz. Meclis binası beyt-ül
hazene dönmüştür. Gayet tabii mecliste hava çok bozuk,
moraller çok bozuk, ülke bir yangın yeri halinde, cayır
cayır yanıyor, yakılıp yıkılıyor. Nehirlerinden su yerine
kan akıyor, yeryüzüne asırlarca adalet dağıtmış bu asil
millete her türlü zulüm, eza ve cefa reva görülüyor.
Hıristiyan âleminin bu defa tümüyle İslâm’a karşı giriştiği
dokuzuncu haçlı seferidir bu sefer. Bu sefer evvelkiler gibi
kalkan kılıçla değil; topla, tüfekle, en ağır silahlarla,
uçaklarla, donanmalarla yapılmaktadır. Top sesleri meclisten
duyuluyor. Yunan Polatlı’ya kadar gelmiş, bu arada Bursa da
işgale uğramıştır. Meclis’in Kayseri’ye nakli
düşünülmektedir. Böyle vahim günler yaşamış bu Türk Milleti.
Fakat bunları evel-Allah bertaraf etmek suretiyle bizleri
bugünlere ilk meclis ve o meclisin değerli üyelerinin say ve
gayreti getirmiştir. Hep özlediğimiz, zaman zaman övgüyle ve
sitayişle bahsettiğimiz ilk meclis ruhu dediğimiz ruh, işte
bu ruhtur. Medyunuz, minnettârız ve müteşekkiriz. Ben o
günlere temas etmeden ve Nüzhet Dede’nin o günlere ait
şiirlerinden okumadan evvel bu başarıları elde eden Türk
milletinin ne olduğunu, kim olduğunu kısaca anlatmaya
çalışacağım. Tarihten aldığımız bilgiye göre ta Çin
Seddi’nden ve ötesinden, Büyük Okyanus’tan Atlas Okyanusu’na
kadar asırlarca at koşturmuş çok sayıda cihan
imparatorlukları kurmuş bir millettir Türk milleti. Bu
hususu Ahmet Hikmet Müftüoğlu Çağlayanlar isimli eserinde
şöyle ifade eder: ‘’Ey Türk! Sen şarkın kınına girmeyen
kılıcısın, dövüle dövüle tavlanır, vurula vurula kırılırsın,
gene her parçandan bir kıvılcım, her kılıcından bir yıldırım
doğar; ne bitmez ve tükenmez bir feyzin var. Ey Türk!’’
Namık Kemâl ise bunu teyid eder mahiyette ve bir
kıvılcımından yıldırımlar doğar sözüne mümasil bir ifadeyle:
"Biz ol al-i himem erbab-ı cidd ü içtihadız kim,
Cihangirâne bir devlet çıkardık bir aşiretten" demektedir.
O aşiret (Kayı Boyu) bir kıvılcımdı. Ondan bir cihan
imparatorluğu (Osmanlı İmparatorluğu) hasıl oldu, vücûd
buldu. İşte Türk budur.
Kaşgarlı Mahmut Divanü Lügati’t Türk isimli eserinde: Türk
kavmine Türk adının Ulu Tanrı tarafından verildiğini
söylüyor ve bir Hadise istinad ederek şunları ilâve ediyor.
‘’Benim bir ordum vardır, ona Türk adını verdim. Onları
doğuda yerleştirdim. Bir ulusa kızarsam Türkleri o ulus
üzerine musallat kılarım.’’ diyor. İşte bu Türkler için
bütün insanlığa karşı bir üstünlüktür. Çünkü Tanrı onlara ad
vermeyi kendi üzerine almıştır. Onları yeryüzünün en yüksek
yerlerine yerleştirmiş ve onlara (kendi ordum) demiştir.
Çanakkale harbinde ve bilhassa Bedir Gazvesinde Cenab-ı
Hakk’ın bu millete ve İslam’a manevi yardımı oldu. Bedir
Gazivesindeki aşikar (Enfal Suresi 17.Ayet) Bedir’de Hz.
Muhammed, Cebrail (Aleyhisselâm’ın) tavsiyesi üzerine yerden
bir avuç kum alarak müşriklerin üzerine attı. Bu atış
onların hezimetine vesile oldu. Görünüşte Hazret-i Muhammed
attı. fakat Allah u Tealâ, “Onları öldüren siz değildiniz
onları öldüren Allah’tı, attığın zaman da sen atmadın Allah
attı’’ buyuruyor. Çanakkale için de aynı şeyler söylenir.
Yardımcı olan bu manevi güçlere cünud-i gayb diyoruz.
Gayb’ın orduları, Gayb’ın askerleri demektir.
Nüzhet Dede!nin şiirlerinde de cünud-gayb (gaybın askerleri)
ifadesi geçer. Peyam-ı Sabah muharriri Bican efendinin Dede
hakkında kaleme aldığı bir mak’alesine mukabil, Nüzhet
Dede’nin yazdığı (bizi) redifli gazelinde:
Bu gılaf-ı tende setretmiş edeb erkân bizi,
Görmemişken canlılar görmüş bugün bi-can bizi
Şad-kâm ol, şad-kâm ol müjde olsun hoş peyam,
Çekti iklim-i halâse ‘’ HAZRET-İ KUR’AN ‘’bizi.
Minnet etmez Müslümanlar şah u mahe serfüru
Çünkü ümmet eylemiş’’Peygamber-i Zişan’’ bizi.
MECLİS-İ MİLLÎ çelikten pek kavî bir kal’adır;
İhtimâli var mıdır mağlûb ede Yunan bizi?
Ağzını yırtar CÜNUD-İ GAYB ile Allah (ı) bil,
Bi-kes ü bî-vâye mi zanneyliyor düşman bizi?
Ger kesilse kang-ren olmuş derûn-i yâremiz;
Arayıp bulmaz mı ya her yerde, her derman bizi?
Onsekiz bin âleme sığmaz vücûdum zevrakı;
İstiab etmez, sakın depretme bu meydan bizi.
Nüzhet’a, bas ağzına mühr-i sükûtu, ebkem ol;
Sen de bi-can ol ki bir can, etmesin seyran bizi.
Duymamışken sem-i cânım böyle bir zurna-yi aşk,
Bu sâdâ, gâh eyledi giryan, gâhi handan bizi.
Mısralarıyla kaleme alınmış olan manzume bu durumu ifade
etmektedir.
Günler, aylar, yıllar gelmiş geçmiş, zaman ve şartlar
değişmiştir. Şarkın kınına girmeyen kılıcı vurula vurula
yeniden kırılmıştır. Kırılan bu kılıç, Osmanlı’nın artık
bittiği andır. Muhakkak ki kırılan bu kılıçtan kıvılcımlar
ve bu kıvılcımdan da şimşekler doğacaktır ve nitekim doğdu
da. İşte doğan o şimşek, yeni Türk Devleti’dir. Türkiye
Cumhuriyeti’dir. İnşallah büyüyeceğiz ve yeniden dünyaya
hükmeden, adalet dağıtan cihan devleti halini alacağız. Her
şey aslına rücû eder.
Sevr Anlaşmasına göre Anadolu her taraftan işgal altına
alınmıştır. Doğudan, batıdan, kuzeyden, güneyden akın akın
gelen Hıristiyan orduları, bin yıllık Müslüman Türk yurdunu
kirli ayaklarıyla çiğnemekte, asil Türk milletinin
karşısında duydukları aşağılık kompleksini telâfi etmek
amacıyla Türk Milletini yeryüzünden silmek istemektedirler.
İşgal günlerinde Türk Milletinin yaşadığı acı ve feci
olayları, duyduğumuz elem ve ıztırabı M. Akif’in Bülbül
şiirinden de okuyor ve öğreniyoruz. Lirik tarzda yazılmış
olan bir şiiridir. Fakat hüzünlü bir şiirdir. Zira Akif bu
şiiri Bursa’nın Yunanlılar tarafından işgali üzerine
yazmıştır. Bursa yemyeşil bir memleket, zümrüt gibi bir
şehir, orada güller, gülistanlar var. Güller içerisinde göğe
ser çekmiş selviler var. Tahtını zümrüt dallar üzerine
kurmuş bülbüller var. Bülbülle kendisini, bülbüllerle
milletini mukayese eder. Bülbülün yuvası zirvelerdedir
çiğnenmez, benim vatanım ayaklar altında çiğnenmektedir. Ey
bülbül feryat edecek biri varsa benim, senin bir damlacık
göğsünü parçalarcasına bu feryadına sebep nedir? Vatanı
yakılıp yıkılmış, esaret altındaki milletine her türlü
zulüm, eza ve cefa reva görülmüş, tarihine, kutsallarına el
atılmış, tahrip ve tahrif edilmiş biri olarak matem de,
feryat da benim hakkımdır. Ey bülbül sen sus artık.
Mehmet Akif’in bülbül şiirini konuşmamın sonunda okumak
istiyorum. O vahim günleri ve anları yaşamış, bizlere de bir
ders-i ibret olmak üzere şiirleriyle yansıtmış ve yaşatmış
İstiklâl Marşı şairimizi de bu vesile ile anmak istiyorum.
İslâmiyeti yeryüzüne yayan, onu daim ve kaim kılan,
Tanrı’nın benim ordularım dediği Türk Milletinin uğradığı bu
tahammül-fersa elim ve vahim, acı ve feci durum karşısında
Mehmet Akif, isyan eder ve şu şekilde haykırır:
Yâ Râb, bu uğursuz gecenin yok mu sabâhı?
Mahşerde mi bîçârelerin, yoksa felâhı!
Nûr istiyoruz... Sen bize yangın veriyorsun
Yandık! 'diyoruz... Boğmaya kan gönderiyorsun!
……………………………………………………
Yetmez mi musâb olduğumuz bunca devâhi?
Ağzım kurusun... Yok musun ey adl-i İlâhî!
Buyurun bakalım. Lâ yus’elu ammâ yef’al olan, sorgudan
sualden münezzeh olan Cenabı Hakk’a karşı bu dini bütün
insanın vebali de göze almak suretiyle bile bile bu şekilde
sorgu ve sual tevcih etmesi işte o günün ıstıraplarının en
bariz bir ifadesidir. Eğer bu acıyı yüreğinde hissetmemiş
olsaydı Akif gibi bir insan böyle haykıramazdı.
Mustafa Kemâl’in başkanlığında kurulan ilk mecliste, Akif’le
birlikte dedem, Nüzhet Dede de bulunmaktadır. Nüzhet
Dede’nin şiirlerinde mealen birbirine tezat iki cephe, iki
tarz göze çarpar. Bu tarz şiirlerin bir türü mensup olduğu
tarikatın telkini ve genç yaşlarından beri gönül kaptırdığı
tasavvufi görüş ve düşünüşün etkisiyle yazdığı uhrevi alemi,
mana alemini konu olarak ele aldığı şiirleridir. Genç
yaşlarında tanıştığı Osman Bedreddini Erzurumi
Hazretleri’nin ve Erzurumi Hazretleri’nin tanıştırdığı,
bilâhare Nüzhet Dede’nin de şeyhi ve mürşidi olacak olan
Mahmudi Samini Hazretleri’nin tasavvufi telkinleri ile
tasavvufi konuda şiirler vermiştir. İntisab ettiği, gönülden
bağlanmış olduğu Mahmudi Samini Hazretleri’nin müridi ve
ayrıca Osman Bedreddini Erzurumi Hazretlerinin de ihvanı ve
dostu olarak bütün varlığı tasavvufi görüş ve düşünüşle
yoğrulmuş, ruhu mana alemiyle ve manevi duygularla haşr u
neşr olmuştur. Bilhassa Osman Bedreddin Hz.nin, Nüzhet
Dede’ye ait olan Çemişgezek’teki evinin bir bölümünün
Erzurumi Hz. ne tahsisi ile her iki ailenin on beş sene bir
ev gibi birlikte yaşamış olmaları, Dede üzerinde çok etkili
olmuştur. Bariz olan en önemli etki tevekküldür. Bu tevekkül
ile Nüzhet Dede, o buhranlı günlerde Akif kadar kuşkulu ve
endişeli değildir. Türk Milleti’nin bir gün bu esaret
gömleğini yırtacağından, boynuna geçirilen boyunduruğu
kıracağından, kollarına takılan esaret zincirlerini
parçalayacağından emindir. Cünud-i gayba inanmakta ve
güvenmektedir.
Tasavvuf harici bir başka tarz şiirleri ise hicviyeleridir.
Her ne kadar tasavvufi konularda, uhrevi mevzularda eserler
verse de o uhrevi âlemin dışında bir de şu maddi alem var ve
yaşamakta olduğumuz, yaşamaya mecbur olduğumuz bir alem var
ki burada envai çeşit rezaletler cereyan edip durmaktadır.
Bu rezaletlerin karşısında da sükut edemez. Bir mutasavvıf
olsa da işte o zaman hicviye dediğimiz şiirlerinde küfür
yoğunluktadır. Artık onun ağzını kimse bağlayamaz. Onu
susturmak mümkün değildir artık. Ben şimdi bunları
huzurunuzda okumaktan hicab duyuyorum. Meselâ meclisin
karatahtasına yazdığı hicviyeyi okuyacağım ama teeddüp
ediyorum. Utanç duyuyorum. Ama bir taraftan da Nüzhet
Dede’nin bu şiirleri kime karşı ve niçin yazdığını
düşünüyorum. Bizi inim inim inleten işgal kuvvetlerinin
devlet başkanlarına, başbakanlarına, krallarına veya diğer
makamlardaki görevlilerine, komutanlarına hitaben bu
küfürleri kullanmış. Niye kullanmasın ki? İngiliz başvekili
Lord Corc, Çanakkale harbinde İngiliz savaş bakanıdır. Yasak
olmasına rağmen askerlerimizin üzerine zehirli gazlar ve
kimyevi silahlarla taarruz ediyor. Vicdan sahibi bazı
matbuat mensupları, yazarlar, bilhassa kendisine muhalefet
eden İngiliz kraliyet hava kuvvetleri mensuplarının ‘’ne
yapıyorsunuz, bu silahlar yasak değil mi, bunlar insanlara
karşı kullanılmayacak denmedi mi?’’ Onları ikna için verilen
cevaba bakın: ‘’Ben onları insanlara karşı kullanmıyorum
Türklere karşı kullanıyorum.’’ der. Nüzhet Dede küfretmişse
büyük bir hata mı yapmış der ve kendi aramızda okuruz ve
dinleriz bu küfürleri, beis yok zannederim.
Nüzhet Dede, ‘’ben çocukluğumda ağlamışımdır, ama yetişkin
olduktan, biraz kendimi bildikten sonra ağladığımı hiç
hatırlamıyorum’’ der. Bir insan olaylar karşısında nasıl bu
kadar metin olabilir diye denemek isterler. Evinin selamlık
bölümünde ve yemekte olduğu bir sırada ziyaretine gelen
Fikri efendiye, -‘’hoş geldin Fikri buyur, gel beraber
yiyelim.’’ Fikri efendi-‘’ Ne geleyim Dede bey, ne diyeyim,
nasıl söyleyeyim bilemiyorum. Yaşlı adamsın, dışarıda duyup
perişan olmayasın diye evde duyurmayı uygun gördük’’
Dede:-‘’ Ne geveleyip duruyorsun ne ise açıkça söyle.’’ –
‘’Dede bey, mahdumun Hıfzı efendi köyde bir sekte-yi kalp
neticesinde sizlere ömür vefat etmiş.’’ Diyen Fikri efendiye
– ‘’Ya! Takdir-i İlâhi oğlum ne diyelim, bir gün ölmek için
doğmuştuk demek ki sıra onunmuş. Ben pek ilgilenemem,
yaşlıyım; sizler arkadaşları olarak neye karar verdiniz,
orada mı defnedeceksiniz, yoksa buraya mı nakledeceksiniz?
Hele gel, gel yemeğimizi yiyelim de düşünürüz.’’ der. Fikri
Efendi bu metanet ve tevekkül karşısında şaşkına dönmüştür.
Bir şiirinden aldığı şu mısra da onun aleme ve bu yaratılışa
nasıl baktığını ifade eder.
"BU HİLKAT ZANNEDERSEM AĞLAMAKTAN GÜLMEYE LÂYIK”
Böyle bir tevekküle sahip Nüzhet Dede diyor ki: -‘’Meclis’in
bir tatil saatiydi. Milletvekili arkadaşlarımdan bir grup
etrafımı aldı ve –‘’Dede bey bu halimiz ne olacak ?’’ diye
sordular. Meclis’in yaşlılarından olup, çeşitli devlet
görevlerinde bulunmuş bir kişi olarak benden teselli verecek
sözler duymak istiyorlardı. İşte o zaman konuşamadım.
Kelimeleri telaffuz edemiyor, boğulacakmış gibi oluyordum.
Konuşsam ağzımdan, hançeremden boğuk bir ses, bir hıçkırık,
bir feryat çıkacağını hissediyordum. Bu bir evlâdın ölüm
haberi değil, Koca bir milletin yok edilişi, bir vatanın
elden gidişiydi.
Bu halde Meclisin karatahtasına geçtim ve cevabımı irticalen
yazdığın şu mısralarla ifade etmeye çalıştım. Affınızı
dileyerek okuyorum.
Sakarya Harbi İçerisinde Mebuslara Teselli Vermek ve Kuvve-yi
Maneviyyeyi Düzeltmek İçin Yazılan Beyit
İnkıbâz olmuş ise âlem-i İslâm bütün;
İngiliz tuzu içer, Malta’da Yunan sıçarız.
Afganistan kadehi ile çekeriz Hint yağını;
Gâh Loyd Corc, gâhi Körzon, gâhi Kostan sıçarız.
Bolşevikler ile teşrik-i mesâ-i ederiz
Kızıl ordu gibi etrafa kızıl kan sıçarız.
Bizi bir katra bile saymâdılar deryâda.
O köpekler ne bilr, katrandan ummân sıçarız.
Ecnebiler dil uzatmış Arabistan bokuna;
Sonra bilmez işeriz, başına her ân sıçarız.
Ermeni milletine ver bu peyamı NÜZHET
Her sabah Ali Kemâl’in üstüne, mihrân sıçarız.
Ali Kemal Osmanlı’nın dahiliye nazırıdır Millî mücadele
aleyhinde bulunmuş ve biz zaferi kazandıktan sonra halk onu
İzmit’te linç etmiştir. Ali Kemâl’in torunu bugün İngiliz
hükumetinde hariciye nazırıdır (dışişleri bakanıdır.)
Nüzhet Dede bu şiiri yazdığı esnada Mustafa Kemâl Meclis
binası dışında imiş. Meclisi teşriflerinde karatahtaya
yazılı şiiri okur, mahlas beytinde geçen Nüzhet isminden
kimin yazdığını anlar. Gelir Dede’ye sarılır.
O günlerde ümitsizliğe düşmüş bir kısım milletvekilleri
Mustafa Kemâl’i itham ediyor ve İstanbul hükümeti galib
devletlerle (Sevr anlaşmasını kasden) bir anlaşma yapmış ve
bize de Konya ve havalisinde bir kısım toprak bırakmışlardı.
Şimdi oralar da elimizden gidecek diyorlar ve Meclis’i terk
ediyorlardı. Şiiri okuyan Mustafa Kemâl kürsüye geçer,
hakkındaki ithamlardan bahseder ve hitabetine: ‘’Dede bey
gibi benimle bu mücadeleyi devam ettirecekler var ise
onlarla birlikte mücadelemize devam ederiz. Onlar da
istedikleri zaman terk edebilirler. O ki bu mücadeleyi ben
başlattım, bu gaileyi milletin başına ben açtım, sonuna
kadar da ben götüreceğim Şöyle ki bütün Türk yurdu işgal
edilse, kürsüde bir ayağını kaldırır ve bu ayağımı
kaldırdığım yer de işgal edilmiş olsa, diğer ayağımı
bastığım yer ancak benim mezarım olacaktır’’ der. Meclis
hüngür hüngür ağlamaktadır. İşte İlk Meclis ruhu budur.
Ruhları şad olsun.
Büyük mücadeleler sonucunda zafer kazanılacaktır,
kazanılmıştır. Kazanılan zaferleri şiirlerle taçlandırmak,
gelecekteki nesillere intikal ettirmek gerekir. Zaferlerle
ilgili olarak ve o günleri yansıtan şiirlere Nüzhet Dede’nin
divanında çokça rastlamaktayız. Birkaç örnek verelim:
Z a f e r n a m e
Arş (i)den ferşe dikilse yeri var tak-ı zafer.
Ebr-i zulmet dağılıp eyledi işrak-ı zafer.
Yüzünü şems ü kamer yer yüzüne sürse ne var?
Bugün eflâki tutar nara-yi ezvak-ı zafer.
.
Hamdulillah galebe çaldı çelipaye hilâl
Etti yunanlıların bağrını ihrak (ı) zafer.
Pek büyük milleti temsil eden aza-yı feham,
Bağlayıp birbirine eyledi misâk-ı zafer.
Oynasınlar, kol açıp hoplasın ebna-yi vatan;
Tutsun âfakı bütün müjde-yi eşvak-ı zafer.
Milletin başına bir tac-ı bülent olsa nola?
Başkumandan’ımızın başına müştak-ı zafer.
Üç yıl oldu DEDE NÜZHET yazalı hayrı dua
(Eyyühe nnas) okunur işte bu evrak-ı zafer.
EYYÜHE NNAS: Ey insanlar demektir C. Hakk’ın insanlara
yaptığı bu hitap, Kur’an-ı Kerim’in 19 ayetinde geçer. *Bu
ayetlerde insanlara, Allah ve Peygamber inancı, doğruluk,
iyilik, güzellik, yanlışlardan kaçınma, kötülüklerden
korunma şeytana uymama gibi güzellikler ve hasletler telkin
edilmekte ve buyurulmaktadır.
İşte bu zafer evrakında da insanlığa yapılan bir hitap
mevcuttur ve okunmaktadır.
İnsanlık alemi kuvvetlinin zayıfı ezdiği, zulmün ve
haksızlığın kol gezdiği bir alemdir. Türk milletinin
kazandığı bu zaferler bütün insanlığa esaretten kurtuluş
için bir örnektir, bir yol gösteriştir. Bu zaferde ve zafer
evrakında insanlığa kurtuluş yolunu gösteren bir hitap
vardır.
Nihayet zafer kazanılmış, Nüzhet Dede ZAFERNAME şiiriyle
zaferimizi kutlamış, tebrik ve tescil etmiştir. Lâkin bu
büyük zafer tarihinin de tespit ve tescili gerekir.
Edebiyatımızda ebced usulü ile tarih düşürme sanatı ve
geleneği mevcuttur. Bu geleneğe göre bir ibarede (beyit,
mısra vs.) geçen harflerin değişmez yani mutlak rakamlarının
toplamı; anlatılan olayın tarihini verir. Şiirde geçen
(GALEBE KEMAL’DEDİR) mısrasındaki harflerin mutlak
değerlerinin toplamı zaferin tarihini vermektedir.
Tarih-i Zafer
Arkamız şimâldedir.
Yunan izmihlâldedir.
Loyd Corc ne haldedir?
Galebe Kemâl’dedir.
Loyd Corc’un işleri;
Açık kaldı dişleri.
Türkiye’nin şişleri,
Sanma ki zevaldedir.
Galebe Kemâl’dedir.
Bu Nüzhet’in hâmesi.
Kırık, yırtık câmesi.
Sevr ahid-nâmesi,
Bilmem ne me’âldedir.
Galebe Kemâl’dedir. Der.
Mustafa Kemâl’in liderliğinde başlayan Anadolu hareketi
nihayet başarıya ulaşmış, Sevr Anlaşmasıyla “yangolar,
mangolar” arasında piyango çekercesine taksim edilip
dağıtılmış olan mülkün bütünlüğü Misak-ı Milli esaslarına
göre sağlanmıştır. Bin yıllık Türk Yurdu işgalcilerin
elinden kurtarılmış, yapılan anlaşmalarla asıl sahibine
teslim edilmiştir. Hariçten gelen fitne ve fesatlar
silinmiş, dahilde ihtilâllerden eser kalmamıştır. Bütün
bunlar Mustafa Kemâl’in askeri dehasının, vatan ve millet
sevgisinin eseridir. Öyleyse takdire şayan ve şayeste olan
bu dehayı övücü sözlerle ifade etmek gerekir. Nüzhet Dede bu
amaçla aşağıdaki medhiyeyi kaleme almıştır. Diyebilirim ki
bu şiir Mustafa Kemâl hakkında yazılan ilk medhiyedir. On
iki beyitten oluşan bu şiirin ilk on bir beytinde Mustafa
Kemâl’e övgüler yağdırılır, son beyitte ise Dede’nin, ona
karşı olan sevgisi, saygısı, bağlılığı ve ulvi bir aşk
derecesine varmış olan muhabbeti ifade edilir. Bu beyti
kısaca açıklayalım:
Divan edebiyatımızda aşığın gönül kuşu maşuğunun
(sevgilisinin) zülüflerine takılır. Bu zülüfler kuş avına
çıkan avcıların, avlarını yakalamak için serdikleri ağ
gibidir. Kuşların ayakları ağa takılır ve avcılar da kuşları
yakalarlar. Kuşlar ağdan kendilerini kurtaramazlar. Nüzhet
Dede’nin methiyesinin son ve mahlas beytinde buna telmih
yapılmaktadır.
“Nüzhet senin gönlün o sevgilinin (Mustafa Kemâl’in)
zülüflerine takılmış, gönül kuşun o ağlara dolaşmış. O
ukdeyi, o düğümü senin bu anlamsız nazmın (şiirin) çözer mi?
Bu manasız nazmınla kendini ondan kurtarabilir misin? Onu
anlattım diye mutmain olup, bu kâfidir diyebilir misin? O
ukdeyi çözdün mü O’nu lâyıkıyla ifade edebildin mi?
M E D H İ Y E
Mushafta ser-veraktır, ser safha-yı cemâlın.
Kandîl-i nûr-i Hak’tır ey Mustafa, kemâlın.
Estikçe bâd-ı nusret,Îslâm’a geldi kuvvet,
Verdi semâya ziynet ,mevci kızıl hilâlın.
Bu hâk-i pâke karşı ettin fedâ hayâtın;
İmdâdına yetiştin bu halk-ı bî-mecâlın.
Hariçte sildin ahir her fitne vü fesadı;
Sâyende yok vücûdu dâhilde ihtilâlın.
Çekmişti yango, mango, bu mülke bir piyango.
Mâtetti şâh u ferzi temkin ü i’tidâlın.
Sen gibi bir bahâdır, tarihte nâmı nâdir;
Olmak sana berâber, mümkün mü İbn-i Zâl’ın?
Sende o hüsn-i niyet, bende ki bu dua var;
Hangi teres bükermiş ol kadd-i nev-nihalin?
Nüzhet, dilin dolaşmış giysû-yi dil şikâre;
Ol ukdeyi çözer mi bu nazm-ı bî-me’alin
Mustafa Kemâl de Nüzhet Dede’yi sever. Onun için,’’Dede bey
meclisin gülüdür’’ demektedir. Onun bu sevgisinde etkili
olan en önemli amil, muhakkak ki o buhranlı günlerde Meclis
tahtasına yazdığı ve şiirinin başına: (mebuslara teselli
vermek ve kuvve-yi maneviyeyi düzeltmek için yazılan beyit)
ibaresini koyduğu, düşmanı ve liderlerini hicveden şiiridir.
Dede’nin tevekkülünde tasavvufu, pervasızlığında kendi
ruhunu müşahede eden Mustafa Kemâl, onun vatanı uğruna
hiçbir fedakârlıktan kaçınmayacağının da farkında ve
idrakindedir. Peyam-ı Sabah gazetesinde (oğlum Hıfzı
efendiye vasiyetname) ismi altında yayınlanmış olan şiiri de
Gazi’nin nazar-ı dikkatinden kaçmamıştır. Sarıkamış
hareketinde (1914) donduğu için kangren olmaktan ayak
parmakları kesilerek kurtarılan oğluna vasiyetinde:
Perişan et bütün halkı perişan olmak istersen.
Bu külfethanede vahşetle zi-şan olmak istersen.
Diye başlayan şiirine
……………..
Şehid- i hançer-i yunan olursan gözlerim aydın.
Bu meslekten köpeksin ger girizan olmak istersen.
………………
Şiirin bir başka beytinde ise:
Ferid ol, feylesof Arten Kemal ol gayret et oğlum.
Eğer yunan gibi murdara ihvan olmak istersen.
…diye devam eder.
Şiirde geçen isimler: Ferit=sadrazam Damat Ferit paşa, Arten
Kemal =Dahiliye nazırı Ali Kemal’dir.
Mustafa Kemâl’in oturduğu sıra kürsünün hemen önündedir.
Sırasına geçerken yolu Dede’nin oturduğu sıranın önünden
geçmektedir. Nüzhet Dede’yi o kadar sever ki her sabah
sırasına geçişinde onun sakalını okşamadan geçmezmiş. Bir
gün Dede sorar:-‘’Paşam bu hareketinizle bana bir şeyler ima
etmek istiyorsunuz, her ne ise açıkça söyleyiniz.’’ Gazi:
-‘’Dede Bey senin sakalını seviyorum.’’ der. Dede: -‘’ Paşam
sen sakalı sevmezsin. Bana öyle geliyor ki sakalımı kesmemi
ima ediyorsunuz, yalınız şunu biliniz ki ben Dersim’de bu
sakalla geziyorum. Bana da çok itibar ediyorlar. Şayet
maksadınız bu ise, et Dersimi ihya, kes sakalımı.’’ der.
Nüzhet Dede ve birkaç arkadaşının Mustafa Kemâl’i makamında
ziyaret ettikleri bir gün konu ittihatçılardan açılmıştır.
Nüzhet Dede’nin İttihat Terakki partisi hakkında yazdığı bir
hicviyesi vardır. İttihad ve Terakki ileri gelenleri Osmanlı
Devletini Birinci Dünya Harbine sokmuş, Osmanlı devletinin
yıkılmasına ve Anadolu’nun işgaline de sebep olmuşlardı.
Savaş kaybedilince Talat, Cemal ve Enver paşalar savaş
suçlusu sayılmış ve yurt dışına kaçmışlardı. Talat Paşa
Berlin’de bir Ermeni militan tarafından, Cemal Paşa da
Tiflis’te gene bir başka Ermeni militan tarafından şehit
edilmiş, Enver Paşa ise batı Türkistan’da Ruslarla
savaşırken şehit düşmüştü. Sultan Abdülhamid’in tahttan
indirilmesi olayına karıştıkları ve birçok yanlışlıklara ve
yolsuzluklara sebebiyet verdikleri için İttihatçılar, halk
nazarında da itibarlarını kaybetmişlerdi.
Nüzhet Dede, hicviyesinde bu halleri, bu olayları dile
getirmektedir. Mustafa Kemâl’i ziyaretleri esnasında bu
şiirden haberdar olan bir arkadaşı: Mustafa Kemâl’e "Paşam,
Dede Bey’in bu konuda bir şiiri var, emir buyurunuz da
okusun dinleyelim.’’ der. Mustafa Kemâl, “Dede bey okuyunuz
dinleyelim.’’ Nüzhet Dede nasıl okuyabilirdi. Mustafa Kemal
de o partinin kuruluşunda yer alanlardandı. Hakaretlerle
dolu olan şiiri yüzüne karşı nasıl okuyabilirdi?
Korktuğundan değil. Hiçbir şeyden perva etmeyen, çekinmeyen
bir mizaca sahiptir. Fakat diğer arkadaşlarının yanında
hicve konu olan hususların ifade edilmesi hiç de uygun
değildi. Bu bakımdan ‘’Paşam, her ne kadar bu konuda bir
şiirim varsa da şu anda yanımda değil müsaade ederseniz bir
başka zaman okuyayım’’ diyerek tevil yoluna kaçar. Mustafa
Kemâl, -‘’Dede bey, ben senin zekânın ve hafızanın ne kadar
güçlü olduğunu bilirim. Sen bir şiiri yazarken o anda
ezberleyecek bir hafızaya sahipsin. Bana öyle geliyor ki
okumak istemiyorsun.’’ –‘’Evet Paşam’’ -‘’Neden?
-‘’Korkuyorum Paşam’’-‘’Kimden korkuyorsun? –‘’Kimden olacak
zat-ı alinizden.’’ Bu konuşma üzerine Mustafa Kemâl: -‘’Dede
bey, şunu biliniz ki hicviyelerinizde doğrudan şahsımı hedef
almış olsanız bile benden size hiçbir zaman zarar
gelmeyecektir.’’ der ve Nüzhet Dede de her bendi altışar
mısradan oluşan dokuz bendlik şiirini okur. Dede, ikinci
bendi okuduğunda Mustafa Kemâl zile basar. Odaya giren
yaverine: --‘’Oğlum, Dede bey’in okuyacağı şiiri yaz.’ der.
Nüzhet Dede, -‘’Okumuyorum Paşam, ne dediniz ne
yapıyorsunuz? Zapta geçmenin gereği var mı? Mustafa Kemâl
–‘’ Hayır Dede bey zapta geçmiyorum, çok beğendim. Bir
nüshasının da bende olmasını istiyorum. Her ne kadar
başlangıçta ben de o partiye girmiş idimse de çok şükür
yanlışları ve hataları zamanında gördüm ve ayrıldım. Bu
bakımdan hicvinizdeki ağır sözler ve küfürler bana
dokunmuyor.’’ Der.
ŞİİRİN TAM METNİ ŞÖYLEDİR:
(İttihatçılar için yazdığı hicviye)
(Me fâ î lün/ Me fâ î lün/ Me fâ î lün/ Me fâ î lün)
Şikest olsun kalemler, hep kırılsın böyle parmaklar
Niçin teşhir edip yazmaz nedir bunca fırıldaklar?
Sataşmış canına halkın, bu dernekler, bu oymaklar.
Kenef etrafına sanki dizilmiş tâze bardaklar.
Bu mülkün sâhibi kimdir, düşünmez mi bu ahmaklar?
Çekil artık, yeter, ey kahpeler, kancıklar, alçaklar.
Diyânet bağ(ı) banım katledip, bağı harâbettin.
Kilîsâlar, nice bin kâbeler zîr-i türâb ettin.
Esîr-i nefs olup bilmem nedendir inkılâb ettin?
Kız oynattın, kemân ü tef çalıp,nûş-i şerâb ettin.
Bunu isbâta kâfidir bu yaşmaklar, bu kalpaklar.
Çekil artık, yeter, ey kahpeler, kancıklar, alçaklar.
Bu hürriyyet midir, yâ kat’i zürriyyet midir bilmem?
Bu mülk ü milleti mahvetmeye niyyet midir bilmem?
Bu bir boktan mürekkep, yoksa cem’iyyet midir bilmem?
Bu nazmımla ölürsem canıma minnet midir bilmem?
Çalınsın başına Nemrûd-veş ateşli tokmaklar.
Çekil artık, yeter, ey kahpeler, kancıklar, alçaklar.
Edepsiz gözlüğünü tak, sıkça bak, âlem harâb oldu.
Kadınlar sayenizde dul kalıp, bağrı kebab oldu
Ocaklar söndü, evler hep yıkıldı, sedd-i bâb oldu.
Bugün zâr-ı vatan kâşâne-yi bûm-ı gurâb oldu.
Sizi tel’in edip şâm u seher ağlar bu topraklar.
Çekil artık, yeter, ey kahpeler, kancıklar alçaklar.
Senin hep cânına, evlâdına, ahfâdına lânet.
Önünde diz çöküp ders aldığın üstadına lânet
Bütün ahyârına, eşrârına, efradına lânet.
Bu halka ettiğin imdâdına, irşâdına lânet.
Yetişmez mi frenkâne bu alkışlar, bu şakşaklar.
Çekil artık, yeter, ey kahpeler, kancıklar alçaklar.
Nedir bu şem’â-yi ikbâl ü istikbâli söndürdün.
Niçin kânun-i aşk u şevk ü zevk ü hâli söndürdün.
Hayâsız sen çerağ-ı bezm-i istiklâli söndürdün.
Sirâc-ı ilm-ü irfânı, bütün ensâli söndürdün.
Kalır mı yanına sandın bu almaklar, bu satmaklar.
Çekil artık, yeter, ey kahpeler, kancıklar, alçaklar.
Seni Allah’tan, Allâh’ı senden pek irağ ettin.
Soyup bu milleti hayfa dal yar.ğ ettin.
Serâpâ mülkü verdin, devleti âhir çerâğ ettin.
Behey kâfir, niçin küffara bu mülkü ferâğ ettin.
Ne oldu, nerde kaldı bu vilâyetler, bu sancaklar.
Çekil artık, yeter, ey kahpeler, kancıklar alçaklar.
Didip dindân-ı hırsınla lûhûm-i kavm-i ma’sumi.
Yedin mi çatlayınca, patlayınca zehr ü zıkkumı?
Hıyânetle kazandın akıbet bu nâm-ı mevhûmi.
Ne yaptın doğru söyle, hazret-i hâkan-ı merhûmi?
Kırılsın kasteden eller, ayaklar, öyle tırnaklar.
Çekil artık, yeter, ey kahpeler, kancıklar, alçaklar.
Bırak Yârab bu zâlimler, deniler târ ü mâr olsun.
Dağılsın ebr-i zulmet, şems-i tevhîd âşikâr olsun.
Gebersin bu köpekler, yerleri dûzahta nâr olsun.
Bu nazmım ehl-i hâle âcizâne yâdigâr olsun.
Gider şimden geri durmaz bu çaylaklar, bu laklaklar.
Çekil artık, yeter, ey kahpeler, kancıklar alçaklar
KASİDE (Tasavvufı)
(Mef û lü / Me fâ î lü / Me fâ î lü / Fe û lün)
Bir meyle olup Âdem ü Havvâsı’da sarhoş;
Ol cam ile iblisi de, igvâsı da sarhoş.
Mest-i ezeldir ki döner başı semânın;
Arşın bile ta kubbesinin tası da sarhoş.
Çekmiş nice bin şems ü kamer, necm-i piyâle;
Hep sabit ü seyyâr ü süreyyâsı da sarhoş.
Zerrât-ı cihan birbirine âşık u mâşuk;
Zerrât-ı değil, Kaf’ı da,Anka’sı da sarhoş.
Ol bade idi çarhı bütün şevka getirdi.
Bu şevk ile dünyâsı da, ukbası da sarhoş.
Ol cur’a idi eyledi Mecnun’u melâmet;
Bir Kays değil, akıl-i Leyla’sı da sarhoş.
İzhar eden ol cur’a idi kenz-i hafayı;
Olsa nola sugrası da , kübra’sı da sarhoş.
Kadıları, va’izleri, müftüleri hayran;
Seccade vü tesbihi de , fetvası da sarhoş.
Evradi ki ağzında anın kaleyekul ;
Ol ta’ifenin cahil ü dânâsı da sarhoş.
Hep nârı da, envarı da,esrarı da baygın;
Musa’sı da, Davud’u da, Îsâ’sı da sarhoş.
Mahmur olarak kustu, Süleyman’ı da ahir alır
Asefleri, hem mühr ü mu’allası da sarhoş.
Ben hastalığım, hikmet-i Lokman’a değişmem
Ol derbederin, hikmet-i eczası da sarhoş.
Gelmiş dolanır şah u gedâsı heme sersem;
Gitmiş nice İskender ü Dara’sı da sarhoş.
Bir nutfe içinde nice bin kafile mahmur;
Her kafilenin noktası, imlâsı da sarhoş.
Aldanma gönül ( la ) sına, (illa) sına dehrin.
Evradi de, ezkâri de, esması da sarhoş.
İmânımızın sageridir küfr ü kemiyyet.
İşbu nüketin sırrı, mu’amması da sarhoş.
Bu meygedenin buy-ı ıtırnakına karşı;
Cennette biten nerkis-i şehlâsı da sarhoş.
Saki, kadehin ismine “ Kün “ lafzını verdi.
Bak hak ü yel ü ateş ü deryası da sarhoş.
Memnun büyün meclis meyhanecisinden
Her dairenin ziri de balâsi de sarhoş
Bilmem ne olur ahiri, iş bu cereyanın.
İnsanı da, hayvanı da, eşyası da sarhoş.
Nazmımla beni taşlama ey zahid-i hodbin;
Hoş gör ki, anın lafzı da, mânâsı da sarhoş.
Yanıp, yıkılıp durma hararetle şarab iç;
Madem ki peyigamber ü Mevlâsı da sarhoş.
Senden sana miracedegör gizlice NÜZHET,
Bu marekenin leyle-i esrası da sarhoş.
Buldum hûm-i cebr içre bu dava-yi sâkimi.
Bak Nüzhet’in eş’arı da, dâvâsı da sarhoş.
Bu kasideye edebiyat çevrelerinde RİNDİYE tabir edilir.
Burada geçen sarhoş kelimesi alkollü içkilerin verdiği
sarhoşluk değildir. Bazı beyitlerde İlâhi aşkın hasıl ettiği
kendinden geçiş hali; bazılarında ise bilmezlik, idrak
edememe, nefsine mağlup olma, gurura ve kibire kapılma
hallerinin ifadesidir. Sarhoş kasidesini burada zikredişimin
sebebi: Mustafa Kemâl’in, Nüzhet Dede’ye ait bu kasideyle
birlikte İttihatçılar için yazdığı hicviyeyi çok beğendiğini
devamlı yanında bulundurduğunu belirtme gayesine matufdur.
Büyük mücadeleler sonunda kırılan kılıçtan çıkan kıvılcım,
bir yıldırım doğurmuş, yeniden ve yepyeni bir Türk Devleti
hasıl olmuştur. İmparatorluk devri kapanmış, 29 Ekim1923’te
Cumhuriyet devri başlamıştır. Yeni devir, yeni idare sistemi
beraberinde de bazı yenilikleri getirecektir. Dünya hızla
değişmektedir. Bizim de bu değişikliklere ayak uydurmamız
zorunlu hale gelmiştir. Çeşitli mevzularda yapılan bu
değişiklikler, inkılâblardır. İnkılâbların birçoğuna intibak
etmede zaman zaman zorluklar yaşanmış, direnişler, karşı
çıkışlar olmuştur. Asırların hasıl ettiği gelenek, görenek,
örf ve adetleri değiştirmek, yeniliklere intibak etmek bir
kısım insanlara ve o insanların teşkil ettiği topluluklara
çok zor gelmiş, bilhassa kıyafet konusunda problemler
yaşanmıştır. Kıyafeti din ile ilgili ve dini de kılık
kıyafette gören bazı zümreler devlete başkaldırma cüretinde
dahi bulunmuşlardır. Dinde tesettür esastır fakat giyim
kuşamın şekli ve rengi konu değildir. Sarık yerine bir başka
serpuş takmanın, cübbe yerine ceket veya palto vs. giymenin
dinden çıkmakla alâkası yoktur. Dini, kıyafette görenlere,
kıyafetle din arasında ilişki kuranlara Nüzhet Dede, bir
tarikat ehli ve bir mutasavvıf olarak şiirinde şöyle hitap
eder ve gerekli telkinlerde bulunur.
(Fâ i lâ tün/ Fâ i lâ tün/ Fâ i lâ tün/Fâ i lün)
Halkı aldattın yeter, ey hâce efkârın bozuk.
Bu riyâ vü ucb ile her yerde her kârın bozuk.
Kisve-yi cehlin değil mi nası iğfal eyleyen?
Yüzde elvânın güzeldir leyk astarın bozuk.
Her kumarbaz-ı ma’aniden dilin çek oynama
Soyunup uryân olursun sofiyâ zârın bozuk.
Çeşm-i huffaşınla bakma her hükûmet âdemi;
Senden âlâ müslümandır vezn ü kantarın bozuk.
Her bozuk ta’mirine koştun, koşuldun Nüzhetâ,
Sen de bil noksânını bu nazm-ı eş’ârın bozuk.
Seksen iki yıllın ömrünün son yıllarında, bu fani alemde
geçirdiği son demlerinde cumhuriyete rağmen beklediklerini
ve umduklarını tam olarak bulamayışın da hüzün ve ıstırabını
yaşamaktadır. Bilhassa devrin idarecilerinden müştekidir. Bu
konularda birçok müfredbeyit, kıt’a ve şiirleri mevcuttur
fakat hepsine yer veremiyoruz.
( Nafı’a Vekili Recep Peker Beyefendiye)
( Me fâ î lün/ Me fâ î lün/ Me fâ î lün/ Me fâ î lün)
Bizim de hissemiz vardır cihânın âfitâbında
Hemişe hâk ü bâd ü ateşinde, ab ü tâbında.
Dilendirmek size, ancak dilenmek mi bize lâyık?
Bu düstûr-ı mezâlim var mı bir millet kitabında?
Tükenmez ihtiyaç altında ezmek var ise göster.
Bu bir meb’usi aç koymak, kitabın hangi bâbında?
Senin Nüzhet, derûnun lâne-yi simurg-ı vahy olmuş;
Anınçün kaydı yok dilde günâhın da, sevâbın da.
Gel olma yan bakanlardan bana ey Vâli-yi Zîşân;
Demâdem bir duâhânım huzurunda, gıyabında.
Konuşmamın sonunda o elim ve vahim; o acı ve feci günleri
hazin bir ifadeyle anlatan ve İstiklâl Marşımızın da yazarı
olan merhum Mehmet Akif Ersoy’un Bülbül isimli şiirinde bir
bölüm okuyacağımı arz etmiştim.
BÜLBÜL
Eşin var, âşiyanın var, baharın var ki beklerdin
Kıyâmetler koparmak neydi, ey bülbül, nedir derdin
O zümrüd tahta kondun, bir semâvî saltanat kurdun
Cihânın yurdu hep çiğnense, çiğnenmez senin yurdun
Bugün bir yemyeşil vâdi, yarın bir kıpkızıl gülşen
Gezersin, hânmânın şen, için şen, kâinatın şen
Neden öyleyse mâtemlerle eyyâmın perîşandır
Niçin bir damlacık göğsünde bir umman hurûşandır
Hayır, mâtem senin hakkın değil... Mâtem benim hakkım
Asırlar var ki, aydınlık nedir, hiç bilmez âfâkım
Teselliden nasibim yok, hazân ağlar bahârımda
Bugün bir hânmansız serseriyim öz diyârımda
Ne husrandır ki: Şark'ın ben vefâsız, kansız evlâdı
Serâpâ Garba çiğnettim de çıktım hâk-i ecdâdı
Ne zillettir ki: nâkûs inlesin beyninde Osman'ın
Ezan sussun, fezâlardan silinsin yâdı Mevlâ'nın
Ne hicrandır ki: vahdet-gâhı dînin devrilip, taş taş
Sürünsün şimdi milyonlarca me'vâsız kalan dindaş.
Dolaşsın, sonra, İslâm'ın haremgâhında nâ-mahrem
Benim hakkım, sus ey bülbül, senin hakkın değil mâtem
Efendim hülasa:
Mevzu geniş zaman dar
İşte benden bu kadar
Küçüklere sevgim var,
Büyüklere saygılar.
BEDRETTİN KELEŞTİMUR
Sayın Erhan Saraçoğlu’na çok teşekkür ediyorum. Bizi tarihe
götürdü. Ben Manas Yayıncılık’a özellikle rica ediyorum.
Nüzhet Dede’nin hatıralarının kitap haline getirilmesi
gerekiyor. İnşallah bu hatıraları da bir kaynak eser olarak
kitaplığımıza kazandırırız.
“Atatürk ve Elazığ” eserinin en dikkate şayan yönü nedir? O
dönemin fotoğrafları… Her biri belge! O resimler, o
fotoğraflar bizleri 1937’lerin Elazığ’ına götürüyor…
Resimlerde, bir ufuk ve gaye şehri gözlerinizin önüne
süzülerek geliyor… O resimlerle hafızanız güçleniyor,
hatıralar dile geliyor; sanki sizlerle konuşuyor… Şuna
dikkat çekmek isterim; Bu şehirde, “Turan Ailesiyle…” Üç
nesil-dört nesil devam eden Turan Gazetesi; Basınımız akla
gelecektir. “Şedele Ailesiyle…” Bu şehri, bir asır boyunca
resmeden; insanıyla, mekânıyla, bütün değişimiyle günümüze
taşıyan “Şedele Ailesidir…” Onlara müteşekkiriz. Fehmi
Şedele bizlere, “Kemal Şedele’nin Hatıralarında Atatürk”
konulu sohbetlerde bulunacaklar…
FEHMİ ŞEDELE
Merhabalar efendim. Herkese saygılar sunuyorum, sevgiler
sunuyorum. Sayın hocamın veciz konuşmasından sonra, ben o
kadar hatip değilim beceremem ama sizlere bir fotoğraf
hikâyesi anlatmaya çalışacağım. Bu, fotoğrafı çekenin ve o
anıyı yazanın hikâyesi. Gazi Elazığ’a geldiğinde rahmetli
Amcam Paki Şedele askerdir. Fotoğraf çekmek için izin alır
ve Elazığ’a gelir. Şehirde bir heyecan, bir telaş, istasyon
mahşer… Lisenin sonuna kadar halılar döşenmiş. Efendim, Paki
amcam şu an benim heyecanlandığım gibi hatta daha fazla
heyecan duyar. Ve on kare fotoğraf çeker, çekebilir. Şöyle
anlatır o olayı: Fotoğrafı çekmek için gözlerden net
yapılır, gözbebeklerine bakılır. Atatürk’ün gözüne bakınca
elleri titrer. O fotoğrafı arkadaşlarımız biraz sonra
gösterebilirlerse..Evet, şimdi gördüğünüz bu fotoğrafın
hikâyesini anlatacağım. Dikkat ederseniz fulüdür, ellerini
titretmiştir. Nur içinde yatsın. Elâzığ’la ilgili çok büyük
fotoğraf hizmetleri vardır. Efendim amcamın anısına gelince
bununla ilgili olayı sevgili Yavuz hocanın hazırladığı
kitaptan aynen anlatacağım. Bu yazı rahmetli babam Muzaffer
Şedele’nin 10 Kasım 1965 tarihinde Uluova gazetesine yazdığı
yazının aynısıdır. İzninizle okumaya çalışıyorum. Muzaffer
Şedele, Atatürk’ün İstasyonda karşılanması ve Elazığ
Belediye Başkanı Kemal Şedele ile ilgili anısını şu şekilde
anlatmıştır:
“17 Kasım 1937 günü Elâzığ tam bir bayram havası içinde
Atasını karşılamak, Atasını görmek sevinciyle çalkalanıyor.
Ama yukarıda bahsettiğimiz gibi sene 1937. Örfi idarenin
umumi müfettişi Abdullah Paşa’nın hüküm sürdüğü devir.
Sokaklar jandarma, askeri inzibat muntazır kıta polislerle
dolu. Onlar, bu milletin içinden doğarak gelen Atasını halka
göstermemek çabasında ama halk kararlı, Atasını görecek.
İstasyonda ayrı bir dalgalanış var, herkes kendisini
gösterme veya tanıtma çabasında. Devrin umumi müfettişi
Abdullah Paşa sert emirler vererek tek karşılayan gibi
durmak sevdasında. Devrin belediye başkanı rahmetli Kemal
Şedele silindir şapkası ve fragıyla Abdullah Paşa’nın
arkasında zorla yer bulabilmiş. Tren yavaş yavaş geliyor,
istasyonun dışı mahşeri bir kalabalık. Büyük Ata’yı getiren
tren yavaşladı ve durdu. Vagonun kapısından Ata göründü.
Başmüfettiş, başmüşavir, müşavirler, milletvekilleri
koştular. Belediye reisi çok gerilerde kalmıştı. Ata’nın
kaşları çatıldı ve boğuk bir sesle “Bu şehrin belediye reisi
hanginizsiniz?” dedi. Koşuşanlar hatalarını anlamışlardı.
Gene Ata aynı tonla “Beni bu şehrin belediye reisinin
öncelikle karşılaması gerekir. Önce onunla tanışalım, sıra
sizlere de gelir.” Dedi. Kemal Şedele vagonun kapısına
yaklaştı. Atasını Elâzığ topraklarına elinden tutarak
bastırdı. İşte 17 Kasım 1937 tarihinde yaşanan bu anı Paki
Şedele objektifiyle tespit edilmiştir. Efendim, işte o
fotoğraf budur. Belediye Reisinin ne demek olduğunu o gün
öğrendik. Reisiniz çok genç dedi. Memlekete böyle genç
başlar gerek dedi. Sonra diğer zevatla konuştu. Ve askerleri
selamladı.
Bu arada bir arkadaşımdan bir anı söyleyeyim. Eski Futbol
Federasyonu Başkanı Kemal Ulusu dostum “Ben Elazığ’a
geldim.” dedi.
-Ne zaman geldin? dedim. Kemal Bey benden büyüktür.
-Dedi ki bir yaşında...
-Allah Allah..Nasıl geldin?
-Benim babam Atatürk’ün kütüphanecisiydi.
Benim doğduğumu ve henüz bir yaşında olduğumu duyunca
kütüphanecisine bu seyahat biraz uzun sürecek, eşini ve
oğlunu da al gel demiş ve üç beş bavul kitap ile birlikte
Kemal Ulusu’yu da bir yaşında Elazığ’a getirmiş. Efendim,
teşekkür ediyorum organizasyona emeği geçen herkese çok
büyük teşekkürler ve şükranlarımı arz ediyorum.
BEDRETTİN KELEŞTİMUR
Fehmi Beye çok teşekkür ediyorum, rahmetli babası Muzaffer
Şedele’nin Uluova gazetesinde yayınlanan çok değerli bir
anısını bizlerle paylaştı.
Değerli Dostlar, 120 bin km2’yi bulan Fırat Havzası;
“Asırların feryadını bir nağmede birleştiren ses ve söz
havzasıdır!” Mehmet Özbek’in ifade ettikleri gibi, “Harput,
Musikimizin yöneldiği en ala cazibe merkezidir” Harput’ta,
‘Divan Kültürü…’ ve “Musikimiz…” bu şehrin elit bir kültüre
sahip olduğunun ifadesidir. Harput’ta Hoyrat Esintileri;
Urfa’da, Kerkük’te, Bakü’de yankılanır… Gazi Atatürk’ü mest
eden iki isim/ iki tarihi sima vardır; “Hafız Osman Öge” ve
“Celal Güzelses…” Bu iki isimde, kendi şehirlerinde;
‘ekoldür’ ve aynı zamanda, ‘okuldur’
Harput’ta 13 makam… Ve yüzlerce eser… Fuzuli’nin takriben
onbir eseri Harput’ta Bestelenmiş… Nedim’in hakeza… Bu
nedir? Harput; “Doğusundan Batısına Tarihimizi Buluşturan
Ses Coğrafyamızın da Başkentidir!”
Harput Kültürüyle, Halk oyunlarıyla, Musikimizle haşır neşir
olan bir bilge kişiyi; Prof. Dr. Melih Boydak Hocamızı
Kürsüye davet ediyorum; Sayın Boydak Bizlere; “Atatürk’e
sunulan Elazığ Ezgileri ve Anılarını…” anlatacaklar.
Prof. Dr. MELİH BOYDAK
Değerli Konuklar, hepinizi saygı ve sevgilerimle
selamlıyorum.
Dr. Öğretim Üyesi Yavuz Haykır tarafından hazırlanan
“Atatürk ve Elazığ” başlıklı kitap, Atatürk’ün Elazığ ile
ilgili anılarını kapsayan çok değerli bir belgedir. Kitap
Manas Yayıncılık tarafından yayımlandı. Bu özgün yapıtı
Elazığ’a ve ulusumuza kazandıran yazar Dr. Öğretim Üyesi
Yavuz Haykır’ı ve yayınlayan Manas Yayınevi sahibi Şener
Bulut’u kutluyorum.
Konuşmamda, önce Dr. Yavuz Haykır’ın “Atatürk ve Elazığ”
başlıklı kitabı ve diğer kaynaklara dayalı olarak Atatürk’ün
Elazığ’a geliş tarihleri konusunda kısa bilgi verilecektir.
Sonra Atatürk’ün devlet adamı, liderlik nitelikleri, eğitim,
sanat ve sanatçıya bakışı bazı örnekler ve anılarla
belirtilecektir. Bunları Atatürk’ün onuruna Elazığ
Halkevi’nde düzenlenen balo ve kültürel gecede Atatürk’e ait
bazı anıların kaynaklar eşliğinde açıklanması izleyecektir.
Konuşmam bu geceyi yaşayan Elazığ’ın klarnet ustası Mevlüt
Canaydın’ından dinlediğim bir anı ile devam edecek, bu
bağlamda özgün Elazığ halk bilimi konusunda kısa bilgiler
sunulacaktır.
Değerli Konuklar,
Mustafa Kemal 27 0cak 1916 tarihinde Edirne’de bulunan 2.
Kolordu komutanlığına atandı. Daha sonra bu kolordu 2.
Ordu’ya bağlandı ve Mustafa Kemal 27 Mart 1916 tarihinde
Diyarbakır’a geldi. Burada tuğgeneralliğe terfi etti ve 16.
Kolordu Karargâhı’nın bulunduğu Silvan’a gitti (Haykır 2017;
Beysanoğlu 1999 ve Buyur’a 1990 atfen). Mustafa Kemal Paşa,
2. Ordu Komutanı Ahmet İzzet Paşa’nın geçirdiği bir kaza
sonrası, rahatsızlığı nedeniyle izinli olarak İstanbul’a
gitmesi gerektiğinden, 2. Ordu Komutanlığı’na vekâleten
tayin edildi. Mustafa Kemal Paşa 15 Aralık 1916 tarihinde
Ergani Madeni’ne, ertesi gün; 16 Mart 1916 tarihinde
Elazığ’ın Palu ilçesine bağlı Sekrat Köyü’ne geldi ve burada
bulunan ordu karargâhında İsmet İnönü ile bir süre görüştü.
Bu tarih İsmet Paşa’nın Atatürk ile görev başında ilk kez
tanıştığı ve Atatürk’ün de Elazığ’a ilk geliş tarihi olarak
belirtilmektedir. Atatürk 19 Aralık1916 tarihinde tekrar
Elazığ- Palu’ya uğradı (Anon. 1998, Haykır 2017; Tezer’e
atfen).
Daha sonra 2. Ordu ile Erzincan’da bulunan 3. Ordu’yu içine
alan “Kafkas Orduları Grubu” oluşturuldu ve Mustafa Kemal
Paşa 2. Ordu Komutanlığı’na atandı. Bu ara Elazığ-Palu-Sekrat
Köyü’nde bulunan 2. Ordu Merkezi Diyarbakır’a taşındı.
Kolordu’nun karargâhı da Sekrat’a alındı (Haykır 2017;
Beysanoğlu’na atfen). Mustafa Kemal Paşa ordu komutanı
olarak 8-17 Haziran 1917 tarihleri arasında Ergani’ye,
Elazığ’ın ilçesi Karakoçan’a bağlı Mahmutlu Köyü’ne uğradı,
16 Haziran 1917 günü Elazığ’da kaldı, 17 Haziran sabah
Elazığ’dan ayrıldı (Haykır 2017; Görgülü ve çalışlar 1997’ye
ve Kocatürk’e atfen).
Kurtuluş Savaşı ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan
sonra, Atatürk 12 Kasım 1937 tarihinde Beyaz Tren’le
Ankara’dan Doğu gezisine çıktı. Bu gezi programında Elazığ
da yer aldı. Bu gezi; Elazığ halkının Ata’sını coşku ile
kucakladığı, Elazığ Halkevi’nde onuruna kültürel bir gece
düzenlediği, Atatürk’ün ilimize “Elazığ”, “Hazar Gölü”
isimlerini armağan ettiği, Elazığ müziğine hayranlık duyduğu
anılarla yüklüdür. Bu gezi ile ilgili bilgi ve anılar,
Atatürk’ün devlet adamı, liderlik nitelikleri, eğitim, sanat
ve sanatçıya bakışı kısaca belirtildikten sonra
açıklanacaktır.
Atatürk halkına manevi miras olarak bilim ve aklı
öğütlemiştir. Milli Eğitim Bakanı Reşit Galip’in sorusuna
Mustafa Kemal’in yanıtı aşağıda açıklanmıştır (Herkese Bilim
Teknoloji 2018; İsmet Giritli ’ye atfen):
“Ben manevi miras olarak hiçbir ayet, hiçbir dogma, hiçbir
kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevi mirasım bilim
ve akıldır... Zaman süratle ilerliyor, milletlerin,
toplumların, kişilerin mutluluk ve mutsuzluk anlayışları
bile değişiyor. Böyle bir dünyada, asla değişmeyecek
hükümler getirdiğini iddia etmek, aklın ve bilimin
gelişimini inkâr etmek olur… Benim Türk milleti için yapmak
istediklerim ve başarmaya çalıştıklarım ortadadır. Benden
sonra beni benimsemek isteyenler, bu temel eksen üzerinde
akıl ve bilimin rehberliğini kabul ederlerse, benim manevi
mirasçılarım olurlar.”
Atatürk mazlum milletlere de yol göstermiş, karizmatik ve
evrensel bir liderdir. 20. Yüzyılın strateji dehası olarak
kabul edilmektedir (Tarakçı 2011). Atatürk için sağlığında
ve sonsuzluğa uğurlanmasından sonra ulusumuzun göğsünü
kabartacak çok sayıda saygın ve anlamlı söz basında
yayınlandı. Örneğin, Lübnan’da yayınlanan” An Nahar”
gazetesinde şu cümleler yer aldı (https://tr.wikiquote.org/wiki.):
“Atatürk, dünyanın çok nadir yetiştirdiği dâhilerdendir. O,
bütün bir tarihin seyrini değiştirmiştir”.
Atatürk’ün siyasi büyüklüğü ve dehası bağımsız bir
araştırmayla taçlanmıştır:
ABD Kentucky Üniversitesi’nden değerli psikiyatri uzmanı
Prof. Dr. Arnold M. Ludwig tarafından 18 yıl süren bir
araştırma yapılmıştır. Araştırma sonuçları 2004 yılında
“King of the Mountain” başlıklı kitapta yayınlanmıştır.
Prof. Dr. Arnold Ludwig bu araştırma ile yirminci yüzyılda
mevcut ülkelerden yaklaşık 2000 lideri incelemiş ve bu
liderler arasından daha geniş bireysel bilgileri olan 377
devlet adamı belirleyerek, araştırmasında bu isimlere
yoğunlaşmıştır. Ayrılan bu 377 devlet adamını, belirlediği
200 kritere göre değerlendirerek, puan olarak 1 ile 31
arasında sıralamıştır. Puanlama sonucundaki “Siyasi Büyüklük
Ölçütü (Index of Political Greatness)” sıralamasında Golda
Meir 12, Kennedy 15, Churchill 22, Fidel Castro 23, Nehru
25, Lenin 28, Roosevelt 30 puan almıştır. 31 olan tam puanı
alan tek lider ise Atatürk. Yani Atatürk “Vizyoner”
sıfatıyla 20. Yüzyılın en büyük devlet adamı unvanına
ulaşıyor. Dünya lideri büyük deha Atatürk; ulusumuz için
büyük bir gurur kaynağı.
Atatürk onbeş yıl gibi kısa bir zamana sığdırdığı devrimler
ile diğer ülkelere de esin kaynağı olan çağdaş bir Türk
toplumu yarattı. Pakistan Cumhurbaşkanı Eyüp Han Atatürk
için şu ifadeyi kullanmıştır:
“Kemal Atatürk, yalnız bu yüzyılın en büyük adamlarından
biri değildir. Biz Pakistan’da, O’nu geçmiş bütün çağların
en büyük adamlarından biri olarak görüyoruz. Askeri bir
deha, doğuştan bir lider ve büyük bir yurtsever…” (https://tr.wikiquote.org/wiki.).
Atatürk zorunlu olmadıkça savaşın karşısındaydı. Atatürk’ün
“Yurtta sulh, cihanda sulh” sözü, yaşamı ülke savunması ve
kurtuluş Savaşı için cephelerde geçen bir insanın,
yaşadıklarından sentezlediği sonuçlar ile, insan yaşamına
verdiği değerden kaynaklanmıştır. Hatta yaşamını yitirme
tehlikesi atlattığı Çanakkale Zaferi’nden ve Cumhuriyet’in
kuruluşundan sonra, güğüs göğüse mücadele edilen
Anzak’lardan Çanakkale’de canını verenlerin annelerine
yazdığı mektupta, onlar için “kahraman ve bizim
evlatlarımız” ifadesini kullanma büyüklüğünü gösteriyor:
ABD’ye yaptığım bilimsel ziyaretlerimden birinde; 20 Haziran
2001 tarihinde meslektaşım ve dostum Washington Üniversitesi
Orman Kaynakları Koleji öğretim üyelerinden Prof. Dr.
Chadwick Oliver ile (halen Yale Üniversitesi’nde öğretim
üyesi), Washington D. C.’ye gittik. Chadwick Oliver ABD
Kongre Binası yanında, ABD Temsilciler Meclisi Üyeleri
ofislerinin yer aldığı Cannon Hause Ofis Binası’nda bir
brifing verdi. North Carolina Temsilciler Meclisi Üyesi olan
Charles Taylor da dinleyiciler arasındaydı.
Brifing sonrasında öğle yemeğini Charles Taylor ve Prof. Dr.
Chadwick Oliver ile birlikte yedik. Yemek sırasında, Charles
Taylor bana Atatürk’ün Çanakkale’de canlarını veren Anzak
askerleri için yazdığı mektubun içeriğinden; bu anlamlı,
barışçıl, sevgi ve duygu yüklü mektubu yazabilecek bir
liderin ender olarak bulunabileceğinden söz etti. Ülkem
adına gururlandım. Atatürk’ün Çanakkale’de ölen Anzak
askerlerinin anneleri için yazdığı mektubu sizlerle
paylaşmak istiyorum:
“Bu memleketin toprakları özerinde kanlarını döken
kahramanlar, burada dost bir vatanın toprağındasınız. Huzur
ve sükûn içinde uyuyunuz. Sizler Mehmetçiklerle yan yana,
koyun koyunasınız. Uzak diyarlardan evlatlarını harbe
gönderen analar; gözyaşlarınızı dindiriniz. Evlatlarınız
bizim bağrımızdadır. Huzur içindedirler ve huzur içinde
rahat uyuyacaklardır. Bu topraklarda canlarını verdikten
sonra artık bizim evlatlarımız olmuşlardır.”
Bu mektuptan sonra, birçok anne Atatürk’e mektup göndererek
şükranlarını sunmuştur. Atatürk’e yazılan Avustralyalı bir
annenin mektubunda şu ifadeler yer alıyor:
“Gelibolu topraklarında yitirdiğimiz evlatlarımızın acısını
ali-i cenap sözleriniz hafifletti, gözyaşlarımız dindi. Bir
anne olarak bana bir güzel teselli bahşetti. Yavrularımızın
huzur içinde dinlendiklerinden hiç kuşkumuz kalmadı.
Majesteleri kabul buyururlarsa bizler de kendilerine Ata
demek istiyoruz. Çünkü yavrularımızın mezarları başında
söylediğiniz sözler ancak bir öz babanın sözleri gibi yüce,
ilahi. Evlatlarımızı bir baba gibi kucaklayan büyük Ata’ya
tüm anneler adına şükran, sevgi ve saygıyla…”
Değerli Konuklar,
Feyziye Mektepleri Vakfı (FMV) tarafından kurulan Işık
Üniversitesi’nde öğretim üyesi olarak görev yapmaktayım.
1885 yılında Feyz-i Sıbyan adıyla Selanik’te kurulan, süreç
içinde İstanbul’da gelişimini sürdüren ve yuvadan liseye
kadar eğitim veren okulun adı, 1934 yılında Atatürk’ün de
onayı ile Işık Lisesi oldu (http://www.fmv.edu.tr). 1996
yılında kurulan Işık Üniversitesi’nin Kurucu Rektörü Prof.
Dr. Sıddık Yarman’dan dinlediğim bir anıyı paylaşmak
istiyorum: Elektronik alanında dünyaca tanınan hocalarından
birisi olan Prof. Dr. Sıddık Yarman 2007 yılında çağrılı bir
bildiri sunmak için Hindistan-Kalküta’ya gidiyor.
Bildirisini sunuyor. Akşam Hindistan’dan ayrılacak. O sırada
sahibi olduğu Savronik yazılım şirketinin Genel Müdürü
kendisini telefonla arıyor. Mümkünse Hindistan Bayındırlık
Bakanı Mr. Sign ile bir görüşme yapmasını ve olası işbirliği
konularını görüşmesini istiyor ve Bakanın Kalküta’da
olduğunu bildiriyor. Prof. Dr. Sıddık Yarman, aynı gün
içinde böyle bir randevu alınmasının çok zor olduğunu
düşünüyor. Ancak Hindistanlı sempozyum başkanına bir randevu
sağlanması konusunda ricada bulunuyor. Başkan bir deneyelim
diyor ve Bakandan randevu almak için ayrılıyor. Bir süre
sonra döndüğünde Bakanın saat 14:00’de randevu verdiğini
belirtiyor. Prof. Dr. Sıddık Yarman, Bayındırlık Bakanı Mr.
Sign’nın makamına gidiyor. Bakana; Türkiye’de Bayındırlık
Bakanı’nın baş müşaviri olduğunu, ondan dahi bu kadar çabuk
randevu alamayacağını belirtiyor ve teşekkür ediyor.
Hindistan Bayındırlık Bakanı Mr. Sign şöyle yanıt veriyor.
Ben bir Gandi ve Atatürk hayranıyım. Gandi de bir Atatürk
hayranıydı. Atatürk’ün ülkesinden gelmişsiniz. Size nasıl
çabuk randevu vermem.
Değerli Konuklar,
Atatürk’ün Cumhuriyet projesinin en önemli öğeleri içinde
eğitim ve sanat da yer almaktaydı. Projenin öncüleri ise
eğitimciler ve sanatçılar olmuştur. Eğitim alanını yeniden
düzenlemek için Cumhuriyet kurulur kurulmaz, 1924 yılında
Türkiye’ye yabancı eğitim uzmanları davet edilmiştir. Bu
uzmanlardan raporlar alınmıştır.
Eğitim alanında en önemli önceliklerden birisi de,
yurtdışına değişik bilim dalları ve sanat alanlarında
öğrenci göndermek olmuştur.
Ord. Prof. Dr. Sadi Irmak’ın 10 Kasım 1983 günü “Atatürk
Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu” tarafından düzenlenen
“Atatürk’ü Anma Günü”nde yaptığı konuşmanın bir bölümünü
aynen aktarıyorum (Irmak 1983):
…“Sonra gel zaman, git zaman 1923 de, benim İstanbul
Üniversitesi’nde talebe bulunduğum sırada bir ilân
görüyoruz: “Avrupa’ya talebe gönderilecektir”. Allah!
Allah!. Daha Lozan yapılmış ama tasdik olmamış… Memleket her
köşesinden, bucağından kanıyor… Harabe içinde… Birinci Cihan
Harbi’nin tahribatı devam ediyor… Tam bu sırada lüks gibi
gelmesi düşünülebilen bir şey, Avrupa’ya talebe… Gidelim
bari kaderimizi deneyelim.. İşte Necip Fazıl, Burhan
Ümit’lerle beraber, o yüzelli kişi arasından onbir kişi
seçilmişiz.. Nereye gideceğimizi bize sordukları zaman,
dedik ki: “Hükümet nereyi isterse!” Bilhassa Atatürk acaba
bir şey ister mi?. Benim, naçizane adımın kenarına, “Berlin
Üniversitesi’ne gitsin” diye yazmış. Artık başka yer hatıra
gelebilir mi? Yola çıkacağım. O zaman uçak filan yok… Trene
binmek üzere Sirkeci’ye gittim. Bir müvezzi benim adımı
“Mahmut Sadi”yi arıyor.. Bir telgraf.. Atatürk’ten bir
telgraf:
“Sizi birer kıvılcım olarak gönderiyorum; alevler olarak
geri dönmelisiniz!”…
İzleyen yıl ve yıllarda Atatürk yurt dışına artan sayılarla
fen, edebiyat, mühendislik, müzik, resim, heykel, arkeoloji
ve diğer alanlarda öğrenciler gönderdi. Yurtdışında eğitim
alan bu öğrenciler, yurda döndüklerinde Cumhuriyet Dönemi
modernleşme projesinin öncüleri oldular, bilim ve sanat
hayatımıza çok değerli katkılar yaptılar.
Atatürk güzel sanatlara ve sanatçılara büyük önem vermiştir:
“Güzel sanatlarda muvaffak olmak, bütün inkılaplarda
başarıya ulaşmak demektir. Güzel sanatlarda muvaffak
olamayan milletler ne yazık ki, medeniyet alanında yüksek
insanlık sıfatıyla yer almaktan ilelebet mahrum
kalacaklardır”, ifadesi ile devrimler içinde sanatta
devrimin önemini vurgulamıştır. “Efendiler; hepiniz
milletvekili olabilirsiniz; bakan olabilirsiniz; dahası,
Cumhurbaşkanı olabilirsiniz. Ama sanatçı olamazsınız.”,
ifadesiyle de sanatçılara verdiği değeri açıklamıştır. Bu
konuda Işık Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Dekanı
Evangelia Şarlak’tan dinlediğim bir anıyı anlatacağım:
1930’lu yıllar. Dolmabahçe Sarayı’nın iç duvar motifleri
yenileniyor. Evangelia Şarlak’ın dedesi Aleko Aleksandru
duvar ustası ve kalfaların başında. Duvara motifler
çiziliyor. Kalfalar Rumca bir şarkı söylüyorlar (To Yelekaki
Pu Foris; Giydiğin Yelek). O sırada Atatürk merdivenlerden
aşağı iniyor. Aleko usta kalfaları susturmak için harekete
geçerken, Atatürk parmağı ile sus işareti yapıyor. Şarkının
devamını dikkatle dinliyor. Sonra usta ve kalfalarla müzikle
ilgili sohbet ediyor, memnuniyetini belirtiyor, hal hatır
soruyor ve ayrılıyor. Atatürk ince ruhlu ve bir halk adamı.
İnsana ve tüm kültürlere değer veriyor.
Değerli Konuklar,
Atatürk’ün 12 Kasım 1937 tarihinde Beyaz Tren’le Ankara’dan
Doğu gezisine çıktığını, bu gezi programında Elazığ’ın da
yer aldığını belirtmiştim. Atatürk’ün doğu gezisinde heyette
manevi kızı ve ülkemizin ilk kadın pilotu Sabiha Gökçen,
Başbakan Celal Bayar, İçişleri Bakanı Şükrü Kaya,
Bayındırlık Bakanı Ali Çetinkaya, Sağlık Bakanı Dr. Hulusi
Alataş ile birlikte milletvekili, bürokrat ve askerler yer
aldı (Anon. 1998, Haykır 2017; Kop’a atfen).
Tren 14 Kasım 1937 tarihinde Malatya’dan Diyarbakır yönünde
yol alırken, Atatürk geceyi Elazığ’ın Sivrice ilçesinin Kürk
istasyonunda geçirdi. Sabah (15 Kasım 2018) tren Gezin
istasyonuna varmadan treni durdurdu. Doğal güzellikleri
seyre dalarak Gölcük Gölü’nü ve etrafı inceledi. Atatürk
burada “… Dünyanın en güzel memleketi İsviçre değil,
Türkiye’dir Türkiye” ifadesini kullandı (Anon. 1962).
Ayrıca, “hayret nasıl olur da bu güzelliği bugüne kadar
görmemişiz” diye üzüntüsünü belli etti (Haykır 2018;
Ergene’ye atfen). Atatürk, 19161917 yıllarındaki Elazığ’a
gelişlerinde Diyarbakır Elazığ karayolunun Palu güzergâhını
izlemesi nedeniyle, Gölcük (Hazar) Gölü’nü görmemişti.
Atatürk bu doğa güzelliği içinde, kendisini görmeye gelen
köylülere; “…Köylüler yurdunuz çok güzelmiş. Şimdiye kadar
buraları görmekte geç kaldığıma çok üzgünüm. Burada modern
bir şehir kurduracağım. Sizler çalışıp kazanacak ve beni
hatırlamış olacaksınız. Doğuda Yalova’nın bir eşini de bu
kıyılarda herkes görmüş olacak ve buraya medeniyet
getirecektir. Ne diyorsunuz?...” (Haykır Memişoğlu 1963 ve
Akçora’ya atfen). Atatürk’ün Doğu gezisini tamamlayıp
Ankara’ya dönmesinden bir hafta sonra, Hazar Gölü
kıyılarında planlanan teknik çalışmalar hemen
başlatılmıştır.
Atatürk karşıdaki Hazar Baba Dağı’ndan esinlenerek Gölcük
Gölü’nün adını “Hazar Gölü” olarak değiştirdi. Bu isim
değişikliği ile Atatürk’ün tarihimizde önemli bir yeri olan
Hazar Denizi’nin ve onaltı Türk devletinden birisi olan
Hazar Devleti’nin ismini sembol olarak Sivrice’lilere-Elazığ’lılara
armağan ettiği belirtilmektedir (Anon. 1998).
Atatürk 15 Kasım 1937 tarihinde Maden ilçesinde incelemeler
yaparak Diyarbakır’a geldi. Diyarbakır’daki incelemelerden
sonra Beyaz Tren 16 Kasım 1937 tarihinde saat 18:45’de
Elazığ’a hareket etti. Tren 03:30 da Elazığ istasyonuna
ulaştı ve Atatürk geceyi trende geçirdi. 17 Kasım 1937
Çarşamba sabahı Elazığ tarihi bir gün yaşıyor. Halk,
öğrenciler, asker Atasını görmek için yollarda. Gazi
Caddesi’ni, İstasyon Caddesini ve İstasyonu doldurmuş
mahşeri bir kalabalık büyük bir coşku içinde ve top atışları
eşliğinde Ata’sını karşıladı (Haykır 2017; Tan
Gazatesi1937’ye atfen).
Atatürk programına göre, önce Tunceli’nin Pertek ilçesine
geçerek, Singeç Köprüsü’nün açılışını yaptı, inşaatı devam
eden Yeni Pertek Köprüsü’nde incelemeler yapıp, aynı gün
saat 19:00’da Pertek’ten Elazığ’a döndü ve Elazığ Halkevi’ne
geçti. O akşam (17 Kasım 1937) Elazığ Halkevi’nde (şimdiki
Öğretmenevi) balo ve Elazığ halk bilimini içeren bir
kültürel gece düzenlendi. Gece etkinlikleri içinde caz,
dans, Elazığ halk oyunları ve halk müziği yer aldı (Anon.
1998).
Elazığ Halkevi’nde (şimdiki Öğretmenevi) düzenlenen bu
gecede, Atatürk’ün huzurunda saz ekibinde darbuka çalan
Elazığ’ın yetiştirdiği Usta klarnetçi Mevlüt Canaydın’ın bir
anısını aktaracağım. Bu anıyı kendisiyle 2004 yılında,
Elazığ Harput halk bilimi ve müziği üzerine yapmış olduğum
bir söyleşide dinledim ve bir kitapta yayınladım (Boydak
2004). Mevlüt Canaydın o gece ile ilgili olarak aşağıdaki
açıklamaları yaptı:
“Oniki yaşındaydım. O akşam sinemaya gittim. İtfaiyeci Mamo
Paşa ( İtfaiye Amiri Mehmet Yalçınkaya) gelip sinemadan beni
aldı ve Halkevi’ne götürdü. Gecede yapılacak müzik
şöleninde, darbuka çalmam için babam beni istemiş (Mevlüt
Canaydın’ın babası Şükrü Canaydın da Elazığ’ın yetiştirdiği
usta klarnetçiler arasındaydı). O gece gırnata çalan babama
ve müzik ekibine darbuka ile eşlik ettim. Şölende Hafız
Osman (Osman Öge) ve Koronun (Korenin) oğlu Mamoş (Mehmet
Akar) “Divan” ve “Nevruz” okudular. Atatürk çok
etkilenmişti. Divan ile Nevruzu yeniden okuttu. Sonra
yanımıza geldi. “Bu bestelerin sahibi kim” diye sordu. Kore
Mamo; “Paşam biz kalktık, böyle gördük. Bestekârlarını
bilmiyoruz. Ata yadigârı” diye yanıt verdi. Çocuktum; arada
geçen diğer konuşmaları hatırlamıyorum. Ancak Atatürk’ün
müziğimizi tekrar ettirerek verdiği değer ve yanımıza
gelmesi beni etkilemişti. O gece Elazığ’ın değişik türkü ve
uzun havaları okundu” (Boydak 2004).
Değerli Konuklar,
Bilindiği üzere, Atatürk’ün şereflendirdiği geceler ve
sofraları, kültür araştırmaları ve ülke sorunlarına çözüm
aranan ve bulunan sofralar olmuştur. Elazığ’da yaşanan bu
gecede de bir kültür ziyafeti yaşandı. Hafız Osman Öge’nin
okuduğu:
Aş yedim dilim yandı,
Köz düştü kilim yandı,
Ben kilimi kayırmam,
Bahçede gülüm yandı.
Bestesinin okunmasından sonra, Atatürk masasında oturan
Elazığ milletvekili Fazıl Ahmet Aykaç’a “Fazıl! Bu gece bize
iki de sırf Türkçe kelime kazandırdı!” demiştir. “Aş ve köz
“ kelimeleri (Haykır 2018; Sunguroğlu’na atfen).
Atatürk bu kültürel gecede, adı önce Mamürat’ül-aziz olan,
daha sonra Elaziz olarak kullanılan ilimizin adının; azık
ili, bolluk ili anlamına gelen “Elazık” olmasını
kararlaştırdı ve gecede bunu açıklattırdı. Bu isim
değişikliği 10.12.1937 tarihli Bakanlar Kurulu kararı ile
gerçekleştirildi. Söyleniş kolaylığı nedeniyle daha sonra
isim “Elazığ” olarak değiştirildi (Anon. 1998, Haykır 2017).
Müzik ve kültür yüklü bu gecenin sonunda Atatürk’ün isteği
ile salonda bulunan generaller Harb Okulu Marşı’nı okudu.
Saat 1:00’e doğru Atatürk kalkarak “yürüyelim arkadaşlar”
dedi. “Dağ Başını Duman Almış” marşı ile salon inledi ve
Halkevi’nden istasyona geçildi (Haykır 2017; Kal’a atfen).
Atatürk Beyaz Tren’le 18 Kasım 1937, saat 01’de Elazığ’dan
ayrıldı (Anon. 1998).
Anılardan anlaşıldığı üzere; Atatürk gecede bazı türküleri
ve uzun havaları tekrar okutmuştur. Harput musikisinden
büyük zevk aldığını hareketleriyle etrafa belli etmiştir.
“Harput Divanı” en çok beğendiği ve derinden etkilendiği
besteler içinde yer almıştır. Şükrü Canaydın’ın Divan
ayağını tutuşu Ata’yı derinden etkilemiştir. Yeni Fırat
Gazetesi’nde yer aldığı üzere, “Hüseyini Hoyrat” okunduktan
sonra, Hafız Osman Öge dinleyenleri sıkmamak için nezaketen
okumaya ara verilmesini önermiş, ancak Atatürk müziğe devam
edilmesini istemiştir (Haykır 2018; Yeni Fırat’a atfen).
Elazığ Halkevi’nde onuruna düzenlenen gecede, Atatürk’ün
müzisyenlerin masasına gittiği, Divan ve Nevruz makamları
hakkında bilgi aldığı, bestekârlarını öğrenmek istediği,
değerli halk bilimci Fikret Memişoğlu’nun “Harput Ahengi
(1966)” kitabında da belirtilmiştir. Atatürk’ün bu
davranışı, onun büyüklüğünü, Elazığ müziğine, sanata ve
sanatçıya verdiği değeri göstermektedir.
Elazığ güzide bir halk bilimine (Sunguroğlu 1961, Memişoğlu
1966, Boydak 2004, Özer ve Ark. 2004), bu bağlamda ağır
havaları, uzun havaları, şarkı ve türküleri ile çok zengin
bir müzik hazinesine sahip olup, müziğinde bir makam düzeni
vardır (Sunguroğlu 1961, Memişoğlu 1966, Boydak 2004).
Elazığ müziği; Türk Sanat Müziği’nin birçok makamı ile
etkileşim içinde ve iç içedir. Bazı Türk Sanat Müziği
makamları veya makam grupları
Elazığ’da; Muhalif, İbrahimiye, Nevruz, Tecnis, Beşiri,
Varsah gibi yöreye özgü isimlerle de ifade edilmektedir.
Elazığ müziği konusunda geniş bilgi halk bilimi üstatları
İshak Sunguroğlu (1961) ve Fikret Memişoğlu (1966)’nun
kitaplarında yer almaktadır. Urfa, Kerkük ve Elazığ-Harput
müziğini özümsemiş, sanatçımız üstat Mehmet Özbek’in “Harput
müziğin mabedidir” sözlü ifadesi, Elazığ-Harput müziğinin
anlam, derinlik ve zenginliğini veciz olarak açıklamaktadır.
“Elazığlı manilerle konuşur, türkülerle dertleşir, yüksek
havalarla içini döker, nüktelerle yaşamını süsler. Yörede
oyun, şiir ve müzik Fırat’ın Dicle’nin coşkusu, sürekliliği
gibidir. Yöre müziğinde güfte ve bestenin etkileşimi melez
üstünlüğüne sahiptir. Benliğinizden kopar uzaklara, çok
uzaklara gidersiniz, içiniz içinize sığmaz, göklere
yükselirsiniz. Bazen yavukluyla gül bahçelerinde
mutluluğunuz doruktadır. Bazen bülbüllerin konmadığı virane
bahçelerde sevgiliyi ararsınız.” (Boydak 2004).
Değerli Konuklar,
Sizlerle Elazığ halk bilimi ile ilgili başka bir anımı daha
paylaşmak istiyorum.
Yapı ve Kredi Bankası’nın 1964 yılında düzenlemiş olduğu ve
İstanbul-Açık Hava Tiyatrosu’nda yapılan Halk Oyunları
Bayramı’nda, etkinliğe katılan ve Türkiye’nin birçok ilinden
ve yabancı ülkelerden gelen halk oyunları ekiplerini
Belediye Başkanı Haşim İşcan, İstanbul Belediye Sarayı’nda
kabul etti. O yıl şölene halk bilimi üstadımız İshak
Sunguroğlu’nun başkanlığını yaptığı İstanbul’daki “Elazığ
Folklor Derneği” halk oyunları ekibi olarak katıldık. Ekip
başı olarak oynuyordum. Haşim İşcan’a Elazığ halk oyunları
ekibi olarak tanıtıldığımızda, elimi sıkarken; "Elazığ,
yiğidin harman olduğu yer” ifadesini kullandı. Evet gözü
tok, özü bilge, hoşgörülü, yardımsever, dürüst, mert ve
çağdaş gakkolar olarak, bu söylemin haklı gururunu
taşıyoruz.
Elazığ-Harput yöremizin halk oyunları ve halk müziğinin,
kısaca halk biliminin Atatürk’ü de etkileyen bir derinliğe,
özgünlüğe ve zenginliğe sahip olması ve Atatürk’ün takdirini
kazanması, Elazığ için bir ayrıcalıktır.
Sözlerimi Atatürk için yazdığım bir şiirimi sizlerle
paylaşarak bitireceğim
ATAM
Sen bir güneşsin Atam,
Evrenin odağında
Işıksın insanlığa özünle,
Ve de gönenç,
Aydınlığın güneş ömrünce.
Yapıtların deha yüklü,
Bin yılların dâhisi Atam,
Gizemli bir görev yüklenmişti varlığına;
İnsanlık,
Özgürlük adına,
Ve de hayal ötesi ulaşabilmek sana.
Savaşların barış
Tatsaklığa karşı,
Devrimlerin düşünce hızıyla peş peşe aktı,
Şaştı yedi düvel,
Gözler kamaştı.
Asker oldun
Deha timsali,
Bilim oldun
Uygarlığa yönelten,
Köylü oldun
Tarlalara bereket,
Halk oldun
Anadolu’ya umut saçan;
Yaşıyorsak Türkiye’de özgür ve laik
Senin varlığın Atam.
Değerli konuklar,
Işık hızı ile gerçekleştirdiği devrimlerle çağdaş bir ulus
yaratan, birçok ülkenin özgürlüğünü kazanmasında ve
demokratikleşmesinde esin kaynağı olan Atatürk’ün aydınlığı
güneş ömrünce olacak. Atatürk’ün Elazığ hatıraları da
yaşayacak. Atatürk ilke ve devrimlerine bağlı, vatansever ve
çağdaş nitelikleriyle öne çıkan Elazığ ilimizin bir bireyi
olmakla gururluyum.
Hepinize saygı ve sevgilerimi sunuyorum.
BEDRETTİN KELEŞTİMUR
Diyarbakır, coğrafyamın bir kadim tefekkür şehrimiz... Sanat
ve Edebiyatımızın abide şahsiyetlerini içerisinden
yetiştirmiş... Geçmiş yıllarda; “Ali Emiri Gecesini...”
birlikte yaptık. Geçmişte, “Celal Güzelses’ten Enver
Demirbağ’a” Diyarbakır-Elazığ Buluşmasını Gerçekleştirdik.
Bugün, yine sanat dostlarımızla birlikteyiz. Diyarbakır ve
Elazığ’ın birçok ortak özellikleri bulunuyor. Bizleri
buluşturan da,
“her iki ilimizin yetiştirmiş olduğu nitelikli insan
varlığıdır!”
Dicle Üniversitesi Devlet Konservatuvarı Öğr. Gör. Tayfun
Kırmızıgül; “Atatürk’e Sunulan Diyarbakır Ezgileri ve
Anılar” hakkında konuşma yapacaklar.
Öğr. Gör. TAYFUN KIRMIZIGÜL
Kıymetli Misafirler,
1.Dünya savaşı, bütün ağırlığı ile devam etmektedir. Ruslar,
Anadolu içlerine doğru ilerlemektedir. Rusların ilerleyişini
durdurmak ve onları geri püskürtmek ve Rus ordularının sol
kanadını çökertmek gerekmektedir. Bu amaçla Çanakkale
savaşları kahramanı Albay Mustafa Kemal 16. Kolordu
Komutanlığına atanır. Albay Mustafa Kemal, 24 Mart 1916’da
Kolordu kurmay başkanı İzzettin (Çalışlar), emir subayı
Şükrü (Tezer), yaveri Cevat Abbas (Gürer), Yüzbaşı Neşet
(Bora) ile birlikte Haydarpaşa’dan Diyarbakır’a doğru
hareket eder. Pozantı’da trenden inip otomobil ile
Ceylanpınar üzerinden Mardin’e gelir ve burada Belediye
Başkanı Hıdır Çelebi’nin evinde misafir edilir. 27 Mart
1916’da Diyarbakır’a gelir ve bu esnada Tuğgeneral rütbesine
terfi ettirilir.
2. Ordu karargâhının Diyarbakır’a alınması ile 16. Kolordu
karargâhı Silvan ilçesine nakledilir.
Silvan’da karargâh olarak halen Gazi İlköğretim Okulu olan
Silvanlı Sadık Bey’e ait bina kullanılmış, ikamet olarak da
mülkiyeti o tarihlerde Hazro’lu Mehmet (Budak) Bey’e ait
olup, sonradan EminYörük’e intikal eden (eski tekel binası)
ev kullanılmıştır.
Bölgede incelemelerini tamamlayan Mustafa Kemal,
hazırlıkları tamamlar; 5 Ağustos 1916’da taarruz emrini
verir. 7 Ağustos’ta Muş, 8 Ağustos’ta ise Bitlis geri
alınır. 11 Mart 1917’de Başkomutanlığın aldığı bir kararla
2. Ordu karargâhı Elazığ’da bulunduğu sırada “ Kafkas Ordusu
Karargâhı” adını alır. Silvan’daki 16. Kolordu Karargâhı da
2. Ordu karargâhını oluşturmak üzere Diyarbakır’a taşınır.
Karargâhı Diyarbakır’a taşınan 2. Ordu komutanlığına da
Mustafa Kemal Paşa atanır ve 13 Mart 1917’de göreve başlar.
Mustafa Kemal Paşa Diyarbakır’da ikamet olarak önce
Kavassisagir sokakta bulunan Sinan Özsabancı’ya ait evi,
daha sonra ise Mardin Kapı dışındaki “Seman” köşkünü
kullanır. Bu köşk 1937’de belediye tarafından satın alınıp
onarılarak bugünkü “Gazi Köşkü” adını almıştır.
Mustafa Kemal Paşa yıldırım orduları komutanlığına atandığı
9 Temmuz 1917 tarihine kadar Diyarbakır’da kalmıştır.
Atatürk’ün Celal Güzelses ile Karşılaşması..
Yıl 1917 Haziran ayı Mustafa Kemal Paşa Çanakkale Zaferinden
Anafartalar kahramanı olarak zaferle çıktığı savaşın
yorgunluğunu henüz atamamıştır. Kendisine tahsis edilen
Dicle nehri üzerindeki on gözlü köprünün az ilerisinde
Karacadağ’a bakan ve eski adıyla Seman Köşkü şimdiki adıyla
Gazi Köşkü diye anılan o muhteşem köşkün havuz başında
oturmuş Dicle’ye dalgın dalgın bakmaktadır.
On gözlü köprünün altından akan, kıvrılarak uzaklaşan Dicle
nehri onu doğduğu şehre, Selanik’e götürür. Çocukluğunu,
kaybettiği babasını, annesini, Çanakkale’de; "sizlere ölmeyi
emrediyorum" dediği ve vatan uğruna şehit olmak için koşan
on binleri, on beşlileri düşünür. Sonra döner vatanın
akıbetini, hürriyet ve istiklalin elden gideceğini düşünür.
Huzursuzdur. Bir şey yapamamanın huzursuzluğu ile bahçeyi
gezer, masasının üzerinden eksik etmediği kitaplarından
birini alır, öbürünü bırakır. Bütün bunlar huzursuzluğuna
çözüm değildir. Yakın gelecekte payitahtı bekleyen o korkunç
işgalin düşüncesi dahi korkunçtur. İşte bütün bu duygular
içerisinde iken birden duyduğu olağanüstü bir sesle irkilir.
Biran için oturduğu yerden kalkmak o sese doğru yürümek
ister. Hüzünlü bakan Dicle mavisi gözleri buğulu bir hal
alır.
“Garibem bu vatanda
Garip kuşlar ötende
Gariplik yaman olur
Baş yastığa yetende.
İkbale zeval olsa bende ne var,
Sende Kemal var mağruri Kemal olma bunca zeval var.
Tek başıma kalsam Şahın devranına kul olmam
Yıkılası hanede evladı ayal var.”
Türkü, gazel yakar içini Paşa’nın. Çok bülbül dinlemiştir
ancak bülbüle taş çıkartacak insan sesini ilk kez
duymaktadır. Buğulu gözlerle gazelin bitmesini bekler. Sonra
emir erine döner. Emir eri ile Paşa arasında şu konuşma
geçer.
Paşa: Çocuk…
Asker: Emredin Paşa’m.
Paşa: Bu ses nerden geliyor? Git, bu sesin sahibini bul
getir...
Asker: Emredersin Paşa’m.
Asker, koşarak gül bahçelerinin arasında kaybolur. Güller,
kimi pembe kimi sarı kimi beyaz ve her birinden ne bal olur,
şerbet olur. Güller, yalnız insanlar değil, bülbülleri de
aşık eder kendine.
Karşılarında asker görünce beş çocuğun beşi birden ayağa
kalkar. Çocukların birinde cümbüş birinde kanun diğerinde ud
öbüründe keman ve küçüğünde arabana vardır.
Asker, Paşa sizi emretti gençler, düşün önüme der
dudaklarından eksik etmediği tebessümüyle. Yaşları on beşle
on yedi arası olan çocuklar tedirgin olurlar. İçlerinden
uzun boylu olanı “Çavuşum, Paşamızı rahatsız ettiysek
gidelim buralardan. Çok özür dilediğimizi söyleyin ne olur.
Biz müzik eğitimi alan gençleriz. Hafız Melek Efendi, bu gün
bize izin verdi, gidin çalışın yarın sizi daha iyi göreyim,
dedi. Biz de ruhumuz açılır diye gül bahçelerinde avaz
etmeye geldik. Ne bilelim paşamızı rahatsız ettiğimizi; o
bizim Anafartalar kahramanımız Mustafa Kemal Paşa’mız.
Söyleyin, bizi affetsin lütfen! Cümlelerin düzgünlüğüne ve
kesintisiz konuşmasına hayran kalan çavuş “Yahu, korkmayın
paşa sizin sesinizi ve musikinizi çok beğenmiş ki onun için
çağırıyor.”
Çavuş önde çocuklar arkada başlarda fes ellerde saz yokuşu
tırmanırlar. Sarı saçlar, masmavi Dicle bakan gözlerle
Mustafa Kemal Paşa, su ile bülbül sesinin karıştığı iç
avluda kendilerini beklemektedir. Beş genç, her biri asker
gibi esas duruşa geçer ve paşalarını selamlarlar. Paşa,
ayağa kalkar, gençlere doğru iki adım atar, tebessümle;
“söyleyin bakayım, hanginiz söylüyordu o gazeli.”Gençler,
bir an duraksarlar. İçlerinden henüz bıyıkları yeni terlemiş
kısa boylu buğday tenli naif ve kibar olanı bir adım öne
çıkar mahzunca; “bendim paşam”, der. Paşa bir adım daha
atar. Elini çocuğun sağ omzuna koyar, yüzünden eksik
etmediği tebessümle gencin gözlerine bakıp; “Çocuk, çok
duygulandırdın beni bu pazar günü, Dicle başka aktı sayende.
Ben, Halep’te, Şam’da, Trablusgarp’ta Çanakkale’de onlarca
yüzlerce ses dinledim ama böyle bir sesi ilk kez duydum.”,
dedikten sonra gençle aralarında şu konuşma geçer.
Paşa: Maşallah! Adın ne senin?
Genç: Adım, Mehmet Celalettin, Paşa’m!
Paşa: Kimlerdensin, baban annen?
Genç: Ben yetimim Paşa’m!
Paşa: Peki, benim için de burada söyler misin?
Gençler, yeniden birbirlerine bakarlar biraz heyecan biraz
da tebessümle. Öyle ya Anafartalar kahramanı Mustafa Kemal
Paşa’ydı istek sahibi. Askerler, koşuşurlar, hemen 5 kürsü
getirilir havuzun başına; bir de sofra hazırlarlar meyve,
çerez, meyan kökü şerbetinden oluşan…
Ve o tarihi fasıl Hüzzamla başlar yeniden.
Bir ara Paşa; “Çocuk”, sen içiyor musun?”, diye sorar.
“Hayır, Paşam”, der, Mehmet Celalettin.
“Ala, sakın ha içme! Bu sesi koru; bir gün seninle tekrar
karşılaşmak ve hürriyetimize vurulmak istenen prangalarından
kurtulduktan sonra bu sesi tekrar dinlemek nasip olur
umarım.”
Gençler çalar, Mehmet Celalettin söyler… Gençler ayrılırken
Paşa’nın hüznü dağılsın çatılan kaşları ve bakışları
yumuşasın diye de bir de final yaparlar.
“Az kaldı bayram ola
Hele hele hele ninna yar.
Kolum boynuma dola
Hele yar hele yar ninna yar...”,
Osmanlı çökmüş, Anadolu işgal edilmişti sonraki yıllar.
Ancak bu mavi gözlü adamın, Anafartalar kahramanı Mustafa
Kemal’in başlattığı Kurtuluş Savaşı ve ardından ilan edilen
Cumhuriyetle birlikte yeni ve modern bir devletin temelleri
atılmıştı.
Yıl 1932, yer Dolmabahçe Sarayı.
Mehmet Celalettin yine Atatürk’ün huzurundaydı.
Atatürk, Mehmet Celalettin’e “Sen, Diyarbakır’da tanıdığım
Mehmet Celalettin değil misin? diye sordu. Mehmet
Celalettin; önüne geçemediği büyük bir heyecan ve
mutlulukla; “Evet, Paşa’m ben, Diyarbakır’da tanıdığınız
kişiyim,” dedi. Gazi ve konukları Mehmet Celalettin’i
dinlerken bir ara “hani bir gazel okumuştun Celal... İkbalde
zeval olsa bende ne var /sende kemal var /Mağruri Kemal olma
bunca zeval var./ Tek başıma kalsam şahın devranına kul
olmam/ yıkılası hanede evladı ayal var… İşte bu gazeli hiç
unutmadım…” dedi ve devamla; biz vatanı ve kahraman milleti
ne şahlara ne de padişahlara kul olmasınlar, diye kurtardık.
Ve şimdi ne mutlu ki bize seni bir kez daha dinledik.
Sen artık Şark bülbülüsün Adın Celal Güzelses olsun
plaklarına da öyle yazdır.
Beni sabırla dinlediğiniz için teşekkürlerimi sunuyorum.
BEDRETTİN KELEŞTİMUR
Tayfun Kırmızıgül hocamıza çok teşekkür ediyorum.
Diyarbakır ve Elazığ İlimizin ortak özelliği; “tefekkür
dünyasının zenginliğidir”
Bu zenginliğin kaynağında, “1860’lardan günümüze” “aydın
harekâtı” oluşudur.
Bütün bunların toplamında bizler nelere şahit olmaktayız?
Bu şehrin, “milli mücadele ruhu ile beslenmesini…”
Bu mücadele de, ‘aksiyoner roller üstlenmesidir’
Doğu Anadolu Müdafai Hukuk Cemiyetinin bir şubesi,
Elazığ’dadır!
“Satveti Milliye Gazetesi…” bu mücadelenin önemli bir yayın
organıdır!
Bu şehir, “milletin hür iradesine inanmış…”
O iradenin etrafında ‘kenetlenmesini…’ bilmiştir!
Bugün, bu gece büyük bir heyecanla , “Atatürk ve Elazığ’ı”
konuşuyoruz.
Kimlerle birlikte, “Diyarbakır Şehrimizle Birlikte…”
Anadolu’nun iki kadim şehri, siz sanat ve edebiyat
dostlarıyla birlikte;
Bu gece bir tarih yazıyor Ve “Birlik Ruhunu Tutuşturuyor”
O tarihi ruha özge “Atatürk ve Milli Hâkimiyet” konulu
sohbetlerini yapmak üzere
Fırat Üniversitesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr.
Mehmet Çevik Beyefendiyi kürsüye davet ediyorum.
Prof. Dr. MEHMET ÇEVİK
Değerli Misafirler, Çok Kıymetli Kültür ve Gönül Dostları,
Hepinize iyi akşamlar. Programımız epeyce uzadı, saat 10.30
olmak üzere. Zamana karşı zorlanacağımın farkındayım ama
biraz sonra bir dinleti olacak. Bu sebeple birkaç dakikayla
konuşmamı sınırlayacağım. Aslında Gazi Mustafa Kemal ve
Milli Hakimiyet söz konusu olunca saatlerce de konuşsak bunu
halledemeyiz, ama konuşmamı mümkün olabilecek en kısa
zamanda tamamlamaya çalışacağım. Dünya tarihçiliğinde şöyle
bir gerçek vardır. Dünya tarihini yapan Türklerdir.
Türklersiz olmazdı, dünya tarihi olmazdı. Gerçekten öyle.
Eski döneme baktığımızda da öyle, sonrasına baktığımızda da
öyle. Çok ihtişamlı bir tarihimiz var. Fakat biz birde şunu
içimize sindirmeliyiz. İyisiyle kötüsüyle her şeyiyle tarih
bizimdir. Hepsinin sahibiyiz. Hiçbir zaman şu dönemi bu
dönemle, şu kişiyi bu kişiyle de adeta Hacivat-Karagöz gibi
çarpıştırmak falan da bizim haddimize değil. Tarihte ne
varsa öyledir, nasıl olmuşsa öyledir ve olduğu gibi
bizimdir. Bizim tabiki, çöküşümüz de var. Hoşumuza gitse de
var, gitmese de var. 1683 sonrası artık o ihtişamlı
imparatorluğun aşağıya doğru gidişi başlar ve 1699’a kadar
uğraşlar ve 1699’da tarihin en büyük toprak kaybedişleri ve
bizde bir batılılaşma ve yenileşme dönemi başlar. Ne zamana
kadar? İmparatorluğun sonuna kadar. 1700’ün başlarından
itibaren evet Üçüncü Ahmet, I.Mahmut, IV.Mustafa, III.Selim,
II. Mahmut, Abdulmecid, Abdulaziz ve Sultan II.Abdülhamit
bütün padişahlar döneminde ısrarla ve inatla bir değişim
çabası var. Çünkü buna ihtiyaç var. Neden? Geri kalmışsınız
ve sürekli kaybediyorsunuz çarpıştığınız bir medeniyete
karşı. Buna bir isim de vermişsiniz hilal haç diyorsunuz.
Ama haça karşı sürekli kaybediyorsunuz, bir kalkınmanız
lazım. Nerede geri kalmışsınız? Her şeyde geri kalmışsınız.
Evvela eğitimde geri kalmışsınız. Zaten bilgiyi kaçırdığınız
zaman her şeyi kaçırırsınız. Diğer bütün alanlarda böyle.
Şimdi yani onunla boğmak istemiyorum. Ve koca imparatorluğun
sonuna geldiğimizde 1918 itibariyle söylüyorum. Savaşa
girdiğimiz zaman 2.000.000 kilometreye kare yakın toprağa
sahip olan imparatorluğun savaşın sonunda sadece yaklaşık
700.000 kilometre karelik bir toprağı kalmıştı. Ve sadece
coğrafi küçülmek değil ve savaşın sonunda yapmış olduğunuz
bir ateşkesle ülke adeta teslim olmuştu. Ve mütarekeyi
yaptığınız itilaf güçlerine diledikleri takdirde memleketin
herhangi bir stratejik noktasını işgal etme hakkını da
vermiştiniz. Bundan da fevkalade yararlandılar. Bir de 1.
Dünya Savaşı’nın sonuna geldiğimizde evet yani dünya
ülkelerine baktığımızda radar teknolojileri keşfedilmiş ve
kullanılıyor. Denizaltı var kullanılıyor, son model işte
otomatik silahlar var kullanılıyor, uçak yapılmış
kullanılıyor, fakat size ait, sizin herhangi bir basit
piyade tüfeğiniz bile yok. Sizin ürettiğiniz, fikri size ait
olan bir piyade tüfeğiniz bile yok. 1. Dünya Savaşı’nın sonu
ayrıca ekonomik olarak baktığımızda 7 milyon altın da
borcunuz var. 1. Dünya Savaşı’nın sonu… Mütareke,
mütarekeden sonra işgaller. Biz göğsümüzü kabartarak
söylüyoruz, evet 250.000 şehit verdik. Ama Çanakkale
geçilmez dedik ve geçirtmedik. Muhakkak büyük kahramanlık,
hiç şüphe yok. Evet gururlanmak hakkımızdır. Neslimize
öğreteceğiz, şanla şerefle kutlayacağız ama şunu da bilmemiz
lazım ki Mondros Mütarekesi’nden sonra, 30 Ekim 1918 Mondros
Mütarekesi. 6 Kasım 1918’de altı İngiliz subayı
Seddülbahir’e geldi ve biz boğazın bütün savunma planlarını
onlara teslim ettik. Ayın 9’unda da Çanakkale’nin askeri ve
mülki idaresini teslim ettik. Evet büyük bir kahramanlıktı
Çanakkale Savaşı, ama 250.000 şehit de verdik, geçirmedik.
Fakat mütarekeden 10 gün sonra Çanakkale’yi teslim ettik,
altı kişi, altı İngiliz subayına. Ayın 9’undan itibaren de
buradan itilaf devletlerine ait savaş gemileri geçmeye
başladılar ve adeta 1915’i hatırlatırcasına o sirenlerine
basarak geçtiler Çanakkale’den. 13 Kasım 1918’de İstanbul’da
73 parça itilaf devletlerinin savaş gemisi vardı. Bu
İstanbul’un düşüşüydü. Ve bizim için sahneye kara perdenin
artık indirilmesiydi. Böyle bir dönemden sonra işte
Anadolu’da bir mücadele başladı. Anadolu’daki mücadele hangi
şartlarda başladı? Evvela bunu çok iyi bilmemiz lazım ki,
onun kıymetini anlayabilelim. Ve Anadolu’da bu mücadele
başladıktan sonra pek çok kimse bu mücadeleden başarılı
çıkılacağı konusunda bir inanç sahibi falan değildi. Fakat
daha Amasya’daki Beyanname’den itibaren yeni bir şeyden
bahsediliyordu. Milli irade, milletin iradesi onu hâkim
kılmak, onu temsil etmek.. Erzurum Kongresi’nde öyle, sonra
Havza’da öyle, Amasya’da öyle, sonra Erzurum Kongresi’nde
öyle. Kuvayı Milliye’yi amil, İradeyi Milliye’yi hakim
kılmak esastır. Mücadelenin ileriki safhasında Sivas
Kongresi’nde aynı şekilde ve zaten bu kongreler milletin
iradesiyle bir takım işlere karar verilmesi amacıyla
yapılıyor. Yani o kara perdenin, milletin hayatına o kara
perdenin indirildiği andan itibaren adı, sanı, mevkisi,
makamı, sıfatı ne olursa olsun hiç kimse tek başına millet
adına karar vermesin. Milletin temsilcileri karar versin.
Sonu iyi olur ya da kötü olur; ona artık razı oluruz. Bu
milletin iradesidir. Evet mücadele bunun mücadelesiydi. Ve
sonraki Amasya görüşmelerinde İstanbul hükümetinden istenen
tek şey vardı: Kapatılmış olan meclisin açılması seçimlerin
yapılması ve milletin temsilcilerinin vereceği kararlara
uyulması. Milletin geleceğiyle ilgili önemli kararları
milletin bu temsilcilerinin vermesi. İstanbul’dan istenen
tek şey de buydu. Meclis, meclis, meclis, meclis... Sonra
Ankara’da Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin toplanacağı bir
genelgeyle bütün ülkeye bildirilirken bundan böyle askeri ve
sivil bütün makamların sadece ve sadece talimat alacağı,
uyacağı tek yer meclistir. Büyük Millet Meclisi’dir.
Milletin meclisidir. Bu meclis bundan sonra milletin
iradesine tabi olacaktır. Evet dediğim gibi anlatılacak,
söylenecek çok şey var. Bunu özetlemek bile çok zor. Falih
Rıfkı Atay’ın Çankaya adlı eserinde şöyle bir ifadesi ve
tespiti vardır. Mustafa Kemal için der ki “Mustafa Kemal
meclissiz yaşamayı akla almayan bir yirminci asır
lideridir.”Bunun temel sebeplerinden biri de şudur.
Milletini çok iyi tanıması ve sevmesidir. İkinci bir şeyde
şudur. Milletin bütün fertlerinin idrak eden, duyan, bilen
eğitilmiş bireyler olarak kendisini hissetmesi ve
yaşamasıdır. Yani kul olma, kul olarak tabi olma
zihniyetinden kurtulmasıdır. Bunun bir diğer sebebi de
budur. Milletin iradesinin milletin idaresine hakim olması.
Evet bu gerçekten böyledir. Bakınız bazen çok tenkitlere de
sebep olur. İşte,“yüksel Türk senin için yüksekliğin hududu
yoktur.”“Bir Türk dünyaya bedeldir.”“Muhtaç olduğun asil kan
damarlarında mevcuttur.” Bunların hiçbir tanesi şoveniz
duygularla söylenmişsözler değildir. Bunlar milletin
fertlerine özgüvenini verebilecek ve bir de milletin
fertlerine ne kadar güvendiğini ortaya koyan güven
ifadeleridir. Bir başka şey daha var. O da şu: Mustafa
Kemal, milletinin üzerinde hiçbir zaman otoriter bir güç
olma yolunu seçmedi. Bugün mesnetsizce cahilce Mustafa
Kemal’i yani otoriter bir idareci gibi zaman zaman
göstermeye çalışanlar var. Ama kesinlikle hayır. Mustafa
Kemal ünlü Alman fikir adamı Max Weber’in söylediği bir şey
var. Karizmatik otorite olsa olsa budur. Totaliter bir
idareci hiçbir zaman olmadı. Çünkü çağdaşı olan liderlere
baktığımızda; Mussolini var, Hitler var bunların hiç biri
asker değil. Ama idareyi ele aldıktan sonra, general
üniformasını üzerlerine geçirdikten sonra bir daha asla
çıkarmamışlardır. Mustafa Kemal kariyerden asker ve mareşal
olmasına rağmen askerlikten istifa ettikten sonra, hele hele
cumhurbaşkanı olduktan sonra, asla bir daha askeri
üniformayı giymeye tevessül etmemiştir. Ve bütün
arkadaşlarını da “Siyaset yapacaksanız siyaset, askerlik
yapacaksanız askerlik” diyerek ikisini birbirinden
ayırmalarını sürekli olarak telkin etmiştir, istemiştir ve
bunu böyle yaptırmıştır. Bakınız milli iradeyi
gerçekleştirmenin temel şartlarından bir tanesi de şudur:
Milletin birey olarak kendisini hissetmesini sağlamak.
Millet kendisini birey hissediyor muydu? Etmiyordu tabii ki.
Çünkü 600 yıllık imparatorluğun bizdeki mirası yüzde beş
civarında, 1927 sayımına göre 10.6’dır. Toplamda bu kadarlık
bir okuma yazma oranıdır. Ve bizim koca ülkemizdeki öğretmen
sayısının tamamı 10.300 kadardır. Okullu öğrencilerimizin
sayısı da Cumhuriyet kurulduğu zaman itibariyle 350.000
civarındadır. Böyle bir toplulukta insanların kendisini
birey olarak hissedebilmesi mümkün mü? Hayır. Sonrasında da
çok zor. Kısa bir olay anlatacağım.1924 yılı Cumhuriyetin
ilanından sonra birkaç ay geçmiş. Özellikle bunu
hanımefendilerin çok iyi dinlemesini istiyorum. Çok kısa
olarak ifade edeceğim. Süreyya Ağaoğlu meşhur Ahmet
Ağaoğlu’nun kızıdır. Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk kadın
avukatlarındandır. Adalet Bakanlığı’nda staj yaparken öğlen
sefertası götürüyorlar, yemeklerini böyle yiyorlar. Ama
bıkıyorlar, orada bayan memurlar da var. Ve bir öğlen diyor
ki lokantaya gideceğiz. Bir tane lokanta var, İstanbul
Lokantası.Bütün milletvekilleri, bürokrasi orda yemek yiyor.
Gidiyorlar yemek istiyorlar ama kendilerine hissettirilir
derecede bir rahatsızlık veriliyor. Artık bayanlarda buraya
geliyor falan..çünkü bayanlar lokantaya gidemezler. Bayanlar
gidip lokantada yemek yiyemezler. Okumuş olsa da gidemez. Ve
çıkarlarken garson kendince nazik bir edayla onları
uyarıyor. Hanımefendiye diyorlar ki; bir daha gelmeyiniz
lütfen. Akşam eve gittiğinde de babası Ahmet Ağaoğlu Basın
Yayın ve Enformasyon Genel Müdürüdür. Önemli bürokratlardan
birisidir. Diyor ki,“Siz bugün lokantaya mı gittiniz?”
“Evet” diyor. “Siz nerden duydunuz?” Diyor ki “Meclis
başkanı söyledi.” Milletvekilleri de oraya gidiyorlar.
Arıyorlar babasını böyle böyle söyleyin gitmesinler, çok
büyük rahatsızlık olmuş diye..
Birkaç gün sonra Mustafa Kemal Latife Hanım ile beraber
evlerine yemeğine geliyorlar. Ve bir ara cesaretini topluyor
ve bunu Gazi Paşa’ya söylüyor. Gazi Paşa diyor ki “Baban bir
çare olmadı mı?”“Hayır” diyor. “Meclis başkanının da haberi
olmuş. O da bir şey yapmadı mı?”“Hayır” diyor. “Pekala”
diyor. Başka bir şey de demiyor. Ama Süreyya Hanım da çok
üzülüyor, “Gazi Paşa da bir çözüm bulmadı buna” diye. Fakat
ikinci gün öğlen bir görevli Süreyya Hanımın yanına geliyor
ve diyor ki,“Gazi Paşa Latife Hanım ile birlikte aşağıda
sizi bekliyor.” Koşarak gidiyor, gerçekten arabada
bekliyorlar. Latife Hanım diyor ki,“Kızım bu öğlen köşkte
beraber yemek yiyeceğiz” Fakat giderlerken araç İstanbul
Lokantası’nın önünde duruyor. Orada durunca birkaç
milletvekilide koşup geliyor oraya. Gazi Paşa herkesin
duyacağı şekilde diyor ki,“Bundan böyle öğlen vakitleri
Süreyya ve arkadaşları burada yemek yiyecekler hatta
milletvekilleri de eşleriyle gelecekler, onlarda eşleriyle
beraber yemek yiyecekler.” İkinci gün oraya gittiklerinde
herkes eşiyle gelmiştir. Bakınız bizim tarihimiz boyunca en
önemli yeniden yapılanmalardan biri de bizzat cumhuriyetin
kendisidir. Her alanda, her konuda, sosyal hayatta, sanatta,
edebiyattaki yeniden yapılanmalardır. Ve bir milletin
yeniden inşasıdır. Bir milletin millet olma hasletleriyle
ilgili olarak kendisi oluşunun farkına varılmasıdır. Kendi
değerlerinin öne çıkartılmasıdır. Bunun içindir ki, bugün
1918 itibariyle şöyle bir düşünelim. Suriye ile Anadolu’nun
bir farkı yoktu. Yekpare idi. Irak ile Anadolu’nun da bir
farkı yoktu, aynı parçaydı 1918’e kadar. 1918’den sonra işte
sınırlar çizildi, ayrı kaldı. Bugün ister devletin durumu,
ister eğitim seviyesi, ister sosyal hayat, ister bireylerin
değeri olarak bakalım; Türkiye ile buraları mukayese
ettiğimiz zaman, Türkiye’nin çok yukarıda olduğunugöreceğiz.
Bunun bir tek sebebi vardır: Gazi Mustafa Kemal’dir. Hani
diyorlar ya olmasaydı olur muydu? Olmasa olmazdı kardeşim.
Hepinize saygılarımı sunuyorum.
YUSUF CAN DİLBAZ
Fırat Üniversitesi Tarih Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr.
Mehmet Çevik’e çok teşekkür ediyoruz. Toplantının bundan
sonraki bölümünü Beray arkadaşımız ile birlikte sunmaya
çalışacağız. programı başarıyla yöneten değerli hocamız,
gazeteci yazar Bedrettin Keleştimur’a teşekkür ediyoruz.
YEMEN TÜRKÜSÜ
Havada bulut yok, bu ne dumandır?
Mahlede ölü yok, bu ne şivandır?
Şu Yemen elleri ne de yamandır
Eli Yemen’dir, gülü çimendir
Giden gelmiyor, acep nedendir?”
Kışlanın ardında sıra söğütler,
Zabitler oturmuş asker öğütler
Yemen’e gidecek bu koç yiğitler
Eli Yemen’dir, gülü çimendir
Giden gelmiyor, acep nedendir?
Kışlanın önünde redif sesi var
Bakın çantasına acep nesi var?
Bir çüt kondurası, bir de fesi var!
Eli Yemen’dir, gülü çimendir
Giden gelmiyor, acep nedendir?
Kışlanın ardında bir kırık testi
Askerin üstüne sam yeli esti
Gelinlik tazeler umudu kesti
Eli Yemen’dir, gülü çimendir
Giden gelmiyor acep nedendir?
BERAY NUR TENEKE
Kıymetli misafirler Beray arkadaşımın okuduğu Yemen
şiirinden sonra ben de sizlere merhum şairimiz Şeref Tan’ın
17 Kasım şiirini okumak istiyorum.
Bir sonbahar gününde ilkbaharı yaşamak
Şehrimizin ufkunda güneşi karşılamak
Arzusuyla yollara düştük geceden yayan
Bizdik ruhlarımızın tutuştuğunu duyan
O gün beklediğimiz ulu önder Ata’ydı.
On sekiz milyon Türk’ün gönlü Elâzığ’daydı.
Sevdamız bayrak, bayrak açtı pencerelerde
Böylesine kutlu gün ancak efsanelerde
Yaşanırdı, yaşadık inanç yüklü o günü
Her 17 Kasımda toyu, bu düğünü
Bu bayramı aynı aşk, aynı vecdle anarız,
Türküz, türkü söyleriz, Atatürk’ü yaşarız.
“Aş yedim dilim yandı
Köz düştü kilim yandı…”
O gün kalplerimize düşen “köz” hala yanar
54 yıldan kalan o güzel hatıralar
Sinmişti Halkevinin taştan duvarlarına
Ses verir Türkiye’min mutlu yarınlarına
Bu ses direktif bize, bu sestir Türk’ü öven
Duy, diyor ki Atatürk;
Türk Övün Çalış Güven
Elazığ ve Diyarbakır İllerimiz; ses ve söz sanatının cazibe
merkezi konumundadır. Coğrafyamızda birleştirici roller
oynamaktadır. Fuzuli’nin eserleri Harput’ta bestelenip
söylenmiştir. Aynı zamanda Şair Nedim’in şiirlerinin de
Harput’ta bestelendiğini görüyoruz. Elazığ İlimiz tarihi
buluşturan kadim bir özelliğe sahiptir. Aynı rolleri
günümüzde de oynamaktadır.
Türkülerimizde, bir milletin sevinci ve acıları paylaşılır.
Özellikle de Yemen Türküsü, bu milletin “İç Romanı”
özelliğine sahiptir.
Atatürk’ün Şark Bülbülü olarak vasıflandırdığı Celal
Güzelses Diyarbakır’ın yetiştirdiği müstesna bir
sanatçımızdır. Yine Atatürk’ün Elazığ Halkevi’nde dinlediği
Hafız Osman Öge Harput Musikisinde çok önemli bir kaynak
kişidir. Kıymetli misafirlerimiz programımızın son bölümünde
sizlere Atatürk’e Sunulan Elazığ ve Diyarbakır Türkülerinden
oluşan bir konser sunulacaktır. Şimdi de Diyarbakırlı ve
Elazığlı sanatçılarımız E. Alb. Lokman Tasalı, Nihat
Kazazoğlu, Fethi Açıkgöz, Yalçın Turhan, Öğr. Gör. Tayfun
Kırmızıgül, Gamze Filiz, Burhanettin Atalay, Enes Uçkun,
Abdullah Güzer, Ahmet Yalçın ve Özhan Kahraman’ı
huzurlarınıza davet ediyoruz
BERAY NUR TENEKE
Kıymetli misafirler, bu muhteşem konser ile sanatçılarımız
bizleri Atatürk’ün huzurundaki uhrevi âleme taşıdılar.
Kendilerine teşekkürlerimizi arz ediyoruz. Programımız
burada sona ermiştir. Arkadaşım Yusuf Can Dilbaz ile
birlikte bu güzel toplantıya katılım ve katkılarınızdan
dolayı siz değerli büyüklerimize teşekkürlerimizi sunuyoruz.
Ve bu anlamlı toplantıya katılan bilim adamlarımızı, şair,
yazar ve sanatçılarımızı fotoğraf çekimi için yeniden
sahneye davet ediyoruz.
Hayırlı akşamlar.