Tarih:14 -16 Mart 2013
Yer: Elâzığ – Diyarbakır/Türkiye
MANAS HABER – M. Şener Bulut
Manas Yayıncılık’ın öncülüğünde, ömrünü kitaplara,
kitaplarını da milletine adayarak gönüllerde taht kuran
Diyarbakırlı Ali Emîrî Efendi’nin aziz hatırasına
düzenlediğimiz “Ali Emîrî Efendi’ye Saygı” programı; 14-16
Mart 2013 tarihlerinde Elâzığ ve Diyarbakır’da şair, yazar,
bilim adamı ve sanatçıların katılım ve katkılarıyla
gerçekleşti.
Elâzığ Valiliği, Diyarbakır Valiliği, Elâzığ Belediyesi,
Fırat Üniversitesi, Dicle Üniversitesi, Türk Dil Kurumu,
Türkiye Radyo Televizyon Kurumu, Elâzığ Ticaret ve Sanayi
Odası, Türk Edebiyatı Vakfı, Azerbaycan Milli İlimler
Akademisi Fuzûlî Elyazmaları Enstitüsü, Millet Yazma Eser
Kütüphanesi ve Diyarbakır Kültür Turizm ve Musiki Derneği
ile birlikte gerçekleştirdiğimiz bu anlamlı faaliyet, kültür
ve sanat dünyasında büyük yankı uyandırdı.
“Ali Emîrî Efendi’ye Saygı” programı üç gün devam eden bir
dizi etkinlikle gerçekleşti. “Manas’tan Ali Emîrî Efendi
Anısına Kitaplar” toplantısında Dr. M. Naci Onur’un
“Harputlu Dîvân Şâirleri”, Doç. Dr. Zülfi Güler’in “Harput
Ağzı”, Şemsettin Ünlü’nün “Kurbağa Avcıları” ve “Bin Beyaz
Karanfil, Doç. Dr. Tarık Özcan’ın “Kördüğüm”, Prof. Dr.
Gülşen Eliyeva-Kengerli’nin Yrd. Doç. Dr. Süleyman Kaan
Yalçın tarafından Türkiye Türkçesine aktarılan “Azerbaycan
Fuzûlî Araştırmacılığı”, Yrd. Doç. Dr. Mustafa Şenel’in
“Elâzığ İli Yer Adları Üzerine Bir İnceleme”, Yrd. Doç. Dr.
Abdulkadir Kıyak’ın “Elâzığ ve Yöresinde Ziyaret Yerleri”,
Necati Kanter’in “Bizim Şehrin Dîvâneleri” ve Ahmet
Kabaklı’nın Prof. Dr. Asif Rüstemli tarafından Azerbaycan
Türkçesine aktarılan “Harput Efsaneleri” adlı eserleri
okuyucusu ile buluştu. Fırat Üniversitesi İletişim Fakültesi
Radyo Televizyon Bölümü öğrencisi Ceyhun Bağcı tarafından
hazırlanan “Ali Emîrî Efendi” belgeselinin gösterimi
yapıldı. “Ali Emîrî Efendi ile Fuzûlî ve Azerbaycan’da
Fuzûlî Araştırmacılığı” panelleri düzenlendi. M. Reşat
Bulut’un hazırladığı iki perdelik “İstanbul’da Diyarbakırlı
Bir Âlim” adlı oyun sahnelendi. Azerbaycan Millî İlimler
Akademisi Müstâkil Alimler Birliği ve Nizamî Edebiyat
Enstitüsü Alimler Birliği’nin “Azerbaycan Edebiyatı’nın
Dostu Diploması” Elâzığ Valisi Muammer Erol’a takdim edildi.
Türk Edebiyatı Vakfınca;Azerbaycan Millî İlimler Akademisi
Fuzulî El Yazmaları Enstitüsü Başkanı Prof. Dr. Paşa Alioğlu
Kerimov’a, Azerbaycan Milli İlimler Akademisi Nizami Gencevî
Edebiyat Enstitüsü öğretim üyesi Prof. Dr. Asif Rüstemli’ye,
Millet Yazma Eser Kütüphanesi Müdürü Melek Gençboyacı’ya ve
Manas Yayıncılık Genel Koordinatörü Şener Bulut’a “Türk
Edebiyatı’na Hizmet Beratı” verildi. Servet Zeki Ersoy’un’un
yönetimindeki TRT Diyarbakır Mahalli İcra
Topluluğu’nunverdiği “Ali Emîrî Efendi’ye Saygı” konseri ile
davetlilere unutulmaz anlar yaşatıldı. Ali Emîrî Efendi’ye
Saygı programı Diyarbakır Gezisi ve Ahmet Arif Edebiyat
Müzesi’nde düzenlenen “Ali Emîrî Efendi ve Diyarbakır”
toplantısıyla tamamlandı.
“Ali Emîrî Efendi’ye Saygı” programının hazırlık çalışmaları
M. Şener Bulut’un yönetiminde oluşturulan bir tertip heyeti
tarafından yürütüldü. Elâzığlı şair, yazar ve sanatçıların
da yer aldığı bu heyette Elâzığ Kültür ve Turizm Müdürü
Tahsin Öztürk, Diyarbakır Kültür ve Turizm Müdürü Tevfik
Arıtürk, Elâzığ Belediyesi Kültür Müdürü Uğur Balıbey, Türk
Edebiyatı Vakfı Başkanı Servet Kabaklı, Millet Yazma Eser
Kütüphanesi Müdürü Melek Gençboyacı, Radyo ve Televizyon Üst
Kurulu Uzman Denetçi Erhan Esmeray, TRT Diyarbakır Radyosu
Müdürü Fatih Yılmaz, Diyarbakır Kültür Turizm ve Musiki
Derneği Başkanı Kenan Aksu, Dicle Üniversitesi Devlet
Konservatuvarı Öğr. Gör. Servet Zeki Ersoy, NGK Elâzığ
Anadolu İletişim Meslek Lisesi Müdürü Ali Canpolat, Fırat
RTV Müdürü Hüseyin Gazi Orhan, Fırat Üniversitesi İletişim
Fakültesi Öğretim Üyesi Tamer Kavuran Fırat Üniversitesi
İletişim Fakültesi Öğretim Görevlisi Recep Bağcı, Eğitimci
yazar Hadi Önal ve Gazeteci yazar Bedrettin Keleştimur’un
görev aldığı programın sunuculuğunu Öğr. Gör. Saniye Bulut,
Arş. Gör. Veysel Karaca, tiyatro ve seslendirme sanatçısı M.
Reşat Bulut ve Fırat Üniversitesi Eğitim Fakültesi Türkçe
Öğretmenliği Bölümü öğrencisi Remzi Çalışır yaptı.
Basın ve yayın kuruluşlarımızın büyük ilgi gösterdiği
programlar; Fırat RTV, Kanal 23 ve Kanal E televizyonlarında
yayınlandı. Ali Emîrî Efendi paneli de TRT Anadolu
tarafından canlı olarak yayınlandı.
ALİ EMÎRÎ EFENDİ’NİN MİSAFİRLERİ
Ali Emîrî Efendi’ye Saygı Programına Türk Dil Kurumu Başkanı
Prof. Dr. Mustafa S. Kaçalin, Türk Edebiyatı Vakfı Başkanı
Servet Kabaklı, Azerbaycan Milli İlimler Akademisi Fuzûlî
Elyazmaları Enstitüsü Başkanı Prof. Dr. Paşa Kerimov,
Azerbaycan Milli İlimler Akademisi Nizami Gencevî, Edebiyat
Enstitüsü Müdürü Prof. Dr. Asif Rüstemli, Emekli Öğretim
Üyesi Prof. Dr. Kemal Eraslan, Millet Yazma Eser Kütüphanesi
Müdürü Melek Gençboyacı, Fırat Üniversitesi Türk Dili Ve
Edebiyatı Bölüm Başkanı Prof. Dr. Ahmet Buran, Fırat
Üniversitesi Türkçe Öğretmenliği Bölüm Başkanı Prof. Dr.
Şener Demirel, Fırat Üniversitesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi
Prof. Dr. İbrahim Yılmazçelik, Dicle Üniversitesi Öğretim
Üyesi Okt. Mustafa Uğurlu Arslan, Dr. M. Naci Onur,
Karamanoğlu Mehmet Bey Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç. Dr.
Zülfi Güler, Yazar Şemsettin Ünlü, Fırat Üniversitesi Türk
Dili Ve Edebiyatı Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Tarık Özcan,
Medeniyet Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Sadık Yazar,
Fırat Üniversitesi Türkçe Öğretmenliği Bölümü Öğretim Üyesi
Yrd. Doç. Dr. Süleyman Kaan Yalçın, Kafkas Üniversitesi Türk
Dili Ve Edebiyatı Bölümü Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Mustafa
Şenel, Gümüşhane Üniversitesi Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr.
Abdulkadir Kıyak, Fırat Üniversitesi Eğitim Fakültesi
Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Mehmet Ulucan, Yazar Necati
Kanter, Antalya Milli Eğitim Müdürlüğü 75.Yıl Cumhuriyet
Lisesi Müzik Öğretmeni Osman Çolak, Mardin-Kızıltepe Sürekli
Ortaokulu Müdürü Yurdal Demirel, Diyarbakır Kültür Turizm ve
Musiki Derneği Başkanı Kenan Aksu, Diyarbakır’ın kıymetli
şair ve yazarları: Vedat Güldoğan, Abdulkadir Nur Gördük,
Nesrin Erdoğmuş, Mevlüt Mergen, İbrahim Evirgen, Diyarbakır
Kültür Turizm ve Musiki Derneği üyeleri Remzi Dayan,
Abdulrezzak İnal, Nesih Aktepe, Mert Nedim Ahlas, Turgut
Tirel, Mehmet Ali Cankurt, Simla Deniz, Hüsniye Pınar, Feray
Sayan, Sadık Kaplan, Hazım Özbay, İrem Erdogmuş, Mehmet
Alaska, Elâzığ’ın kıymetli sanatçıları Paşa Demirbağ,
Mustafa Döner, Nihat Kazazoğlu, Osman Bulut ve Yalçın
Turhan. Elâzığlı yazarlar: Bedrettin Keleştimur, Hadi Önal,
R. Mithat Yılmaz, Şükrü Kacar, Günerkan Aydoğmuş, Tuncer
Sönmez, M. Faik Güngör, Muammer Aksoy, Hasan Ergün Yılmaz,
Gazi Özcan, Zekeriyya Bican, Nihat Kaçoğlu, Hüseyin Poyraz,
Nusret Özgen, Mahir Gürbüz, İhsan Nazik katıldı.
M. ŞENER BULUT:Efendim, bugün
14 Mart 2013 Perşembe. Elâzığ’ın kültür hayatı için tarihi
bir gün. Ömrünü kitaplara, kitaplarını milletine adayarak
gönüllerde taht kuran Diyarbakırlı Ali Emîrî Efendi’nin aziz
hatırasına düzenlediğimiz “Ali Emîrî Efendi’ye Saygı”
programı birazdan başlayacak. Misafirlerimizin bir bölümü
dün akşam şehrimize teşrif ettiler. İlerleyen saatlerde
İstanbul’dan ve Diyarbakır’dan konuklarımızın da aramıza
katılmasıyla programlar devam edecek.
Ben ve değerli şairimiz Hadi Önal, Fırat Üniversitesi
misafirhanesinde dün akşam Elâzığ’a teşrif eden
konuklarımızla birlikte olduk. Karamanoğlu Mehmet Bey
Üniversitesi’nden Doç. Dr. Zülfi Güler, hemen yanı başında
Mardin Kızıltepe’den gelen Yurdal Demirel, çok değerli
yazarımız Şemsettin Ünlü, Millet Kütüphanesi’nin Müdürü
Sayın Melek Gençboyacı, Azerbaycan’dan Milli İlimler
Akademisi Fuzuli Elyazmaları Enstitüsü Başkanı Prof. Dr.
Paşa Kerimov, Nızami Gencevi Edebiyat Enstütsü’nden Prof.
Dr. Asif Rüstemli şu an aramızdalar. Yine Diyarbakır’ımızın
yetiştirmiş olduğu değerli bilim adamı Prof. Dr. Kemal
Eraslan, heyetimize katıldı. Bir diğer misafirimiz de 90’lı
yıllarda Elâzığ Anadolu Lisesi’nde müzik öğretmeni olarak
görev yapan çok değerli dostumuz Osman Çolak… Türk Edebiyatı
Vakfı Başkanı Servet Kabaklı ve Diyarbakırlı konuklarımız da
bugün öğlenden önce aramıza katılacaklardır. Misafirlerimize
hoş geldiniz diyorum ve mikrofonu konuklarımıza uzatarak gün
hakkındaki duygularını almak istiyorum.
Prof. Dr. KEMAL ERASLAN:
Efendim, evvela teşekkür ederim böyle bir davet ile bizi bu
güzel şehre getirdiniz. Dolayısıyla bu güzel şehirde Ali
Emîrî Efendi’yi anmak Fuzuli’yi anmak ayrıca sevindiricidir.
İnşallah toplantılarda gelecek olanlara güzel mesajlar
verebilirsek çok bahtiyar olacağız.
Prof. Dr. PAŞA KERİMOV: Ali
Emîrî Efendi ve Fuzuli; Azerbaycan ile Türkiye’nin
birliğinin, dostluğunun ve kardeşliğinin, temellerini
oluşturan şahsiyetlerdir. Bu sebeple bizler çok mutluyuz.
Elâzığ’da Fuzuli’yi de anacağız, Ali Emîrî Efendi’yi de
anacağız, bizim rahmetli Cumhurbaşkanımız Haydar Aliyev’in
söylediği gibi “biz bir millet iki memleketiz” her bir
işimiz, bilimsel çalışmalarımız bu amaca hizmet ediyor.
İnanıyorum ki Ali Emîrî’ye saygı faaliyeti Azerbaycan ve
Türkiye arasındaki bilimsel çalışmalara yeni bir boyut
kazandıracaktır.
Prof. Dr. ASİF RÜSTEMLİ:Şener
Bey siz de biliyorsunuz ki ben üçüncü defadır Elâzığ’a
geliyorum. Elâzığ’da katıldığım her faaliyet bir toy, bir
bayram gibi geçiriliyor, kutlanıyor. Büyük bir medeniyet
hadisesine çevriliyor. Bu defa da hem Fuzuli’ye saygı hem de
Ali Emîrî Efendi’ye hars olunmuş programlara katılacağız. Bu
sebeple kendimizi çok mutlu sayıyoruz. Ali Emîrî Efendi
Azerbaycan’da da tanınıyor. Bir kitap-sever olarak, bir
bilim adamı olarak kültürümüze ve medeniyetimize büyük
hizmetlerde bulunmuş bir şahsiyet olarak tanınıyor. Ben çok
memnunum ki bundan 7 yıl önce 2006 yılında Ali Emîrî’nin ilk
defa bulup ortaya çıkardığı Kaşgarlı Mahmut’un Dîvânu
Lugâti’t Türk eseri benim başkanlık ettiğim Ozan Neşriyat’ta
ilk defa basılmıştı. Bu eseri yayına hazırlayan Ramiz Esger
takdim yazısında Ali Emîrî hakkında çok geniş malumat
vermişti. İnşallah bu toplantılarda Azerbaycan’da Ali Emîrî
Efendi hakkında yapılan çalışmalar hakkında sizlere geniş
bilgiler aktaracağım. Bu münasebetle Elâzığ’da olmaktan
kendimi çok mutlu sayıyorum.
MELEK GENÇBOYACI: Fatih’ten
Millet Kütüphanesi’nden Elâzığ’a selamlar getirdik. Millet
Kütüphanesi’nin kurucusu Ali Emîrî Efendi’nin doğduğu görev
yaptığı topraklarda bir kadirşinaslık örneği olarak Ali
Emîrî Efendi’ye Saygı programını düzenleyen emeği geçen
başta Şener Bey, siz, olmak üzere Elâzığ ve Diyarbakır
valiliklerine Elâzığ Belediyesi’ne, Dicle ve Fırat
Üniversitelerine çok teşekkür ediyorum.
ŞEMSETTİN ÜNLÜ: Efendim, bu
toplantıya katılmaktan, aranızda bulunmaktan mutluyum. Bu
toplantılardaki sunumlardan yararlanacağımı, hep birlikte
birçok şey öğreneceğimizi umuyorum. Sunumlardan elde
edileceklere benim de bir katkım olursa bundan da ayrıca
mutluluk duyarım. Toplantıya Katılmam için çağrıda bulunan
Sayın Şener Bulut kardeşime huzurunuzda teşekkür ederim.
YURDAL DEMİREL:Her ne kadar
Mardin’de görev yapsam da ben misafir değil ev sahibi
sayılırım. Ali Emîrî Efendi’yi anma düşüncesini Elâzığ’da
gündeme getiren ve bu vesileyle büyük bir vefa örneği
gösteren Manas’ın değerli yöneticilerine çok teşekkür
ediyorum. Bu çerçevede bu önemli faaliyeti destekleyen
Elâzığ’ın ve Diyarbakır’ın değerli yöneticilerine de ayrıca
teşekkür ediyorum.
Doç. Dr. ZÜLFİ GÜLER: Efendim
önce Manas Yayıncılık’ınböyle hayırlı bir faaliyette
bulunmasından dolayı kendilerine teşekkür ediyorum. Türk
kültür tarihinin iki büyük şahsiyetini anma toplantısında
bulunmaktan da memnunum. Tekrar teşekkür ederim.
OSMAN ÇOLAK: Efendim ben
burada, bu güzel şehirde, 1990 ile1994 yıllarında görev
yapmıştım. Ali Emîrî Efendi ve Fuzuli gibi büyük şahsiyetler
için düzenlenen toplantılar için yeniden Elâzığ’dayım. Böyle
güzel bir faaliyete davet edildiğimiz için çok mutluyum.
Başta Manas Yayıncılık’a, il yöneticilerimize ve emeği geçen
herkese teşekkür ediyorum.
ELÂZIĞ VALİLİĞİ, ELÂZIĞ BELEDİYESİ VE
FIRAT ÜNİVERSİTESİ ZİYARET EDİLDİ
“Ali Emîrî Efendi’ye Saygı” programı, 14 Mart 2013 Perşembe
günü Ankara, İstanbul, Diyarbakır ve Bakü’den gelen
misafirlerin katılımlarıyla; Elâzığ Valiliği, Elâzığ
Belediye Başkanlığı ve Fırat Üniversitesi Rektörlüğü’ne
yapılan ziyaretlerle başladı.
Heyet, saat 09.00’da Elâzığ Valisi Muammer Erol tarafından
kabul edildi. Türk Dil Kurumu Başkanı Prof. Dr. Mustafa S.
Kaçalin, Türk Edebiyatı Vakfı Başkanı Servet Kabaklı,
Azerbaycan Milli İlimler Akademisi Fuzûlî Elyazmaları
Enstitüsü Başkanı Prof. Dr. Paşa Kerimov, Azerbaycan Milli
İlimler Akademisi Nizami Gencevî Edebiyat Enstitüsü Müdürü
Prof. Dr. Asif Rüstemli, Emekli Öğretim Üyesi Prof. Dr.
Kemal Eraslan, Millet Yazma Eser Kütüphanesi Müdürü Melek
Gençboyacı, Dicle Üniversitesi Öğretim Üyesi Okt. Mustafa
Uğurlu Arslan, Karamanoğlu Mehmet Bey Üniversitesi Öğretim
Üyesi Doç. Dr. Zülfi Güler, Yazar Şemsettin Ünlü, Medeniyet
Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Sadık Yazar, Kafkas
Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Öğretim Üyesi
Yrd. Doç. Dr. Mustafa Şenel, Gümüşhane Üniversitesi Öğretim
Üyesi Yrd. Doç. Dr. Abdulkadir Kıyak, Antalya 75.Yıl
Cumhuriyet Lisesi Müzik Öğretmeni Osman Çolak,
Mardin-Kızıltepe Sürekli Ortaokulu Müdürü Yurdal Demirel,
Diyarbakır Kültür Turizm ve Musiki Derneği Başkanı Kenan
Aksu, Diyarbakır’ın kıymetli şair ve yazarları; Vedat
Güldoğan, Abdulkadir Nur Gördük, Nesrin Erdoğmuş, Mevlüt
Mergen, İbrahim Evirgen’in katıldığı ziyarette Manas’ın
kıymetli üyeleri M. Şener Bulut, Bedrettin Keleştimur ve
Hadi Önal da hazır bulundu.
Elâzığ Valisi MUAMMER EROL:
Hepinize ayrı ayrı hoş geldiniz diyorum. Elâzığlı
hemşerilerimizin söyledikleri gibi ‘ne iyi ettiniz de
geldiniz’. Gerçi bu sözü misafirlerini uğurlarken söylerler
ama biz bu ifadeyi başta söylemiş olalım.
Manas Yayıncılık’ın emeğiyle, gayretiyle kültür hayatımıza
renk katacak ve değerlerimizi tekrar gündemimize taşıyarak
yeni nesillere aktarması ve yaşatılması konusunda yapılan
faaliyetlerle kültür hayatımız, ciddi bir saygınlık ve
mesafe kazandı ve kazanıyor ve kazanacak diye de ümit
ediyorum.
İçimizde ve dışımızda görünen görünmeyen âleme anlam
kazandıran kitaba fikir ve düşünce dünyamızı aydınlatan her
insan büyük bir değer vermiştir. İşte bu insanlardan biri de
Anadolu coğrafyamızın kültür şehirlerinden biri olan
Diyarbakır’ın yetiştirdiği Ali Emîrî Efendi’dir. Yahya Kemal
Beyatlı’ya:
“muhtaç isen füyûzuna eslâf pendinin
Diz çok önünde şimdi Emîrî Efendi’nin” dedirten Ali Emîrî
Efendi’nin kitaba olan saygısı olmuştur. Bir kitap sevdalısı
olarak tanıdığımız Ali Emîrî Efendi, yaşadığı dönemin
zorluklarına göğüs gererek bütün İslam kültür merkezlerini
dolaşmış, nerede el yazması bir kitap bulmuşsa almış ve
biriktirmiştir. 11. yüzyılda Kaşgarlı Mahmut tarafından
yazılan ve ilk Türkçe sözlük olan “Dîvânu Lugâti’t Türk”
adlı eseri Türk Edebiyatı’na kazandırması dahi başlı başına
bir âlicenaplıktır. Ali Emîrî Efendi, 4500’ü yazma eser
olmak üzere toplam 16 bin kitaptan oluşan varlığının,
enerjisinin ürünü kitaplarını bugün İstanbul Fatih’te
okuyucusuna hizmet veren Millet Kütüphanesi’ne
bağışlamıştır. Millet Kütüphanesi’nin isim babası da Ali
Emîrî Efendi’dir. Kendisine ısrarla senin ismini bu
kütüphaneye verelim, demelerine karşılık o, “Ben bu
kitapları milletim için biriktirdim. Bütün kitaplarımı da
milletime hediye, ediyorum; kurulacak kütüphaneye ‘Millet
Kütüphanesi’ densin” diyerek bu teklifi reddetmiştir. Ali
Emîrî Efendi, çok yönlü bir insandır. Maliyeci, araştırmacı,
yazar, şair, hattat, kütüphaneci kimlikleri ile tanıdığımız
bu “Kitap mülkünün sultanı” Anadolu, Balkanlar ve
Arabistan’da 15 ayrı vilayette görev almış, 1987 yılında
Elâzığ’da da defterdar olarak çalışmıştır. Dini ve milli
değerlere gönülden bağlı, Osmanlı kültürüne ve Osmanlı
padişahlarına karşı sevgi ve saygısını her zaman dile
getiren Ali Emîrî Efendi, doğru bildiğini söylemekten ve
uygulamaktan da çekinmemiştir. Ali Emîrî Efendi bu yönü ile
de görev yaptığı her şehirde Hakk’ın ve haklının yılmaz
savunucusu olmuş sevilmiş ve sayılmıştır. Alçak gönüllüğü,
ihlâsı ve âlicenaplığı ile milletin gönlünde taht kuran,
başta Dîvânu Lugâti’t Türk olmak üzere Türk Edebiyatı’na
sayısız eserler kazandıran bu müstesna insanı, Ali Emîrî
Efendi’yi rahmetle, mihnetle ve şükranla anıyorum.
Kıymetlerini kıymetlendiren ve onları gündeme taşıyarak
yetişen ve yetişecek nesillere örneklendiren Elâzığlı ve
Diyarbakırlı gönül ve kültür dostlarına da yaptıkları bütün
bu çalışmalardan dolayı teşekkür ediyorum.
SERVET KABAKLI: Azîz Valim,
Vefa”yı İstanbul’un Fatihi’nde bir semt adı olarak görenler
ve bu adın niçin verildiğinden bir mânâ çıkaramayanlar için
temennimiz “Allah kurtarsın”dan başka bir söz olamaz.
Halbuki vefa, Orhun ve Yenisey ırmakları kıyısına diktiğimiz
yazılı bengü taşlarda da görüleceği üzere, bizim millî
kimliğimizin en önemli özelliklerindendir. Aynı zamanda,
Cennetmekân Ahmet Kabaklı Hoca’mızın o veciz ifadesiyle;
“Vefa, Yüce Dinimiz İslâm’ın gülen yüzüdür” Hele hele ebed-müddet
devletimize ve azîz milletimize edeb çerçevesinde hizmet
sunmuş, milli birliğimizin temeli olan dilimize,
edebiyatımıza, sanatımıza ve hasılı harsımıza sahip çıkmış
büyüklerimize, yine ve mutlaka “Edeb Ya Hû” dairesinde
göstereceğimiz “ahde vefa”, istikbâlimizin ve istiklâlimizin
teminatı olacaktır. İşte bu çerçevede Elazîz ve Diyarbekir
vilayetlerimizin “şair, edip, münekkid, kitap hâmîsi ve
bağışlayıcısı” bir büyük münevver olan, yazılı
edebiyatımızın ilk eseri Dîvânu Lugâti’t Türk’ü asırlar
sonra bularak milletimize kazandıran Ali Emîrî Efendi’ye
gösterdikleri ahde vefa, gönülden alkışlanacak bir
güzelliktir. O Ali Emîrî Efendi’dir ki cihan devleti Osmanlı
vatanının, memur olarak vazifelendirilip gönderildiği ve
seve seve koşup gittiği, 3 kıtadaki her vilayetinden, yedi
iklim dört bucağından topladığı paha biçilmez el yazması 16
bin eserlik kütüphanesini milletimize bağışlamış, kendi
adının verilmesine de karşı çıkarak “Millet Kütüphanesi”
adını vermiştir. Ömr-ü hayatındaki 2 büyük niyazından birini
böylece bizzat gerçekleştirmiş; diğer niyazı ise çok sevdiği
ve mensubiyetinden her zaman şeref duyduğu Müslüman Türk
Milleti tarafından gerçekleştirilmiştir. O niyaz, hayranı
olduğu İstanbul Fatihi Sultan Mehmed Han’ın yakınına
defnedilmektir ki, mezarı Fatih Camiî Haziresi’nde, Fatih
Türbesi’nin çok yakınındadır. O büyük münevver, bütün ömrünü
adadığı kendi kütüphanesine “Millet Kütüphanesi” adını
vermiştir ama Hakk’a yürüyüşünden yaklaşık 90 yıl sonra, 21.
asır’da, İstanbul Fatih’te Büyükşehir Belediyesi tarafından
yaptırılan muhteşem bir kültür merkezine, “Ali Emîrî Kültür
Merkezi” adı verilmiştir. Hem de vefatından 10’larca yıl
sonra Millet Kütüphanesi’nin Müdürlüğü’nü büyük bir
başarıyla üstlenmeye başlayan onun emanetini sırtlayan ve
Ali Emîrî adını bütün cihana duyuran Melek Gençboyacı’nın
teklifleriyle… Ne büyük bir tevâfuktur ki Elazîz’de de
“defterdarlık” ve “vali vekilliği” yapan Diyarbekirli Ali
Emîrî Efendi’nin adını taşıyan 4 katlı bu büyük kültür
merkezi’nin 3. katında, 600 metrekare üzerinde 2 okuma
salonlu, Elaziz – Harputlu Şeyhülmuharrirîn Ahmet
Kabaklı’nın ve Türk Edebiyatı Vakfı’nın bağışlarıyla oluşan
35 bin 500 ciltlik “Ahmet Kabaklı Kütüphanesi”
bulunmaktadır. Sevgili Şener Bulut’un başını çektiği
Elazizli şair, edip ve yazarlardan oluşan kültür adamlarının
teklif ve hamallık ettiği muhteşem kültür – sanat ve vefa
faaliyetleri saymakla bitmez. İşte onlardan biri, yine “Can
Azerbaycan”dan fikir ve ilim ehli dostların da katıldığı bu
“Ali Emîrî Efendi’ye Saygı” günleridir. Bu güzel faaliyetin
Elâzığ ve Diyarbakır Valilikleri’nin himayesinde, her iki
komşu ve dost şehirde yapılmış olması, Ali Emîrî Efendi ile
beraber, “milletimizin birliği, diriliği ve iriliği” için
hayatlarını adamış Ziya Gökalplerin, Süleyman Naziflerin,
Fethi Gemuhluoğluların, Niyazi Yıldırım Gençosmanoğluların
ve Ahmet Kabaklıların da ruhlarını şâd edecektir. Bu güzel
faaliyetin çerçevesinde, umum Türk şiirinin “Şeydâ bülbülü”
ve “Leylâ’nın Mecnûn’u” olan Fuzûlî’nin de anılması, onun
için de bir açık oturum yapılması, şiirle ve musîkiyle yâd
edilmesi bir başka güzelliktir. Bu faaliyet sadece iki komşu
vilayet Elaziz-Diyarbekir dostluğunu pekiştirmek dışındaki
iki güzelliği daha bağrına basıyor. “İki devlet bir millet”
Türkiye – Azerbaycan kardeşliği ve Türkiye Yazma Eserler
Kurumu Millet Yazma Eserler Kütüphanesi ile Azerbaycan Millî
İlimler Akademisi Muhammed Fuzûlî El Yazmaları Enstitüsü
arasındaki dostluk ve gelişecek işbirliği… Türkiye’den ve
Azerbaycan’dan bu güzel faaliyete kol kanat geren, “kadir-
kıymet bilen” bütün kurum ve kuruluşlara, üniversitelere,
kıymetli hocalarımıza ve sanatkârlarımıza, emeği geçen
herkese gönül alkışları sunarken, bu faaliyeti düzenleyen
kuruluşlar arasında Türk Edebiyatı Vakfı olarak anılmaktan
da bahtiyarlık duyuyoruz.
Prof. Dr. KEMAL ERASLAN:
Değerli Valim,Elâzığ’da olmaktan büyük bir memnuniyet
duyduğumu ifade etmek istiyorum. Diyarbakır Lisesi’nden
hocam olan Ahmet Kabaklı’nın şehrinde bulunmak ise benim
için ayrı bir sevinç kaynağıdır.
Hayret ettiğimiz bir şahıs, hareketiyle davranışıyla,
konuşmasıyla muazzam bir tesir uyandırırdı. Öğrenciler
arasında bir defa son derece geniş kültürü var. Dışa açık
bir insan daha evvel Tercüman gazetesinin açtığı köşe
yazarlığı müsabakasında birinciliği olan iki kişiden
biriydi. O yıllarda başladı gazeteciliğe. Öyle bir an oldu
ki bütün lisenin öğrencilerini avucunun içi gibi topladı.
Neyiyle? Bilgisiyle, davranışıyla, düşünceleriyle… Hiç
unutamıyorum bir edebiyat gecesi yaptı. Arkasında Cevat
Fehmi’nin bir eserini sahneye koydu. Şehirde yer yerinden
oynadı.
Ben, bazen düşünüyorum 60 sene geçmiş; 10 sene, 20 sene
değil ve ben bu 60 sene içinde en çok hatırlayıp rahmetle
andığım üç beş hocadan biridir. Ve bu sahaya da geçmemin de
sebebi yine rahmetli Hoca’m Ahmet Kabaklı’dır. Siyasal
bilgileri kazandığım halde gitmedim. Bırakıp edebiyat
bölümüne gittim. Kimin tesiriyle hocamın tesiriyle. Nur
içinde yatsın ve bugün çok memnunum iyi ki hocam benim
edebiyat zevkini aşıladı da karınca kararınca bir şeyler
yaptıysam ne mutlu bana. Bunun şerefi övüncü benden ziyade
hocama aittir.
Prof. Dr. PAŞA KERİMOV:Ali
Emîrî Efendi tedbirine Azerbaycan araştırmacısı ve
Azerbaycan Milli İlimler Akademisi Mehemmed Fuzûlî Adına
Elyazmalar Enstitüsü Başkanı olarak katılacak olmak benim
için büyük bir şereftir. Biz biliyoruz ki, Ali Emîrî
Kaşgarlı Mahmud’un “Dîvânu Lugâti’t Türk” adlı eserini ilim
dünyasına tanıtarak Türk birliğinin temelini araştırmış,
Türkiye’de ilk milli kütüphanenin kurucusu olmuştur. Biz de
kendi araştırmalarımızda, gündelik işlerimizde aynı maksada;
yani Türk birliğinin derin ve sağlam köklerini ve geçirdiği
tarihi süreci araştırmaya hizmet etmekteyiz. Elyazmalar
Enstitüsü’nde Özbek Ali Şir Nevai, Türkmen Mahtumkulu ile
birlikte Azerbaycan ve Anadolu Türklerinin ortak şairleri
olan Ali’nin, Fakih’in, İmameddin Nesimi’nin, Fuzûlî’nin;
Osmanlı şairleri Abdülbaki Efendi’nin, Bağdatlı Ruhi’nin,
Süleyman Çelebi’nin, Alaaddin Sabit Efendi’nin, Niyazi-i
Mısri’nin, Ahmet Nedim’in, Naili’nin, Nazım Ahmet
Efendi’nin, Kemal Ümmi’nin, İsmeti’nin, Erzurumlu İbrahim
Hakkı’nın, Ziya Paşa’nın eserleri yer almakta,
araştırılmakta ve neşredilmektedir. Araştırmalarımız bir kez
daha gösterdi ki, edebiyat tarihimiz, birliğimizin kesin
kanıtıdır. Bizlerin en zorlu günlerinde ve hatta savaşlar
içinde olduğumuz devirlerde bile edebiyatımızda dostluğumuz,
kardeşliğimiz devam etmiş, edebiyatımızda hiç kesinti
olmamıştır. Benim Safeviler devri Azerbaycan Edebiyatına ait
“XVII. Asır Anadilli Azerbaycan Liriği” adlı monografimin
bir bölümünde bu konu ayrıca ele alınır. Safevi ve Osmanlı
devletleri arasında savaşlar yaşanırken bile edebiyatımız,
dostluk ve kardeşliğini devam ettirmiştir.
Geçen yıl ezeli ve ebedi dostluğumuzu, kardeşliğimizi devam
ettirmek için bir iş daha yaptık. Türk Edebiyatı Vakfı’nın
Başkanı Servet Kabaklı’nın başkanlığında bir araştırma
heyeti misafirimiz oldu. Misafirlerin içinde Elâzığ Belediye
Başkanı Süleyman Selmanoğlu, Manas Yayıncılık’ın Müdürü M.
Şener Bulut, Elâzığ İletişim Lisesi Müdürü Ali Canpolat,
Şair Hadi Önal ve daha başkaları da vardı. Azerbaycan Milli
İlimler Akademisi Mehemmed Fuzûlî Adına Elyazmalar
Enstitüsü’nde yaptığımız bir toplantıda edebiyatımızın
gelişmesinde büyük hizmetleri olan Türk Edebiyatı Vakfı
Başkanı Servet Kabaklı’ya Elyazmalar Enstitüsü’nün fahri
doktorası takdim edildi. Sayın Süleyman Selmanoğlu’na ve
Şener Bulut’a “Azerbaycan Edebiyatı’nın Dostu” belgesi
takdim edildi. Aynı gün büyük edebiyat araştırmacısı,
edebiyat tarihçisi, yazar Ahmet Kabaklı’nın Bakü’de Prof.
Dr. Asif Rüstemli’nin Türkiye Türkçesinden aktarışı ile
“Ozan Neşriyat’ta yayınlanan “Harput Efsaneleri” kitabının
tanıtımı yapıldı. Toplantıda konuşma yapan misafirlerimiz
Servet Kabaklı, M. Süleyman Selmanoğlu, M. Şener Bulut ve
Azerbaycanlı ilim adamları Millet Vekili Prof. Dr. Musa
Gasımlı, Prof. Dr. Gezenfer Paşayev, Prof. Dr. Elman Guliyev,
Prof. Dr. Asif Rüstemli ve diğerleri dostluğumuzun,
kardeşliğimizin ebedi olduğunu, birliğimizi sağlamlaştıracak
bu gibi etkinliklerin sayısının artırılmasının zorunlu
olduğunu vurguladılar. Ali Emîrî Efendi Programına katılıyor
olmamız da bizim Türk birliğinin ve edebiyatının
geliştirilmesiyle ilgili düşüncelerimizin ve ayrıca söylemiş
olduklarımızın bir delilidir.
Sayın Valim, ifade etmem gerekir ki bizler de Elâzığ’a
gelmekten Ali Emîrî Efendi ve Muhammet Fuzuli için
düzenlediğimiz bu anma merasimine katılmaktan ziyadesiyle
memnun olduk. Hepinizi selamlıyor, saygı ve sevgilerimi
bildiriyorum. Ben, sizlere enstitümüzün iki kitabını hediye
etmek istiyorum.
Prof. Dr. ASİF RÜSTEMLİ: Sayın
Valim, Bakü’nün yüksek, dağlık bölümünde bulunan ve ardı
arkası kesilmeyen ziyaretçilere sahip olan Şehitler
Hıyabanı’nın girişindeki iki kardeş devletin, Azerbaycan ve
Türkiye’nin, adeta güneş ışığı gibi parıldayan ve ışık saçan
bayrakları, dostluğun ebediyet işareti gibi dalgalanır.
İstiklal ve bağımsızlık uğrunda kahramanlıkla mücadele edip
şehit düşmüş olan Anadolu Türklerinin ve Azerbaycan
askerlerinin anısına dikilmiş olan muhteşem hatıra
abidesinin mermer levhasında bine yakın şehidimizin adı
kırmızı harflerle kazınmıştır. 1918 yılının Eylül ayında
hayatlarını Bakü’nün kurtuluşu, halkımızın refahı için feda
eden insanlar aynı milletin evlatları olduklarını, aynı emel
ve aynı fikir uğrunda mücadele ettiklerini ortaya koydular.
Kanlarını birbirinin kanlarına katmakla kan kardeşliğinin ve
dostluğun temelini daha da sağlamlaştırmışlardır. Büyük
çoğunluğunun kardeş ülkeden, Türkiye’den geldiği bu
kahramanların doğdukları bölgeler gözden geçirilince
Türkiye’nin bütün kahramanlık hatırası gözler önüne serilir.
Efsanevi komutan Nuri Paşa’nın komuta ettiği Kafkas İslam
Ordusu’nun içindeki, Bakü’nün Türk karşıtı kuvvetlerden
kurtulmasında kahramanlıkla mücadele edip şehit düşen, iki
asker, Şevki Efendi ve Timur Hasan, Elâzığ’ın yetiştirdiği
mert ve cesur evlatları idi. Şevki Efendi, Timur Hasan gibi
yiğit Türk evlatları Bakü’de şehitlik zirvesine yücelmekle
kendi adlarını ve dünyaya geldikleri yer olan Elâzığ adını
belki de ilk defa Azerbaycan Türklerinin hafızasına, dostluk
ve kardeşlik tarihimizin bağrına ebedi olarak kazımışlardır.
Kafkas İslam Ordusu’nun verdiği bu şehitler çağdaş gençlik
için o kadar unutulmazdır ki onlar Azerbaycan Devleti’nin
bağımsızlığı, toprak bütünlüğü ve özgürlüğü yolunda
kahramanlıkla şehit düşmüş ilk neferlerimiz, ilk
şehitlerimizdir. Onların yiğitliği, cesurluğu, fedakârlığı
sayesinde yüz yıldan daha fazla Rusya emperyalizminin
esareti altında inleyen, parçalanmış bir halk hasretini
çektiği bağımsızlık arzusuna kavuştu. Halk Cumhuriyeti kâğıt
üzerinden gerçeğe, dinamik devlet yapısına döndü. Azerbaycan
aydınları, yazarları kardeş devletin ülkemize karşı yaptığı
bu tarihi hizmetleri minnettarlık duygusu ile ve sevgi ile
karşıladı. Şairlerimizden Ahmed Cavad 1918 yılının Ekim
ayının 27’sinde “Azerbaycan” gazetesinde yayınlattığı “Ey
Asker” şiirinde halkımızın Türk ordusunu hangi his ve
duygularla beklediğini gerçek ve edebi sözcüklerle şöyle
dile getirmiştir:
“Şu karşıki duman çıkan bacadan
Sen gelmeden iniltiler çıkardı.
Gecikseydin, mazlumların feryadı
Yeri, göğü, kâinatı yıkardı.”
Nihayet Nuri Paşa’nın ve Mürsel Paşa’nın komuta ettiği Türk
ordusu Azerbaycanlı kardeşlerinin imdadına gecikmedi, yüz
binlerce insanı ölüm kâbusundan kurtardı. Doğu’da ilk
demokratik cumhuriyetin kurulmasında büyük rol oynadı. Milli
ve manevi hafızamızda idam devri olarak yer etmiş olan 70
yıllık Sovyet rejimi zamanında Azerbaycan ile Türkiye
arasındaki bağ tamamen kesildi, tarihi ve kültürel kaynaklar
bilinçli bir şekilde unutturuldu. Ancak devletimiz
bağımsızlığına kavuştuktan sonra iki kardeş ülke arasındaki
“Buzlu devir” son buldu ve sıcak ilişkiler kurulmaya
başladı.1992 yılında Nahçıvan ile Iğdır arasında “Ümit
Köprüsü” açıldı. Onlarca yıl hasretle beklenen bu köprü
Azerbaycan’ın kendi toprağından ayrı düşmüş olan bu bölgeyi
savaştan ve işgal tehlikesinden kurtardı. Bu köprü, aslında
iki kardeş halk arasında yük ve malzeme taşınmasından daha
büyük bir öneme sahipti. Çünkü bu köprü, tacizci
Ermanistan’a ve onun destekçilerine verilmiş olan ilk siyasi
mesajdı. Her iki ülkenin aydınları, edebiyatçıları ve kültür
adamları arasında büyük bir rağbetle karşılanan,
başkentlerden bölgelere yayılan festivaller, ilmi, edebi ve
kültürel sempozyumlar, merasimler halkın faydasını gözettiği
için milletimiz ve devletlerimiz tarafından daima
desteklenmiştir. İki ülke arasındaki edebi ve kültürel
unsurların zenginleşmesinde ve gelişmesinde Elâzığ
Valiliği’nin ve Belediye Başkanlığı’nın büyük rolü, sevgi ve
saygısı dikkate değer bir şekilde takdir edilmelidir. Çünkü
Elâzığ’da 1992 yılından itibaren her yıl gerçekleşen
“Uluslararası Hazar Şiir Akşamları”, Azerbaycan ve Türkiye
dostluğuna, iki kardeş ülkenin edebi ve kültürel ilişkisine
ciddi katkılar sunmaktadır. Bu muhteşem şiir bayramının
dünyanın Türkçe konuşan çeşitli ülkelerinden, diyarlarından,
şehir ve kasabalarından davet edilen katılımcıların iştiraki
ile Elâzığ’da gerçekleştirilmesi, esrarengiz bir güzelliğe
sahip olan bu eski mekânı Türkiye’nin kültür merkezine
çevirmektedir. Elâzığlıların geleneksel uluslararası bu
etkinliğe “Hazar” adını vermesi de tesadüf değildir. Bu
isim; Azerbaycan’ı onlara tanıtan ve sevdiren Elmas Yıldırım
ile yakından ilgilidir. Elâzığ halkı, Elmas Yıldırım’ın
doğumunun 100. yılı münasebetiyle 2007 yılında düzenlenen
Uluslararası Hazar Şiir Akşamlarını bu ünlü şairimizin adına
ithafen düzenledi ve dostum Şener Bulut’un müdürlüğünü
yaptığı “Manas Yayıncılık” ise Yrd. Doç. Dr. Enver Aras’ın
“Hazar’dan Hazara Elmas Yıldırım” adlı 600 sayfalık eseri
son derece güzel bir şekilde yayınladı. Elâzığ’da 2008
yılının Kasım ayında düzenlenen 16. Uluslararası Hazar Şiir
Akşamları ise güçlü söz üstadı Bahtiyar Vahabzade adına
tertip edildi. Bu organizasyona onlarca ülkeden yüzlerce
aydın, edip, kültür ve düşünce adamı davetliydi. O günlerde
Elâzığ Türklüğün, kültürün ve edebiyatın beşiğine, şiirin
ise başkentine dönmüştü ve bu gelenek her yıl devam
etmekteydi. Ayrıca Azerbaycan’ın bağımsızlık mücadelesinde
önemli rolü bulunan Cefer Cabbarlı’yla ilgili olarak kaleme
almış olduğum ve Elâzığ’daki sevgili kardeşim ve meslektaşım
Yrd. Doç. Dr. Süleyman Kaan Yalçın tarafından Türkiye
Türkçesine aktarılan ve Manas Yayıncılık tarafından
yayınlanan “Cefer Cabbarlı Hayatı, Sanatı ve Mücadelesi”
adlı eser münasebetiyle 3-4 Şubat 2012 tarihlerinde
Elâzığ’da düzenlenen “Elâzığ-Bakü Kültür ve Sanat Buluşması”
programı iki ülke arasındaki kültür köprüsünü daha da
kuvvetlendirmiştir. Elâzığ Valisi Sayın Muammer Erol ve
Elâzığ Belediye Başkanı Sayın Süleyman Selmanoğlu edebiyatı,
şiiri seven, milli benliklerine derinden bağlı olan önemli
siyaset adamlarıdır. Son yıllarda Elâzığ’ın Cumhuriyet
Mahallesi’nde bir caddeye Bahtiyar Vahapzade adının
verilmesi, Azerbaycan Parkı ve Şehitler Anıtı’nın açılışı ve
ilim adamlarının değerli kitaplarının Manas Yayıncılık’ta
yayınlanıyor olması unutulmaz bir sevinç yaratmakla birlikte
bizleri de yeni hizmetlere yöneltmekte ve yeni kitaplar
yazmaya teşvik etmektedir. Bugünlerde Elâzığ’da
gerçekleşecek olan “Ali Emîrî Efendi’ye Saygı” programı
aslında temeli muhabbetle yoğrulmuş güzel geleneklerin
devamına, müşterek kültürümüze ve ortak tarihimize saygının
bir göstergesidir. Bu program kapsamında Prof. Dr. Gülşen-Eliyeva
Kengerli’nin kaleme aldığı ve yine Yrd. Doç. Dr. Süleyman
Kaan Yalçın tarafından Türkiye Türkçesine aktarılarak Manas
Yayıncılık tarafından yayınlanan ve kültürümüzün ortak
değerlerinden büyük söz ustası Fuzûlî’nin şiir dünyasını ve
onunla ilgili çalışmaları konu edinen “Azerbaycan Fuzûlî
Araştırmacılığı” adlı eser de Azerbaycan ve Türkiye’nin
kültür ve edebiyat kardeşliğini ortaya koyacak önemli bir
değer olarak ortaya çıkmaktadır.
KENAN AKSU: Sayın Valim, geçen
yıl Diyarbakırspor’un yöneticiliğini yaptığım da Elâzığ’ın
güzel insanlarıyla dostluklar kurmuştuk. Spor ve kültür
faaliyetleri bizleri birbirimize çok yakınlaştırdığını ifade
etmek istiyorum. Bu vesileyle Şener Bey’e çok teşekkür
ediyorum. Bizler çok zengin bir kültür coğrafyasında
yaşıyoruz. Diyarbakır Kültür Turizm ve Musiki Derneği olarak
Diyarbakır’ın kültür zenginliklerini araştırmak öğrenmek ve
tanıtmak için yoğun bir gayretin içerisinde olduğumuzu ifade
etmek istiyorum. Bizler bir Diyarbakırlı olarak Ali Emîrî
Efendi’nin bu kadar yüksek bir seviyede anılmasını çok büyük
bir memnuniyetle karşılıyoruz ve sizlere çok teşekkür
ediyoruz. Bu vesileyle Ali Emîrî Efendi’nin bilmediğimiz
yönlerini, tanımadığımız yönlerini öğrenmiş olacağız.
Elâzığ Valiliği’nden sonra saat: 09.45’te Fırat
Üniversitesi’ni ziyaret eden misafirler, Rektör Prof. Dr.
Kutbettin Demirdağ tarafından kabul edildi.
M. ŞENER BULUT:Sayın
Rektörüm,ömrünü kitaplara, kitaplarını Türk milletine
adayarak gönüllerde taht kuran Diyarbakırlı Ali Emîrî
Efendi’nin aziz hatırasına düzenlediğimiz “Ali Emîrî
Efendi’ye Saygı” programına katılan misafirlerimiz ile
birlikte Üniversitemizi ziyaret etmekten büyük onur
duymaktayız. Elâzığ Valiliğimizin, Diyarbakır valiliğimizin,
Elâzığ Belediyemizin, Fırat Üniversitemizin, Dicle
Üniversitemizin, Türk Edebiyatı Vakfımızın ve Millet
Kütüphanemizin, Diyarbakır Kültür Turizm ve Musiki
Derneğimizin TRT Diyarbakır Radyosu Müdürlüğümüzün ve Elâzığ
Kültür Turizm Müdürlüğümüzün katkılarıyla hazırladığımız
programlar bugün başlıyor.
Sizlere misafirlerimizi tanıtmak istiyorum. Karamanoğlu
Mehmet Bey Üniversitesi öğretim üyesi Doç. Dr. Zülfi Güler,
Mardin’den Yurdal Demirel, çok değerli yazarımız Şemsettin
Ünlü, Millet Kütüphanesi’nin Müdürü Sayın Melek Gençboyacı,
Azerbaycan’dan Milli İlimler Akademisi Fuzuli Elyazmaları
Enstitüsü Başkanı Prof. Dr. Paşa Kerimov, Nizami Gencevi
Edebiyat Enstitüsü’nden Prof. Dr. Asif Rüstemli yine
Diyarbakır’ımızın yetiştirmiş olduğu değerli bilim adamı
Prof. Dr. Kemal Eraslan, Medeniyet Üniversitesi Öğretim
Üyesi Doç. Dr. Sadık Yazar, 90’lı yıllarda Elâzığ Anadolu
Lisesi’nde müzik eğitmeni olarak görev yapan çok değerli
eğitimci Osman Çolak, Gümüşhane Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi öğretim üyesi Yrd. Doç. Dr. Abdulkadir Kıyak, Türk
Edebiyatı Vakfı Başkanı Servet Kabaklı ve çok değerli
Diyarbakırlı konuklarımız. Ben misafirlerimize sizlerin
huzurlarında bir kez daha hoş geldiniz demek istiyorum.
MELEK GENÇBOYACI: Sayın
Rektörüm, Ali Emîrî Efendi ve onun gibi değerlerin isminin
eserlerinin yaşatılması için çaba gösteren bir insan olarak
gerçekten çok mutluyum. Son bir haftadan beri
televizyonlarda gazetelerde Ali Emirî konuşuluyor.
Ali Emîrî Efendi, Diyarbakır’ın ünlü şairlerinden Saim
Mehmet Emiri Çelebi’nin torunlarından Seyyid Mehmet Şerif
Efendi’nin oğludur. Emîrîzadeler adıyla tanınmış Seyyid ve
şerif soyundan gelen seçkin ve aydın bir aileye mensuptu.
Emîrî ailesinin son çocuğu olarak 1274/1857 tarihinde
Diyarbakır’da doğdu. Emîrî Efendi, dünyaya geldiğinde annesi
çok genç bir kadın, babası Mehmet Şerif Efendi ise altmış
yaşını geçmiş Diyarbakır-Bağdat arasında kervan işleterek
geniş çapta ticaretle uğraşan bir tüccardı. İyi bir öğrenim
görmesinde ve yetişmesinde ailesinin büyük rolü olmuştur.
İlköğrenimini Sülûkiyye Medresesi’nde tamamlamış, amcası
Fethullah Feyzi Efendi ve büyük amcası Şaban Kâmil
Efendi’den alet ilimleri ve hat dersleri ile Şirvan
Kaymakamı olan dayısından da Farsça dersleri aldı. Kısa
zamanda Arapça ve Farsçasını ilerletti. Bu arada eski tarzda
şiirler kaleme almaya başladı. Küçük yaştan itibaren okumaya
ve öğrenmeye olan merakı yaşamı boyunca da devam eden Emîrî
Efendi bunu hayatının gayesi haline getirmiştir. Bu nedenle
memuriyet hayatı boyunca ilmî ve edebî faaliyetlerini ara
vermeden sürdürdü. Ömrü boyunca hiç evlenmeyen, hiç fotoğraf
çektirmeyen “nev’i şahsına münhasır” kişilerdendi.
Edebiyatçı, şair ve gazeteci olarak ilim dünyasına birçok
eser kazandırmıştır. Ali Emîrî Efendi’nin asıl büyük yanı,
hayatı boyunca toplamış olduğu paha biçilmez değerde
kitaplardan oluşan kütüphanesini, Fatih’te Feyzullah Efendi
Medresesinde 17 Nisan 1916 yılında kurduğu Millet
Kütüphanesine bağışlamasıdır. Üstelik bütün ısrarlara rağmen
kütüphaneye kendi isminin verilmesini istememiş, “Ben bu
kitapları milletim için topladım ve milletime armağan
ediyorum; kütüphanemin ismi de ‘Millet Kütüphanesi’ olacak!”
demiştir. Kütüphaneye çoğu nadir ve tek nüsha olan 16.000
cilt eser vakfetmiş ve ölümüne kadar da kütüphanesinin
müdürlüğünü yapmıştır. Yahya Kemal’in ifadesiyle;
Yekpâre nûr olan bu kütübhâne-i nefîs
Yekpâre servetiydi bu âlemde kendinin
Evet, yegâne servetiydi ve bu servet kolay kazanılmamıştı.
Dişinden tırnağından arttırarak, birçok zorluğa göğüs
gererek, diyar diyar dolaşarak... Çocukluğundan beri milleti
için kitap biriktirmeye başlamış, kendini ilme ve milletinin
kültürünü yükseltmeye adamış olan Ali Emîrî Efendi, “MİLLET”
isimli şiirinde bu hislerini şöyle dile getirmiştir.
Hünerverler yetişsin san‘at icad eylesün millet
Hamiyetle çalışsun mülkü âbâd eylesün millet
Çıkar, seyret ne İbnü’r-Rüşdlerle İbn-i Sinâlar
Hele bir kerre azm-i râh-ı ecdâd eylesün millet
Süleymâne teşebbüs Fâtihâne îtinâlarla
Bekâ da Hâlid u Fâruk u dilşâd eylesün millet
Olur, elbet ne Hayreddînler, Turgudçalar peydâ
Yine bahr-ı hünerde sa‘y-i müzdâd eylesün millet
O gafletle geçirse ey Emîrî vakt-i hâzırda
Mezâristan içinde nazmımı yâd eylesün millet Ali Emîrî Efendi’nin memur olarak çalıştığı ya da çeşitli
vesilelerle bulunduğu yerler:
1.Mardin Tahrirat Kalemi Kâtipliği ( 1878 )
2.Hey’et-i Islahiye Müsevvidliği ( 1878 )
3.Abidin Paşa ile birlikte Elâzığ (1878 Ramazan ayı)
4.Abidin Paşa ile Sivas (On beş gün sonra)
5.Abidin Paşa ile Selanik (1880)
6.Abidin Paşa ile Atina (1881 öncesi)
7.Ankara Vilâyeti Merkez Sancağı A’şar Müdüriyeti (1880)
8.İçel Sancağı A’şar Müdüriyeti (1881)
9.Kozan A’şar Müdürlüğü (1882)
10.Adana Vilâyeti Merkez Sancağı A’şar Müdürlüğü (1885)
11.Adana A’şar Nezâreti Başkâtipliği (1887)
12.A’şar idarelerinin kaldırılması üzerine İstanbul’a
gelir.(1888)
13.Yanya Vilâyeti Leskovik Sancağı Muhasebeciliği (1888)
14.Kırşehir Muhasebeciliği (1889)
15.İstanbul’a gelip dört ay kaldıktan sonra tekrar
Kırşehir’e döndü (1890)
16.Trablusşam Sancağı Muhasebeciliği (1896)
17.Elâzığ Vilâyeti Defterdarlığı (1897)
18.Erzurum Defterdarlığı (1897)
19.Yanya ve İşkodra Maliye Müfettişliği, bu görevi Yürüttüğü
sırada kendisine verilen bir görevle (1898) Yenişehir’e de
gitmiştir.
20.Tâif (1899)
21.Yemen Vilâyeti Teslimiyye Müfettişliği (1901) 22.1908
yılında emekli oldu.
Ali Emîrî Efendi, yapmış olduğu bu hizmetlerinin dışında
Osmanlı Devleti’nin farklı coğrafyalarında çeşitli
vesilelerle bulunduğunu Osmanlı Tarih ve Edebiyat
Mecmuası’nda şu şekilde dile getirir: “Rumeli, Anadolu ve
Arabistan kıtalarında on beş vilayette vali ve mutasarrıf
vekâletleri, çeşitli şehirlerde defterdarlık, Rumeli Maliye
Müfettişliği, Muhasebecilik gibi memuriyetlerde birçok
tecrübeler geçirdim… Her vilâyet ahalisi: ‘Bu adam tarafsız
ve çalışkandır. Ahalinin hakkını korur’ diyerek otuz bir
yıllık memuriyet hayatımda hakkımda hiçbir şikâyette
bulunmadılar. Aksine daima saygı gösterip iltifat ettiler.
Ben de onlara kardeşçe davrandım, yardımlarda bulundum.”
der. Ali Emîrî Efendi çok sevdiği kitaplarla daha fazla
meşgul olabilmek için 1908 yılında emekli olmuştur. Ali
Emîrî Efendi adeta âşık olduğu kitapların satırları arasında
dolaşmaktan bîtâb düşer. Bu yoğun çalışmalarını şu ifadeleri
ile özetler: “Lamba kenarında kitap mütâlaa ederken, sabah
olmak defaatle vaki’ oldu. Uyusam kimse yanıma yatamazdı.
Okuduğum kitapları sûret-i alenî ile tekrar edermişim”
Sözleri bize onun kitaplara ne kadar düşkün olduğunu
anlatır. Dîvânu Lugâti’t Türk’ün Bulunması
İstanbul’a ne zaman ve kimin tarafından getirildiği
bilinmeyen ama 1915 yılında Ali Emîrî Efendi tarafından eski
Maliye Nazırlarından Nafiz Bey’in akrabası yaşlı bir hanım
tarafında sahaf dükkânına satılması için bırakılan bu eseri
bulması ve satın almasının romanlara ve belgesellere konu
olan çok enteresan ve düşündürücü bir hikâyesi vardır. Ali
Emîrî Efendi, sık sık gittiği Sahaflar Çarşısı’nda her zaman
olduğu gibi Burhan Bey’in dükkânına girmişti “Yeni bir şey
var mı?” diye sordu. “Bir kitap var ama biraz pahalı, bu
kitabı belki iyi bir fiyatla alır diye Maarif Nazırı
Emrullah Efendi’ye götürdüm. Bilim kuruluna havale etti,
araştıralım sonucunu bildiririz dedi, sonra gittiğimde bu
kitaba 10 lira teklif ettiler. Ben de “Kitap benim değil,
başkasınındır, 30 liradan aşağı vermiyor.” dedim. Bunun
üzerine “Öyleyse al bu kitabı biz istemiyoruz, biz 30 liraya
bir kitap değil bir kütüphaneye satın alırız.” dediler.
Bakın eğer işinize yararsa siz alın.
Kitaba şöyle bir göz atan Emîrî Efendi, bir define
keşfettiğini hemen anladı. Sayfaları çevirdikçe eserin
büyüsüyle adeta kendinden geçen Emîrî Efendi kitapçıya
heyecanını göstermemeye çalıştı çünkü kitapçı kitabın
fiyatını yükseltebilirdi. İsteksiz gibi davranarak “dağınık
bir kitap, noksan mı tamam mı anlaşılmıyor, noksansa hiçbir
işe yaramaz. Bununla beraber ne de olsa eserdir. Mademki
maarif on lira teklif etti, ben beş lira fazla veriyorum.
Onbeş liraya olursa alayım, kütüphanemde bulunsun.” dedi.
“Mümkün değil efendim” dedi kitapçı. Arz ettiğim gibi sahibi
otuz lira istiyor. Bu fiyata alırsanız ne âlâ, almazsanız
yarın kitabı sahibine iade edeceğim. “Sahibi kimdir?” diye
sordu Emîrî Efendi. “Yaşlıca bir hanım. Eski nazırlardan
birinin yakını. Paşa bu kitabı hediye ederken; “Sana
kıymetli bir kitap veriyorum. Bunu iyi muhafaza et,
sıkıntıya düşersen kitapçılara götürür satarsın, ama altın
para otuz liradan aşağı verme” diye tembih etmiş. “Alırsanız
muhtaç bir kadına iyilik etmiş olursunuz.” Kitabı almak için
can atan Emîrî; “Şimdi işin rengi değişti, muhtaç bir hanıma
yardım etmek vazifemizdir. İstediğiniz fiyata aldım” dedi.
Ama düşündü ki cebinde on beş liradan fazla yok. “Şu on beş
lirayı al, gerisini yarın getireyim.” dese olmaz. Parayı
tamamlamak için eve gidecek olsa, bu da tehlikeli. Çaresiz
bir şekilde dükkânda oturup, ona ödünç para vermesi için bir
tanıdık göndermesi, o kitaptan mahrum etmemesi için Allah’a
yalvarmaya başladı. Birkaç dakika sonra dükkânın önünden bir
dostunun geçtiğini gördü. Bu kişi eski Darülfünun Edebiyat
Muallimi Faik Reşat Bey idi. Hemen arkadaşını çağırarak;
“Allah gönderdi seni, yanında varsa aman bana yirmi lira
ver” dedi. Arkadaşı cebindeki tüm para olan on lirayı
verdikten sonra ücreti tamamlamak için acele ile eve gidip
paranın geri kalanını getirdi. Emîrî Efendi, kitapçının
eline otuz lirayı saydı. Üç lira da bahşiş verip helâlleşti
ve otuz üç liraya mal olan Dîvânu Lugâti’t Türk’ü alarak
sevincinden uçarcasına oradan uzaklaştı. “Bu kitap değil,
Türkistan ülkesidir. Türkistan değil bütün cihandır” deyip
satın aldığı dünyada tek nüsha olan bu eser diğer kitapları
ile birlikte Millet Kütüphanesine bağışladığı AE Arabî 4189
numarada kayıtlı olan eserdir.
Kâtip Çelebi’nin Keşfü’z-Zünunu’nda bahsettiği ama kayıp
olan bu eseri Ali Emîrî Efendi 1915 yılında bulmamış olsaydı
bizler hâlâ bugün bu eseri arıyor olacaktık.
Basımı
Eserin basımının da bulunması gibi enteresan bir hikâyesi
vardır. Bu hikâyenin kahramanları ise devrin sadrazamı Talat
Paşa, eseri görmeden adeta ona sevdalanan ve basılmasını en
çok isteyen Ziya Gökalp ve Kilisli Rıfat’tır. Bu önemli üç
şahsiyet adeta bir senaryo yazıp oynayarak Ali Emîrî
Efendi’yi eserin basılmasına ikna edebilmişlerdir. Formaları
dağınık ve sayfa numaraları olmayan eseri Kilisli Rıfat Bey
iki ay gibi bir zamanda üç kez okuyup kontrol etmiş ve
dağınık sayfaları sıraya koyarak eserin tamam olduğuna karar
vermiş ve eser sonra ciltlenmiştir. Ali Emiri Efendi Kilisli
Rıfat’ a bu emeği karşılığında iki odalı evinin bir odasını
bağışlamayı teklif etmiş ama Kilisli Rıfat illâ bir hediye
vermesi gerekiyorsa eserin yayınlanmasına izin vermesinin
onun için en büyük mükâfat olacağını söylemiş. Söylemiş ama
hiçbir maddi menfaat düşünmeyen ancak çevresinden biraz
taltif ve takdir beklediği için Emîrî bu teklifi hemen kabul
etmemişti. Ancak Kilisli Rıfat’ın bulduğu bir çare vardı: o
da Sadrazam Talat Paşa’nın devreye girip Ali Emîrî Efendi’yi
ikna etmesiydi. Fakat bu o kadar kolay bir olay değildi.
Çünkü Talat Paşa’nın Ali Emîrî’nin evine gitmesi veya o nu
Babıâli’ye çağırması olmazdı. Ziya Gökalp ve Kilisli Rıfat
bir plan yaparak Ali Emîrî Efendi’nin yakın dostu Adliye
Nazırı İbrahim Bey’in Emîrî’yi evine yemeğe çağırıp yemekler
yendikten sonra Talat Paşanın arkadaşlarıyla tesadüfen
ziyarete gelip orada Emîrî’ye iltifatlar ettikten sonra
eserin basımına ikna etmesi idi. Hazırladıkları plan aynen
uygulandı. Gecenin sonunda Talat Paşa eser hakkında bilgi
aldıktan sonra eserin basılmasını Ali Emîrî’den rica eder.
Emîrî de yayına Kilisli Rıfat’ın hazırlaması şartıyla kabul
eder. Talat Paşa Ali Emîrî’ye yüksek bir maaşla memuriyet ve
daha sonra ise basıma izin verdiği için 300 lira gönderir.
Ancak Emîrî bu hediyeyi kabul etmeyerek bu paranın ihtiyacı
olan bir aileye verilmesini ve” Dîvânu Lugâti’t Türk
sadakası” olmasının ister.
Çalışmalara hemen başlayan Kilisli, kitabı yayına hazırlamak
için aldı ama kaybetmekten korktuğu için endişeliymiş.
Nerede saklayacağına bir türlü karar verememiş önce Beyazıt
Umumi Kütüphanesi’ne götürmüş Hafız-ı Kütüp İsmail Saib
Efendi kütüphaneye çok kişinin geldiğini ve
kaybolabileceğini söyleyerek kabul etmemiş sonra vefa
mektebine götürmüş, müdür demir kasasının olduğunu ancak
okul ahşap olduğu için tehlikeli olduğu gerekçesiyle o da
kabul etmemiş. Birkaç kapı daha dolaşıp ret cevabı aldıktan
sonra çaresiz kalıp bir çanta içinde evde saklamaya karar
vermiş ve bir çiviyle çantayı duvara asmış çocuklarını da
çantanın başında nöbet tutturup, yangın vb. bir tehlike
halinde ilk çantanın kurtarılmasını tembih ederek, geceleri
de çantayı yastığının altına koyarak uyumuş. Böylece Kilisli
Rıfat, 1915 yılında kitap bulunduktan hemen sonra eserin
kendi el yazısı ile bir kopyasını çıkarır, bu kopyadan da
işleyerek (birinci cildini 1915 (mali 1333), ikinci cildini
1915 (mali 1333), üçüncü cildini de yanlış doğru cetvelini
ekleyerek 1917’de (mali 1335) yayınlar. Kilisli Rıfat’ın
eseri yıpratmamak için kendi el yazısı ile çektiği özgün
nüsha bugün İstanbul Arkeoloji Müzesi Kütüphanesinde
yazmalar 1355 numarada bulunmaktadır Eserleri
Ali Emîrî Efendi’nin eserlerini üç başlık altında
toplayabiliriz.
Eserleri, Mensur Eserleri ve Mecmua ve Makaleleri. Manzum Eserleri:
1. Cevâhirü’l-Mülûk: Ali Emirî Efendi, bu eserinde Osmanlı
padişahlarına manzum ve mensur yazılan methiyeler ile
Osmanlı padişahlarının ve bazı şehzâdelerin Türkçe, Arapça
ve Farsça yazdıkları bazı şiir ve tarihlerden örnekler
vermiştir. Ali Emirî, Osmanlı Tarih ve Edebiyat Mecmuasında
“Padişah ve şehzâdelerin şiirlerine yazılan tahmisleri
toplamakta olduğunu, 30 bin beyitten fazla olan bu eseri
“Cevâhirü’l-mülûk” adıyla neşretmeye başladığını söyler.
2. Divanlar:
Ali Emirî Efendi, üç adet divan tertip ettiğini ifade eder.
Bu divanlardan ilkini şiir merakının başlamasından Mardin’e
gittiği 1292 (M.1876) yılına kadar olan devreye aittir.
İkincisi Mardin’de bulunduğu üç seneye ve üçüncü divanı ise
Mardin’den Diyarbakır’a döndükten sonra tamamlamıştır. Ali
Emîrî Efendi’nin Manzum, no: 38’deki Divanı. 1. Divan:
Millet Yazma Eser Kütüphanesi, AE Manzum: 37 2.Divan: Millet
Yazma Eser Kütüphanesi, AE Manzum: 38 3.Divan: Millet Yazma
Eser Kütüphanesi, AE Manzum: 39 3.Ezhâr-ı Hakikat: Ali Emîrî
Efendi’nin İşkodra›da Berat Sancağı’nın Lusna kazasında iken
kaleme aldığı nasihat türündeki eseridir. Millet Yazma Eser
Kütüphanesi, AE Müteferrik: 9150 4.Levâmîü’l-Hamidiyye: Ali
Emirî’nin Sultan Abdülhamit’e övgü ve tebrik kasidelerinden
bazılarını ihtiva etmektedir. Bu eser padişah tarafından
gümüş liyakat madalyasına lâyık görülmüş ve bir kısmı altın
yaldızlı olarak bastırılmıştır. Millet Yazma Eser
Kütüphanesi, AE Manzum: 1080 / 1081 5.Yanya Şairleri: Mil
Millet Yazma Eser Kütüphanesi Kütüphanesi, AE Manzum:
1190’da kayıtlıdır. 6.Yavuz Sultan Selim Han Hazretleri’nin
Türkî Eş’arı şahanelerinin Tahmisatı: Yavuz Sultan Selim’in
Türkçe şiirlerinin tahmisidir. Emîrî Efendi’nin Osmanlı
Tarih ve Edebiyat Mecmuası’ndaki makaleleridir. AE Manzum:
532. 2. Mensur Eserleri:
1.Acâibü’-Letâif: Millet Yazma Eser Kütüphanesi, AE
Tarih:826, 827, 828 2.Âsafnâme: Millet Yazma Eser
Kütüphanesi, AE Tarih: 7 3.Durûb-ı Emsâl: Millet Yazma Eser
Kütüphanesi, AE Edebiyat:282-284 4.Esâmî-i Şuarâ-yı Âmid:
Millet Yazma Eser Kütüphanesi, AE Tarih:781 / 15.Mardin
Mülûk ü Artukiyye Tarihi: Millet Yazma Eser Kütüphanesi, AE
Tarih:725 6.Mir’atü’l-Fevâid Mukaddimesi: Millet Yazma Eser
Küt., AE Edebiyat:562 7. Mir’atü’l-Fevâid fî Terâcim-i Şuarâ-yı
Âmid: Millet Yazma Eser Küt., AE Tarih:750 8.Musâhabe-i
Edebiyye: Millet Yazma Eser Kütüphanesi, AE Edebiyat: 523 9.
İşkodra Vilâyeti Osmanlı Şairleri: Millet Yazma Eser Küt.,
AE Tarih: 190 10. Osmanlı Vilâyât-ı Şarkıyyesi: Millet Yazma
Eser Küt., AE Tarih:1247 11.Tezkire-i Şuarâ-i Âmid: Millet
Yazma Eser Kütüphanesi, AE Tarih:782 12.Yemen Hâtırâtı:
Millet Yazma Eser Kütüphanesi, AE Tarih: 653.
3. Mecmua ve Makaleleri:
1.Âmid: Millet Yazma Eser Kütüphanesi, AE Gazete-Mecmûa: 570
2.Osmanlı Tarih ve Edebiyat Mecmûası: Millet Yazma Eser
Kütüphanesi, AE Gazete-Mecmûa:571-573 3.Tarih ve Edebiyat:
Millet Yazma Eser Kütüphanesi, AE Gazete-Mecmûa: 574.
Ali Emîrî Efendi’nin “Telif ettiği” Tezkireler.
Ali Emîrî’ nin telif ettiği tezkireler, Mir‘âtü’l-Fevâid ile
bu eserin şairler ile ilgili olan kısmından oluşan Tezkire-i
Şu’arâ-yı Amid ve Şairler Tezkiresi için bir ön çalışma
özelliği taşıyan Esâmî-i Şu’arâ-yı Amid’dir. 21 yaşında iken
yazdığı Diyarbakır’da yetişen meşhur kişilerin alfabetik
sırayla biyografilerini bir araya getirerek yazdığı
“Mir’at-i Fevâ’id” ve bu eserin şairler kısmının muhtasarı
olan “Esâmî-i şu’arâ-yı Âmid” en önemlileridir. (Z) harfine
kadar olan 1.cildi 1328/1910 yılında Tezkire-i Şu’arâ-yı
Âmid adıyla basılmıştır. Râmiz, Yümni ve Ârif Hikmet
Tezkireleri ile manzum olarak kaleme aldığı “Güfti’nin
Teşrifâtü’ş-şu’arâ’sı” da istinsah ettiği tezkirelerdir. Ali
Emirî ayrıca, büyük ve özverili çabalarla kütüphanesine ve
kültür hazinemize Diyarbakırlı şairlere ait Raşid, Rıza ve
Lüzumî, Said Paşa, Azmî, Şerifî ve Vâlî divanları ile Şuhî,
Şeyhzade İbrahim, Emirî, Nigâhî, Lebib, Sırrı Hanım
divanlarını ise kendi el yazısıyla istinsah ederek
kazandırmıştır. Diyarbakır Anadolu’da fetih edilen ilk
merkezlerden biridir. Türk-İslam Medeniyeti için taşıdığı
önem ve ayrıca coğrafi özellikleri ile de ayrı bir önem
taşımış, bütün bu özellikler şehri siyaset, ekonomi, kültür
ve sanat merkezlerinden biri haline getirmiştir. Ali Emîrî
Efendi yazdığı bu eserler sayesinde Diyarbakırlı olan,
Diyarbakır’da doğan, yaşayan, yetişen bilginleri, şeyhleri,
şairleri unutulmaktan kurtarmayı amaçlamış; uzun bir süre
şehrin mezarlıklarını dolaşarak ve seksen-doksan
yaşlarındaki kişilerle konuşarak topladığı bilgileri üç
yıllık bir çalışmayla büyük bir esere dönüştürmüştür.
Mukaddimesinde: Diyarbakırlı âlimler ve Diyarbakır’a hizmet
eden şahsiyetlerin biyografilerini tespit edip onları
yazmayı düşündüğünü ve bunu büyük bir proje olarak gördüğünü
“Büyük Tezkire-i Şuara’yı Âmid” olarak tasarladığını
söylemektedir. Ancak sadece şairlerin isimlerini, kısa
biyografilerini, şiirlerinden bir veya 2şer beyit alıntı
verdiği adını Esamî-i Şu’arâ-yı Âmid olarak belirtip,
okuyucuların kolay faydalanabilmesi için bu küçük hacimli
eseri oluşturduğunu dile getirmektedir. Bununla yetinmeyen
okuyuculara hazırlamakta olduğu diğer iki eserinden
bahsederek Tezkire-i Şuara’yı Âmid’in 3 cilt, Mir’atü’l-Fevâid’in
(6 cilt) oluşacağını belirtiyor. Ali Emîrî Efendi bu eseri
hazırlarken diğer iki eseri de hazırlamaya devam ettiğini
söylemektedir. Emîrî ayrıca Tezkire-i Şu’âra-yı Âmid’de
herhangi bir memlekete yönelik çok sayıda eser yazılmadığını
dile getiriyor. Bu eserde Mir’atü’l-Fevâid’in 1500 sayfadan
fazla olduğunu belirtiyor. Vefatı:
Ali Emîrî Efendi, 23-Ocak 1924 yılında Beyoğlu Fransız
Hastanesi’nde vefat etti. O’nun vefatıyla ilgili pek çok
edebiyatçı ve şair şiirler yazmıştır ancak bunlar arasında
şüphesiz O’nu en iyi anlatan ve ebedileştiren Yahya Kemal’in
gazelidir.
Muhtâc isen füyûzuna eslâf pendinin
Diz çök önünde şimdi Emîrî Efendi’nin
Âmid o şeh-i nûr öğünsün ile’l-ebed
Fazl ü faziletiyle bu necl-i bülendinin
İklim-i Rûm’u gezdi otuz yıl taraf taraf
Bir maksadıyle tab-ı nefâ’is-pesendinin
Yekpare nûr olan bu kütüphane-i nefis
Yekpare servetiydi bu âlemde kendinin
Ecdâd-ı pâkimiz gibi vakfetti millete
Hayranı oldu halk eser-i bî-menendinin
Ya Fahr-ı kâinat en iyfâ et ecrini
Divân-ı Kibrîyâda bu Şark Encümeninin
Ali Emîrî Efendi’nin dünyada iki büyük dileği vardı. Biri
hayatının gayesi olan kütüphanesini millete bağışlamak;
diğeri ise İstanbul’un Fatihi Sultan Mehmed’in yanına
gömülmek idi. Birinci dileğini kendisi, İkinci dileğini ise
çok sevdiği milleti yerine getirmiştir. Bugün Ali Emîrî
Efendi, yurt içinde ve yurt dışında Dîvânu Lugâti’t Türk ve
milletine kazandırdığı büyük bir kültür hazinesi ile
anılmakta kendisi ve kitapları hakkında pek çok bilimsel
çalışmalar yapılmakta, sempozyumlar düzenlenmektedir. Emîrî
Efendi ise yıllar önce, yapılacak olan bu çalışmaları
hissetmiş gibi divanında kendi kendisine şöyle seslenir:
“Emîrî âlemin her kûşesinde söylenir nâmın
Zaman-ı evvelinden hayli a’lâ oldu encâmın”
1915 yılı Ali Emîrî Efendi’nin Dîvânu Lugâti’t Türk’ü
bulduğu yıldır. 2015 yılında biz bağlı olduğumuz Kültür ve
Turizm Bakanlığı Yazma Eserler Kurumu başkanlığınca da
Unesco’ya ilettik. 2015 yılında Dîvânu Lugâti’t Türk’ün
bulunuşunun 100. yılını inşallah her birlikte kutlayacağız.
2016 yılı da Ali Emîrî Efendi’nin Millet Kütüphanesi’ni
kurmasının 100. Yılı olacak. İnşallah Elâzığ’da başlayan bu
toplantılarla Ali Emîrî Efendi’yi bütün yönleriyle ülke
anacağız.
Prof. Dr. ASİF RÜSTEMLİ:Sayın
Rektör, öncelikle bu güzel tedbire bizleri davet ettiğiniz
için çok teşekkür ediyoruz. İkinci olarak sizi Fırat
Üniversitesi Rektörlüğü’ne seçilmeniz münasebetiyle tebrik
etmek istiyoruz. Geçen yıl Elâzığ Bakü Kültür ve Sanat
Buluşması faaliyetine katıldığımızda rektör Prof. Dr. A.
Fevzi Bingöl idi. Ben 5 yıl önce 2008 yılında Elâzığ’da
öğrenciler karşısında bizim çok ünlü şairimiz Bahtiyar
Vahapzade hakkında bir konuşma yapmıştım.
Sayın Rektör, ben biliyorum ki Elâzığ’da Azerbaycan’a karşı
büyük bir muhabbet vardır. Elâzığ’da katıldığım tedbirlerde
bu muhabbeti her zaman duydum ve yaşadım. Buradaki
dostlarımızın özellikle Şener Bulut’un desteğiyle ile biz
Bakü’de Elâzığ Çelengi adını verdiğimiz bir kitap hazırladık
bu kitapta çağdaş 42 Elâzığlı şairin şiirlerini Azerbaycan
Türkçesine uyumlaştırdık. Çok hürmetli Elâzığ Valisi Muammer
Erol’un, Belediye Başkanı M. Süleyman Selmanoğlu’nun takdim
yazılarıyla M. Şener Bulut’un yazısıyla Elâzığ Çelengi
kitabını Bakü’de yayınladık ve bu kitabın tanıtımı için 2010
yılında Bakü’de güzel bir tedbir gerçekleştirdik. Bu
davetimize Elâzığ’dan da dostlarımız iştirak etti. O tedbire
çok hürmetli Hadi Önal, M. Şener Bulut, Öğr. Gör. Recep
Bağcı, Doç. Dr. Tarık Özcan, Günerkan Aydoğmuş ve R. Mithat
Yılmaz bizim misafirimiz olarak katıldılar. Çok muhteşem bir
tedbir olmuştu. Geçen yıl Temmuz ayında aslen Harputlu olan
Azerbaycan’da bilim adamı ve yazar olarak çok yakından
tanınan hocamız Ahmet Kabaklı’nın Türkiye’de “Ejderha Taşı”
olarak bilinen eserini Azerbaycan’da “Harput Efsaneleri”
adıyla yayınladık. Bu kitap içinde Bakü’de yine güzel bir
tedbir gerçekleştirdik. Benim çok yakın dostum Prof. Dr.
Paşa Kerimov’un başkanlığını yaptığı Fuzuli El yazmaları
Enstütüsü’nde hem bu kitabın tanıtımı gerçekleştirildi. Hem
de Türk Edebiyatı Vakfı Başkanı Servet Kabaklı’ya Fahri
Doktora, Elâzığ Belediye Başkanı M. Süleyman Selmanoğlu ve
dostumuz M. Şener Bulut’a Azerbaycan Edebiyatı’nın Dostu
Diploması verildi. Bu toplantıya da yine Elâzığ’dan
dostlarımız katılmışlardı. Biz bu münasebetleri Bakü ile
Azerbaycan ile Türkiye’nin özellikle Elâzığ’ın arasında bir
kültür köprüsü olarak geliştirmek istiyoruz. Biz biliyoruz
ki Fırat Üniversitesi’nin Nahçıvan Devlet Üniversitesi ve
Gence Üniversitesi ile münasebetleri var. Ben Azerbaycan
Devlet Medeniyet ve İncesanat Üniversitesi’nde görev
yapıyorum. Ben istiyorum ki gelecekte Fırat Üniversitesi ile
bizim üniversitemiz arasında da bağlar kurulsun münasebetler
başlasın. Benim dört öğrencim Hakkârilidir. Onlarla Elâzığ
ile bağlı, Fırat Üniversitesi ile bağlı Azerbaycan’da
sohbetler yapıyoruz buradaki gelişmelere çok seviniyoruz.
Yeniliklere çok seviniyoruz. Her gelişimizde güzellikler
görüyoruz ve bunlarla birlikte insanların sevgisini
görüyoruz. Müsadenizle size Ahmet Kabaklı hocamızın Azeri
Türkçesiyle yayınladığımız Harput Efsaneleri kitabını takdim
etmek istiyorum ve ayrıca Azerbaycan’da çağdaş Elâzığlı
şairlerinin bir kısmının yer aldığı bu gazeteyi sizlere
takdim etmek istiyorum.
Prof. Dr. PAŞA KERİMOV:Sayın
Rektör, izninizle birkaç söz de ben söylemek istiyorum. Ben
Elâzığ’da bulunmaktan dolayı çok mutlu olduğumu ifade etmek
istiyorum.Ali Emîrî Efendi için düzenlediğiniz bu toplantıya
bizleri de davet ettiğiniz için sizlere çok teşekkür etmek
istiyorum.
Sayın Rektör, Azerbaycn Milli İlimler Akademisi Fuzuli El
Yazmaları Enstitüsü’nde gerçekleştirdiğimiz bütün
faaliyetlerde dikkate aldığımız en önemli husus; öyle şeyler
yapalım ki bizim birliğimize hizmet etsin. Bu anlayış ile
çalışıyoruz.
Bu çerçevede bizim birliğimize hizmet eden bütün
toplantıları gönülden destekleyerek katılmaya ve
desteklemeye çalışıyoruz.
Ben arzu ediyorum ki bu tedbirlerin sayısı daha fazla olsun.
Yürekten istiyorum ki burada yapacağınız faaliyetlere her
zaman destek olacağız. Tabii ki biz de sizleri Bakü’ye davet
ediyoruz. Ne zaman arzu ederseniz bizim kapılarımız size
açık olacaktır.
Sayın Rektör, ben size Azerbaycan ile Türkiye’nin birliğine
hizmet eden iki kitap takim etmek istiyorum. Birincisi Mir
Hamza Seyyit Nigari’nin bir eseridir. Seyit Nigari
Türkiye’de bilinen bir şahsiyettir. Bu kitapta benim
eserimdir.
Prof. Dr. KUTBETTİN DEMİRDAĞ: Ali Emîrî Efendi, milli
kültürümüzün ve milli hafızamızın abidesi Dîvânu Lugâti’t
Türk’ü ilim âlemine kazandırarak milletimizin unutulmazları
arasına giren önemli bir şahsiyettir. Bugün ülkemizde
birlikte yaşamak şuurundan bahsedebiliyorsak, bu
birlikteliğimizin temeline ilk harcı koyan güzide
insanlardan birisidir. Topluluklar, bir sürü değildir.
Onları bir arada tutan rabıtalar vardır. Bazı müstesna
kişiler, içerisinde yaşadıkları cemiyetin kültür mekânlarını
oluşturarak kardeş bir cemiyet olmaları adına önemli bir
misyonu üstlenmiştir. Bunlardan birisi de Ali Emîrî’dir. O,
açlığa ve susuzluğa tahammül etmesine rağmen milletinin
cehaletine asla tahammül etmemiştir. Bunun için kitaplar
yazarak ve kütüphaneler açarak Anadolu insanının kafasını ve
ruhunu aydınlatmıştır. Elâzığ ve Diyarbakır kardeşliğinin
ezeli ve ebedi birlikteliğinin ilk tohumları, Ali Emîrî ve
onun gibi kafası ve ruhu aydınlık yüce gönüllü insanlar
tarafından atılmıştır. Bu kardeşliğimizi hiçbir kuvvetin
bozmaya gücü yetmeyecektir. Ahmet Yesevi’nin Alperen
dervişlerinin dünden bugüne ilmik ilmik döşediği bu manevi
zincirin bir halkası da Ali Emiri’dir. Onlar, bu beldenin
manevi iklimini, büyük dinin kurucucusu Peygamber
Efendi’mizden aldıkları ışıkla döşemişlerdir. Bunun için bu
kale, sevgi, dostluk ve kardeşlik kalesidir ve hiçbir
kuvvetin bu kardeşlik ve dostluk kalesini yıkmaya gücü
yetmeyecektir. Ali Emîrî Efendi gibi abide bir şahsiyeti
yetiştirdikleri için Diyarbakır’ı ve Diyarbakırlı
kardeşlerimi kutluyorum. Şener Bey ve arkadaşlarının yaptığı
gibi bu konularda gayret gösteren arkadaşlarımıza teşekkür
ediyorum.
Fırat Üniversitesi’nden sonra Elâzığ Belediyesi’ni ziyaret
eden konuklarımız aynı gün Saat 10.30’da Belediye Başkanı M.
Süleyman Selmanoğlu tarafından kabul edildi. Başkanı M.
Süleyman Selmanoğlu, Türkiye’nin değerli kültür insanlarını
Elâzığ’da misafir etmekten büyük mutluluk duyduklarını ifade
etti.
M. SÜLEYMAN SELMANOĞLU: Elâzığ
ile Diyarbakır şehirlerinin kadim kültürleri ve bundan
kaynaklanan kadim dostlukları vardır. Her iki şehrimiz de
Müslüman Türk tarihinde adından söz ettiren devlet, siyaset,
bilim insanı, yazar, şair ve gönül adamları yetiştirmiş ve
insanlığa ışık tutan hizmetleri hayata geçiren zirve
şehirler olarak kabul görmüşlerdir. Diyarbakır için
Selahattin Eyyübi, Ali Emîrî Efendi, Ziya Gökalp, Süleyman
Nazif, Cahit Sıtkı Tarancı, Ahmet Arif, Sezai Karakoç, ne
ise Elâzığ için Hacı Hayri Bey, Şair Rahmi, Beyzade
Hazretleri, Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu ve Ahmet Kabaklı
da odur. Kültür hayatımızı şekillendiren bu zirve
şahsiyetler ve onların bizlere sunduğu ortak paydalar
üzerinden iz sürerek Diyarbakır ve Elâzığ’ın değişik
vesilelerle bu gibi ortak etkinlikler yapması ve bunların
geniş halk kitleleri tarafından büyük ilgi görmesi doğaldır.
Bu birliktelik bazı kötü niyetli odakların uzun süreden beri
hayata geçirmeye çalıştıkları ötekileştirme ve ayrıştırma
gayretlerine bir tokat vurmakla kalmamış, kardeşliğin
tesisine yönelik zamanlaması mükemmel bir adım, örnek bir
girişim olmuştur. Elâzığ, geçmişte Diyarbakırlı gönül
dostlarını ilimizde ağırlamış ve kültürlerimizi harman yapıp
maverada buluşmuştur. Şimdi de Türk kültür tarihinde önemli
bir yere sahip Dîvânu Lugâti’t Türk adlı şaheseri bir
sahafta bulup onu kültür hayatına kazandıran Diyarbakırlı
Ali Emîrî Efendi’nin manevi gölgesinde yeniden Diyarbakır’la
buluşmanın heyecanını yaşıyoruz. Böylesine tarih dolu,
kültür dolu, edebiyat ve sanat dolu programlarla bizleri bir
araya getiren gönül insanı ve kültür dostu arkadaşlarımı;
saygıdeğer Şener Bulut’un şahsında kutluyorum. Yine bu
programa hayat veren, ses veren Diyarbakır ve Elâzığ
valilerimize teşekkür ederken, her iki ilin bürokratlarını,
resmi kurum ve sivil toplum örgütleri ile gönül insanlarını
tebrik ediyorum.
M. ŞENER BULUT: Ali Emîrî
Efendi’ye Saygı” programına teşrif eden Azerbaycan’dan,
İstanbul’dan, Diyarbakır’dan, Ankara’dan teşrif eden
misafirlerimizle biraz önce Sayın Valimizi ziyaret ettik.
Ardından Fırat Üniversitesi’ni ziyaret ettik. Şimdi de Sayın
Belediye Başkanımızın makamındayız. Geçtiğimiz yıl şubat
ayında Azerbaycan’ın bağımsızlığının 20. yılı münasebetiyle
Elâzığ Belediyesi tarafından düzenlenerek hizmete açılan
Azerbaycan Parkı ve Azerbaycan Şehitler Anıtı’nın açılış
törenine katılmıştık. Bu parkın açılışında beraber olduğumuz
dostlarımız çok iyi hatırlayacaklardır karlı bir kış
günüydü. Misafirlerimiz o gün çok üşümüştü. Ama tarifsiz bir
sevinç yaşamıştık. O sevinçli anları birlikte yaşadığımız
kişilerden biri de Türk Edebiyatı Vakfı Başkanı Servet
Kabaklı ve Azerbaycanlı dostumuz Prof. Dr. Asif Rüstemli
idi.
SERVET KABAKLI: Aziz
misafirlerimiz 1918 yılı Nuri Paşa ve Mürsel Paşa
komutasındaki Kafkas İslam Ordusu’nun Bakü’yü kurtardığı
tarihtir. Sadece Kafkas İslam Ordusu Anadolu’dan yürürken
Azerbaycan’a doğru işte Anadolu’nun bu mübarek şehirlerinden
de asker olarak, gönüllü olarak devam etmiştir. Gönüllü
asker sayısı Azerbaycan’a varıncaya kadar 35.000’i
bulmuştur, Azerbaycanlı Mehmetçiklerin de katılımlarıyla
50.000’i bulmuştur bu sayı. Dolayısıyla Bakü, Rus ve onun
uşağı olan Ermeni işgalinden kurtulmuştur. Gönlümüz inşallah
kadim Azerbaycan toprağı olan, kadim Türk toprağı olan
Karabağ’ında emperyalistlerin şu andaki maşası Ermeni
canilerin elinden kurtulması yolunda duacıdır. Bu abidenin,
evet çok soğuk bir kış günü açılması çok önemli bir
hadiseydi. Ama aynı zamanda hepimizin içini ısıtan bir
hadiseydi. Bu anıt ile sadece Elâzığlı iki şehidin hatırası
değil; Azerbaycan’ın bağımsızlığı için Azerbaycan’ın
hürriyeti için mücadele etmiş ve hayatlarını bu yolda
kaybetmiş bütün şehitlerimizin mezar taşıdır ve aynı zamanda
20 Yanvar şehitlerinin mezar taşıdır. Evet, bu anıt aynı
zamanda Anadolu Türklüğü ile Azerbaycan Türklüğü ’nün,
Anadolu insanıyla Azerbaycan insanının kardeşliğinin simgesi
olarak burada dikilmiştir. Bu ziyaret vesilesiyle
misafirlerimizin huzurunda Elâzığ Belediye Başkanı Süleyman
Selmanoğlu’nu kutlamak istiyorum.
Prof. Dr. ASİF RÜSTEMLİ:Sayın
Başkanım, burada Diyarbakırlılar da var. Bizim Belediye
Başkanımız Sayın Süleyman Selmanoğlu, Azerbaycan
edebiyatının medeniyetinin dostudur. Resmi olarak geçen yıl
Temmuz ayında, Azerbaycan Milli İlimler Akademisi Nizami
Edebiyat Enstitüsü tarafından alınan bu kararı, Bakü’de
düzenlediğimiz bir törenle kendisine takdim etmiştik.
Bakü’ye geldiğinizde bizleri gururlandırdınız
şereflendirdiniz. Bütün bu hadiseler Türkiye ile
Azerbaycan’ın edebi ve medeni münasebetlerine güç veriyor.
Dün hava alanında Şener Bulut’a dedim ki bizi Azerbaycan
Parkı’na götürün, şehitlerimizin hatırasına yapılan anıtı
ziyaret edelim. Sağ olsun Şener Bey bizi bugün Azerbaycan
Parkı’na götürdü orada düşüncelerimizi bir kere daha ifade
etme fırsatını bulduk Elâzığ Belediye Başkanlığı özelikle
sizin girişimlerinizle Azerbaycan ile Türkiye arasındaki
tarihi bağları gönüllerimize yazdınız. Sayın Başkanım, bu
münasebetle ben Azerbaycan halkı adına size bir kere daha
teşekkürlerimi bildiriyorum ve bağrıma basıyorum.
Elâzığ’ın müstesna bir yerinde Azerbaycan Parkı’nın açılmış
olması ve yine bu parkın hemen girişinde şehitlerimizin
hatırasına bir anıtın inşa edilmesi Türkiye ile
Azerbaycan’ın kardeşliğine çok büyük bir anlam
kazandırmıştır.
Nuri Paşa’nın komutasındaki Kafkas İslam Ordusu ile ilgili
Azerbaycan’da ilk defa televizyon programını 1991 yılında
ben yapmıştım. Bu tarihi hadiseyi gündeme getirdiğim de
birçok insan hayretle karşılamıştı. Maalesef Sovyet
döneminde Türklerin Azerbaycan’ı işgal ettiği şeklinde
değerlendirmeler yapılıyordu. Azerbaycan’ın azad olmasında,
Azerbaycan Halk Cumhuriyeti’nin berkarar olmasında Türkiyeli
kardeşlerimizin ve tabii ki Nuri Paşa’nın gösterdiği
hizmetler avazsızdır ve sonsuzdur. Eğer bu hizmetler
olmasaydı, eğer bu yardım ve destek olmasaydı 1918 yılında
ilan edilen Azerbaycan Halk Cumhuriyeti yaranabilmezdi ve
sadece kâğıt üzerinde kalacaktı. Çünkü o zamanki
Azerbaycan’ın askeri kuvveti yoktu ki ilan edilen Azerbaycan
Cumhuriyeti’ni berkarar etsin. Bu tarihten iki ay önce 1918
yılının Mart ayında Ermeniler Azerbaycan’ın genelinde bir
soykırım yapmışlardı. Sadece Bakü’de 12.000 kişinin yaşlı
genç katlini gerçekleştirmişlerdi. Yani bu katliamdan iki ay
sonra Azerbaycan Cumhuriyeti ilan olundu. Ancak o
Cumhuriyeti yaratan onu kuran güç yoktu. Böyle ağır ve zorlu
bir dönemde Türkiye’nin o zamanki yöneticileri. Türkiye’nin
silahlı kuvvetleri özellikle Enver Paşa’nın emirleriyle Nuri
Paşa bir heyetle 1918 yılının Mayıs ayının 25’inde Bakü’ye
ve Gence’ye geldi ve bütün Azerbaycan’ı işgalden kurtardı.
Şu hususu da ifade etmek istiyorum burada bizim Diyarbakırlı
konuklarımız ile beraberiz Bakü’de şehit olan Diyarbakırlı
şehitlerimizden biri de albaydır. İsmi Muhammet
Abdullah’tır. Ben Diyarbakırlı diğer şehidimizin isimlerini
de daha sonra kendilerine bildireceğim ben buraya gelirken
bütün şehitlerimizi ziyaret ettim. Allah onlara rahmet
etsin. Bu kahraman şehitlerimizin hatıraları Azerbaycan’da
ebediyette kadar yaşayacaktır.
KENAN AKSU: Sayın Başkanım, bu
parkın açılışında emeği geçenlere Diyarbakır Kültür Turizm
ve Musiki Derneği olarak teşekkür ediyoruz. Muhakkak ki
Azerbaycan Türkiye’nin kardeşidir. İki kardeş ülke
arasındaki bağlar bu abide ile daha da pekişmiştir. Biz
Diyarbakır’da da böyle bir abidenin yapılmasını istiyoruz.
Azerbaycanlı kardeşlerimizi Diyarbakır’a bekliyoruz.
Prof. Dr. PAŞA KERİMOV:Sayın
Belediye Başkanı, bir Azerbaycanlı ziyalı olarak, bilim
adamı olarak Türkiye ile nefes alan, Türkiye ile yaşayan bir
insan olarak bugün sizinle olmaktan sonsuz bir mutluluk
duyuyorum.
Biz Fuzuli’nin, Ali Emîrî Efendi’nin Ahmet Kabaklı’nın aziz
hatıralarını anmak için burada bulunuyoruz. Daha henüz
programlar başlamadı ancak şu ana kadar nereye gittiysek
Azerbaycan ile Türkiye’nin birliğinin şahidi oluyoruz.
Rahmetli Cumhurbaşkanımız Haydar Aliyev’in dediği gibi biz
aslında bir millet iki devletiz ve hiç kuşkusuz bu gayeye
uygun olarak yapılacak çalışmalarla bu sevgi ve bu bağlılık
daha da artacaktır.
Bu parkın açılmasında zahmeti geçen, emeği geçen, bu
tedbirin gerçekleştirilmesinde emeği geçen herkese hadsiz
minnettarlığımızı bildiriyoruz ve sizleri saygı ile
selamlıyoruz.
MELEK GENÇBOYACI:Sayın
Başkanım, öncelikle Ali Emîrî Efendi faaliyetine verdiğiniz
destekten dolayı çok teşekkür ediyorum. Ali Emîrî Efendi’nin
görev yaptığı Elâzığ’da, doğduğu Diyarbakır’da nefes aldığı
bu güzel topraklarda bulunmaktan dolayı çok mutlu olduğumu
sizlere ifade etmek istiyorum. Bir kadirşinaslık örneği
olarak, bir ahde vefa olarak düzenlenen bu toplantıya emeği
geçen herkese çok teşekkür ediyorum.
ELÂZIĞ ARKEOLOJİ VE ETNOĞRAFYA
MÜZESİZİYARET EDİLDİ
Elâzığ Valiliği, Elâzığ Belediyesi ve Fırat Üniversitesi’ne
yapılan ziyaretlerin ardından aynı gün saat: 11.45’te Elâzığ
Arkeoloji ve Etnoğrafya Müzesi ziyaret edildi.
YURDAL DEMİREL:Elâzığ bölgesi
medeniyetlerin beşiği olan Mezepotamya’da Fırat ve Dicle’nin
doğduğu yerde bulunmaktadır. Elâzığ’ın kuzeyinden geçen
Murat Nehri ile kuzey batısından gelen Karasu’nun birleştiği
noktadan itibaren Fırat ismini almakta bu yer de şu an Keban
Barajı kurulduğu merkezin yaklaşık bir iki kilometre
kuzeyinde bir noktadadır. Dicle Irmağı ise Hazar gölünden
doğmaktadır. Bu iki nehrin doğduğu topraklarda kurulan
Elâzığ doğal olarak birçok medeniyete ev sahipliği yapmış
ilkçağlardan itibaren burada birçok medeniyetler kurulmuş
müzemizde sergilenen eserlerden bunu rahatlıkça
öğrenebiliyoruz. Keban ve Karakaya Barajlarının kurtarma
kazılarında onlarca höyükten çıkan eserler Elâzığ’ın
tarihini milattan önce otuz binlere kadar götürmektedir.
İlk çağlardan sonra özellikle Urartulardan sonra Harput
büyük önem kazanmıştır. Urartular ile Hititler arasında bir
yerde yer alıyor. Daha sonra Roma, Bizans ve Araplar burada
hâkimiyetlerini kuruyor. Malazgirt savaşından sonra 1082
yılında Çubuk Bey tarafından Çubukoğulları Beyliği kurulmuş
ve Çubukoğulları Beyliği’ne başkentlik yapmış. Ardından
Artukoğulları’nın Harput koluna başkentlik yapmış. Bu
dönemlerde özellikle bölgenin bir kültür merkezi konumunu
kazanmıştır. Özellikle de kültür hayatına bakıldığında bu
zenginlikleri görmek mümkündür. Akkoyunlular ve
Dulkadiroğulları hâkimiyetinden sonrada Yavuz Sultan
Selim’in öncülüğünde Osmanlı hâkimiyetine girmiştir. Osmanlı
döneminde Prof. Dr. Kemal Eraslan hocamızın da memleketi
olan Diyarbakır eyaletine bağlı bir sancak merkezi olarak
1848 yılına kadar devam etmiş. Bu tarihte müstakil
mutassarıflık, ardından eyalet merkezi olmuş. 1870’li
yıllarda kısa bir süre tekrar Diyarbakır’a bağlanmış,
ardından da 1878 yılında tekrar eyalet merkezi olmuş. Ali
Emîrî Efendi’nin Elâzığ’a geldiği sene Elâzığ tarihinin
izlerini şu an ziyaret ettiğimiz Elâzığ Arkeoloji ve
Etnografya Müzesi’nde ilk çağdan başlayıp Osmanlılara kadar
var olan kültürlerin izlerini görmemiz mümkündür.
ŞEMSETTİN ÜNLÜ: Yurdal Bey
kardeşim çok güzel anlattı. Mezopotamya uygarlığının
oluştuğu bu yerler, Basra Körfezi’ne kadar uzanan
coğrafyadır. Bu coğrafyada, peş peşe oluşmuş birçok
uygarlığın izleri bulunuyor.
Selçuklu ve Osmanlılar dönemlerinde, Harput ile yöresine
Kafkasya’dan gelen göçler var. İran üzerinden gelenler var.
O dönemlerde Harput göçler için bir geçiş yeri olmuş. Yurdal
Bey, değindi; Harput’un adı üstünde bir Saray Mahallesi var.
Bu, şehrin, geçmiş yıllarda bir “merkez” olduğunun
ifadesidir.
Şehrin çevresindeki bağ bahçe kültürü çok gelişmiş…
Okuryazar sayısı genel ortalamanın çok üstünde…
Selçukluların egemenliği döneminde de Osmanlılar döneminde
de medreseler, el sanatları, ticaret olanca canlılığı ile
sürdürülebilmiştir. Şehrin bu varsıllığını, canlılığını
koruyamamış olması, çok kısa bir sürede çökmesi büyük
dramdır. Olduğu gibi korunabilmiş olması, Elâzığ’ın yanı
başında varlığını sürdürmesi çok istenmiş, beklenmiş,
gerçekleşmemiştir.
Prof. Dr. KEMAL ERASLAN:
Ortadoğu da belli yerler insanlık tarihinde rol oynamış.
Bunlardan biri Filistin sahasıdır. Birçok Peygamberin
doğduğu ve yaşadığı yer o bölge Filistin, Kenan eli, ikinci
önemli bölge Mezopotamya pek çok devletler kurulmuş, pek çok
kültür burada gelişmiş ve o kültürlerin yarattığı pek çok
tarihi merkezler vücut bulmuş. İnsanlık tarihinde büyük rol
oynamış bu merkezler üstünde epeyce araştırma yapılmış ama
daha da yapılsa yeni yeni pek çok şey bulmak mümkün yine bu
bölgede önemli bir husus stratejik bakımdan bir rol oynamış
olması Ortadoğu, Anadolu, Filistin, Mezopotamya bir nevi
kilit noktası şimdi batının bu bölgelere ilgi duymasının
bence üç sebebi var. Birinci bu bölgeler bir defa petrol
yatağı. Mezopotamya’da, Irak’ta, Suriye’de petrol var.
İkincisi burası üç kıtanın kilit noktası. Üçüncüsü büyük
pazarlara açılan bir kapı. Batı bu üç sebeple bu bölgeye
daima ilgi duyuyor. Bir şey daha söyleyeyim. Batı bu bölgeyi
kendisinin dışında hiç hiçbir gücün sahiplenmesini
istemiyor. Burada batı kuvvetli bir devlet istemez. Çünkü
kuvvetli bir devlet olursa bu saydığım üç önemli gayesine
darbe vurur. Onun için dünyanın siyasi tarihini incelerken
bu hususları dikkate almak lazımdır.
Bu bölgenin insanı olarak çok iyi düşünmeniz, çok iyi
değerlendirmeler yapmamız lazım. Hele hele siyasiler ve
yöneticiler olarak bu durumun farkında olmalıyız. Fakat
benim görebildiğim kadarıyla maalesef çok farkında değiliz.
FUZÛLÎ VE AZERBAYCAN’DA FUZÛLÎ
ARAŞTIRMACILIĞI
Ali Emîrî Efendi’ye Saygı Toplantısı’nın ilk etkinliği 14
Mart Perşembe günü “Fuzûlî ve Azerbaycan’da Fuzûlî
Araştırmacılığı” paneliyle başladı. Fırat RTV’nin canlı
olarak yayınladığı toplantı, Fırat RTV Konferans Salonu’nda
saat 14.00’da gerçekleşti. Prof. Dr. Paşa Kerimov, Prof. Dr.
Asif Rüstemli, Prof. Dr. Kemal Eraslan, Doç. Dr. Zülfi
Güler, Yrd. Doç. Dr. Mehmet Ulucan ve Yrd. Doç. Dr. Süleyman
Kaan Yalçın’ın konuşmacı olarak katıldıkları toplantıyı
Prof. Dr. Şener Demirel yönetti.
Fuzuli’nin Azerbaycan, Türkiye ve bütün Türk dünyası
üzerindeki etkilerinin anlatıldığı bu toplantıda, Prof. Dr.
Gülşen Eliyeva-Kengerli’nin Yrd. Doç. Dr. Süleyman Kaan
Yalçın tarafından Türkiye Türkçesine aktarılan “Azerbaycan
Fuzûlî Araştırmacılığı” adlı kitabının tanıtımı yapıldı.
Program, Elazığ’ın usta sanatçıları Paşa Demirbağ ve Mustafa
Döner’in okudukları “Harput’ta Fuzuli Gazelleri” ile sona
erdi.
REMZİ ÇALIŞIR
Değerli kitap dostları, bilim, kültür ve sanat dünyamızın
değerli mensupları ve kıymetli misafirler,
Elazığ Valiliği, Diyarbakır Valiliği, Elazığ Belediye
Başkanlığı, Fırat Üniversitesi Rektörlüğü, Dicle
Üniversitesi Rektörlüğü, Türk Dil Kurumu, Elazığ Ticaret ve
Sanayi Odası, Azerbaycan Milli İlimler Akademisi Fuzûlî
Elyazmaları Enstitüsü, Millet Yazma Eser Kütüphanesi, TRT
Diyarbakır Radyosu’nun katkılarıyla; Elazığ Kültür ve Turizm
Müdürlüğü, Diyarbakır Kültür ve Turizm Müdürlüğü, Türk
Edebiyatı Vakfı, Diyarbakır Kültür Turizm ve Musiki Derneği
ve Manas Yayıncılık’ın ortak çalışmaları ile ortaya konulan
Ali Emir Efendi’ye saygı etkinlikleri çerçevesinde
düzenlenen “Fuzûlî ve Azerbaycan’da Fuzûlî Araştırmacılığı ”
paneline hoş geldiniz. Şimdi toplantıyı yönetmek üzere sayın
Prof. Dr. Şener Demirel’i davet ediyorum.
Prof. Dr. ŞENER DEMİREL
Değerli misafirler Fuzuli ve Azerbaycan’da Fuzuli
Araştırmaları adlı panelimize hoş geldiniz toplantıya
başlamadan önce saygı değer hocalarımı sizlere tanıtmak
istiyorum. Prof Dr. Kemal Eraslan hocamız İstanbul
Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili Edebiyatı Bölümü
emekli öğretim üyesi ve Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü
Müdürü. Prof. Dr. Paşa Kerimov Azerbaycan Milli İlimler
Akademisi Muhammet Fuzuli El Yazmaları Enstitüsü Başkanı.
Prof. Dr. Asif Rüstemli yine Azerbaycan Milli İlimler
Akademisi Nizami Edebiyat Enstitüsünde araştırmacı. Doç. Dr.
Zülfü Güler hocamız Fırat Üniversitesi Türk Dili ve
Edebiyatı Bölümü emekli öğretim üyesi ve şu anda da
Kahramanoğlu Mehmet Bey Üniversitesi Fen Edebiyatı Fakültesi
Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde öğretim üyesi görevine
devam etmektedir. Yrd. Doç. Dr. Mehmet Ulucan Fırat
Üniversitesi Eğitim Fakültesi İlk Öğretim Bölümü Öğretim
üyesi ve Yrd. Doç. Dr. Süleyman Kaan Yalçın Fırat
Üniversitesi Eğitim Fakültesi Türkçe Öğretmenliği Bölümü
öğretim üyesi.
Panelimize saygıdeğer hocamız Prof. Dr. Kemal Eraslan
hocamıza Fuzuli ile iligili notlar başlıklı konuşmasını
yapmak üzere söz vereceğim ama ben bir iki dakika ile de
olsa Fuzuli ile ilgili birkaç tespiti sizlerle paylaşmak
istiyorum. Fuzuli malumunuz Türk Edebiyatının yetiştirmiş
olduğu en önde gelen sanatçılardan, şahsiyetlerden biridir.
Kişiliği, eserleri çok yönlü duruşu ve bu duruşta göstermiş
olduğu titizlik kendisini asırlar sonrasına, günümüze canlı
bir şekilde taşımıştır. Türkçe ve Farsça divanlarının
mukaddimelerinde Kerbela’da doğduğunu belirten Fuzuli bu
yönüyle Kerbela’nın o acı ve o hüzünlü havasını teneffüs
etmiş ve eserlerinde bu durumu bir ıstırap kaynağı olarak,
bir tasavvuf kaynağı olarak dile getirmeyi başarmıştır.
1490’lı yıllarda doğduğu tahmin edilen Fuzuli’nin asıl adı
Muhammet’tir. Kâtip Çelebi’nin tespiti de bu yöndedir. Bir
tespiti sizlerle paylaşmak istiyorum. Rahmetli hocamız Prof.
Dr. Haluk İpekten Fuzuli’nin edebi kişiliğinden bahsederken
onun edebi kişiliğini dört temel noktaya dayandırır
birincisi aşk, ikincisi tasavvuf, üçüncüsü ıstırap ve
dördüncüsü de lirizim. Bunların bence birbirinden ayrılmaz
hiçbir boyutu yok. Dördü de birbirini bütünleyen
unsurlardır. Aşksız tasavvuf, aşksız ıstırap, aşksız lirizim
olmaz. Bir şekilde şairin içinde yaşadığı coğrafya havasını
soluduğu topraklar ve o topraklarda yaşanmış hayatlar onun
kişiliğinin önemli bir parçası haline gelmiştir. Son olarak
Fuzuli mahlası ile ilgili bir iki tespiti sizlerle paylaşmak
istiyorum. Fuzuli mahlası sanatçının inceden inceye düşünüp
karar kıldığı bir mahlas. Süleyman Nazif mahlas seçimi ile
ilgili şunları söylüyor: Bugün Fuzuli denilince hatıra, aziz
ve evliya derecesine ulaşmış bir adam gelir. Öyle aziz ve
veli ki, vicdanların kanaat ve imanıyla da kutsiyetine halel
gelme ihtimali yoktur; yani Fuzuli kelimesi belki ilk başta
bizim zihnimizde bir olumsuz anlam çağrıştırabilir ama zaman
içerisinde sanatçı bu olumsuz anlam taşıyan kelimeye bir
kutsiyet atfetmiş ve zaman içerisinde çoğu coğrafyada,
Elazığ’da bunun içinde olmak üzere, Fuzuli Hazretleri gibi
bir isimle yad edilir olmuştur.
Evet, bu girişten sonra Fuzuli ile ilgili notlar başlıklı
sunumunu yapmak üzere sözü saygıdeğer hocam Prof. Dr. Kemal
Eraslan’a veriyorum. Buyrun hocam.
Prof. Dr. KEMAL ERASLAN
Efendim evvela teşekkür ederim başkana ondan sonra bu
faaliyetleri düzenleyen kuruluşlara ve buradaki değerli
meslektaşlarımıza çok teşekkür ederim. Konuşmama bir ufak
noktayı tashih ederek başlayayım. Şu anda Türkiyat
Enstitüsü’nün Müdürlüğü bir başka arkadaşta ama zamanında
veya daha evvel Enstitü’nün müdürlüğünü yaptım. Tabii ki
şeref duyarım böyle bir hizmeti yapmamdan dolayı değerli
başkanımızın söylediği sözü ki Haluk İpekten merhum
arkadaşımıza atfen söylediği sözü ben biraz değişik şekilde
ele alayım.
Ne diyor Fuzuli;
Her ne var ise aşk imiş âlemde
İlim bir kıyl-ü kâl imiş ancak
Gerçekten aşk Fuzuli’nin hayatı, Fuzuli’nin kendisi veya
Fuzuli gerçekte aşk. Büyük bir şahsiyet. Şikâyet ediyor
dünyadan insanlardan şikâyet ediyor. Ne diyor:
Ne yanar kimse bana ateş-i dilden özge
Ne açar kimse kapım bad-ı sabadan gayrı
Bana kendi gönlümün ateşinden başka yanan yok ve sabah
rüzgârından başka da kapımı açan yok. Şimdi zamandan
şikâyet, insanlardan şikâyet, yalnızlık, gariplik Türk
edebiyatında başta Yunus olmak üzere hatta Yunus’tan daha
önce Ahmet Yesevi olmak üzere pek çok şahıs tarafından ele
alınıp işlenmiştir.
Yunus da aynı şeyi söylüyor:
Bir garip ölmüş diyeler
Üç günden sonra duyalar
Soğuk su ile yuyalar
Şöyle garip bencileyin
Yesevi de diyor bu dünyaya gelen gariptir. Peygamber
Efendimizi örnek gösteriyor o da diyor: Medine’ye göç etti o
da garipti. Garibi şu manada kullanıyor. Ülkesinden,
yurdundan, vatanından, yaşadığı topraklardan uzak olma.
Şimdi Fuzuli bu şikâyette bulunuyor. Haklı. Bir kapımı açan
kimse yok diyor. Sağlığında kapısını açan kimsenin
olmayışından şikâyet ediyor. Güzel ama; ruhu da vefatından
sonra şikâyet ediyor. Nasıl şikâyet ediyor? Diyeceksiniz.
Eee türbesi yerle bir olmuş. Türbesini ziyaret edecek kimse
yok. 1980’de ben Bağdat’a gittim. Ordan Kerbela’ya geçtim,
Fuzuli’nin Türbesi Kerbela’nın kıble kapısının önünde idi.
İşte şu türbe; fakat 1980’de ben gittiğimde bu türbe yerle
bir olmuş. Niye oradan yol geçiriliyor. Bu büyük adamın peki
kabri yok oldu. Bunun sandukası nerde? Kerbela’da İmam
Hüseyin’in türbesine bakan Kayit denilen zata gittim. O da
bir Azerbaycan Türküymüş. Dedim bu büyük şairimizin
sandukası nerde? Bilmiyor. Vakıflara gittim. Nerde bunun
sandukası veya nereye gömdünüz? Yine bir haber alamadım.
Velhasıl bizim o koca Fuzuli kendisi fani vücudu yok olmakla
kalmamış türbesi de yok olmuş.
Bir insan için bundan daha büyük veya sevenleri için acı
olur mu? Çaresiz yolun üstünde durdum. Oraya 60 cm
uzunluğunda bir demir dikmişler türbenin yeri burasıdır der
gibi oturdum orada duamı yaptım şimdi diyeceksiniz ki,
Fuzuli’nin türbesinin olmayışının zararı ne? İki yönden
zararı var bence. Bir böyle bir şahsiyetin türbesinin
olmayışı bizim için bir yerde yüz karasıdır yahu. Demek ki
biz böyle büyük bir şahsiyetimizin türbesini dahi
koruyamıyoruz, yıkıldı, yerine yenisini yapamıyoruz. Birinci
üzüntü verilecek nokta bu. İkincisi iki milyondan fazla Türk
yaşıyor Irak’ta. Orda yaşayan Türkler için iki yer çok
önemlidir. Bir nevi manevi kuvvet kaynağıdır. Bir Fuzuli’nin
türbesi idi, ikincisi Türk şehitliği. Türbe Kerbela’da,
şehitlik Bağdat’ta; ama şehitlik değil orası bir bahçe, bir
cennet. Peki, nasıl oldu bu da burası cennet gibi bir
şehitlik oldu. Bir aile, karı koca oranın bakıcılığını
üstlenmiş. Ömürleri o şehitliği temiz tutmak çiçeklere
boğmakla geçmiş. O şehitliğin içinde bir mezar var o da çok
önemli, Genç Osman’ın mezarı. Diyeceksiniz ki, bu şehitlik
her yerde var ama oradaki şehitlik başka. Çünkü şehitliğin
önünde Türk bayrağı dalgalanıyor. O Türk bayrağını görmek
için, şehitliği gören, bayrağı gören evlerin kirasını iki
misli vermeye razı oluyor. Ordaki Türkmenler sırf o evde
oturup da pencereden sabah kalktığı zaman Türk bayrağını
görsün diye ben bu kuvvetli milli duyguyu orda yaşadım.
Ordaki insanlarda gördüm ve yine Kerküklü soydaşlarımızda
gördüm. Siz düşünebiliyor musunuz bir Kerkük gecesi yaptılar
öğrenciler. Saat 8’de başladı gece sabaha kadar belki 40
kişi kalktı hoyrat söyledi. Biri bırakıyor öbürü başlıyor,
Biri bırakıyor öbürü başlıyor. Ne anlatıyor hoyratta? Vatan
sevgisini anlatıyor, toprak sevgisini anlatıyor, kendini
anlatıyor, zevkini, duygusunu, düşüncesini, üzüntüsünü
anlatıyor. İnsanın gözü yaşarıyor. Bir saat iki saat değil
sabaha kadar. Dondum kaldım, dondum kaldım şimdi şu halde
Fuzuli’nin bu trajik durumu böyle. Ne zaman yıkıldı bu türbe
tahminime göre 1965,1970’li yıllarda yıkıldı. Kesin tarihi
öğrenemedim sandukasını bulamadığım gibi türbenin yıkıldığı
tarihi de öğrenemedim; ama o tarihlerde oluşu kuvvetle
muhtemel. Fuzuli büyük bir şair, duygulu bir şair, derin bir
şair. Türk kültürü, Türk toplumu üzerinde büyük tesiri olan
bir şair. Ama her şeyden evvel aşk adamıdır Fuzuli. Peki, bu
aşk kime karşı. Bir Allah’a karşı. Nerden geliyor bu aşk
Yesevi’den geliyor, Yunus’ta devam ediyor, diğer büyük
şahsiyetlere geçiyor ve devam ediyor. İkinci aşk, Hz
Peygamber’e duyduğu aşk. Aynı aşk Yesevi’de de var. O da
peygambere karşı çok büyük bir aşkla bağlıdır. Çok büyük,
tarif edemeyeceğim büyüklükte. Yunus’ta yine aynı aşkı
görürsünüz. Fuzuli’de daha başka bir ifadesini bulur bu aşk.
Benim kanaatime göre Fuzuli’nin bütün şiirlerini bir kenara
bırakın diğer eserlerini manzum, mensur eserlerini de
bırakın. Bir naatı var ki Hz Peygamber’e yazdığı şiir. O
şiir bence Fuzuli’nin Türk edebiyatında müstesna bir yere
sahip olmasına yeter de artar bile. Bir şiir nasıl bu kadar
büyük tesirli oluyor bakın birkaç beytini okuyayım bakın
olur mu olmaz mı? Ne diyor.
Saçma ey göz eşkten gönlümdeki odlara su
Kim bu denli tutuşan odlara kılmaz çare su
Ey gözyaşım sen benim gönlümdeki ateşlere su serpme, çünkü
gönüldeki ateşin, suyun hiçbir faydası olmaz
Ab gündür gümbed-i devvâr rengi bilmezem
Ya muhit olmuş gözümden günbed-i devvare su
Bu gök kubbe su rengini almıştır. Biliyorsunuz suyun rengi
yok, suyun kendisinin tabii rengi yok. Nerden alır su
rengini içinde bulunduğu kaptan alır. Bu gök kubbenin
etrafını rengini bilmiyorum. Meğer bu gök kubbe gözümden
açan gözyaşları bir ummana döndürmüştür. Bir umman olmuş
gözyaşlarım gök kubbeyi kaplamıştır. Onun için ben gök
kubbenin hangi renkte olduğunu bilmiyorum.
Suya versin bağban gülzarı zahmet çekmesin
Bir gül açılmaz yüzün tek verse bin gülzara su
Bahçıvan gül bahçesini sulamakla boşuna zahmet çekmesin.
Binlerce bahçeyi sulasa bile senin yüzün gibi bir tek gül
yetişmez. O gül dediği Peygamber efendimizdir. Bütün
edebiyatımızda, halk kültüründe Peygamber Efendimiz gül ile
sembolize edilir. Gül çiçeklerin müstesnasıdır, en
güzelidir. Rengiyle, kokusuyla, biçimiyle… Onun için
Peygamber Efendimiz güle benzetilir. Bir çeşit kırmızı,
büyük, güzel kokan güle Muhammedi Gül denir. Ona isim olarak
verilmiştir. Şimdi böyle bir şair bu şiiriyle edebiyatımızda
müstesna yer almaz mı? Benim kanaatim fazlasıyla alır.
Fuzuli derin bir şair, çok derin bir şair. Hatırlıyorum
rahmetli hocamız Ali Nihat Tarlan bize bir sene Fuzuli
divanını şerh etti. Fuzuli bambaşka bir insan onu anlamak
için bir seviye lazım. O ne derinliktir, o ne bilgidir, o ne
hassasiyettir, o ne çırpınıştır, o ne sevgide yok olmadır.
Bunları düşündüğünüz zaman Fuzuli’yi rahmetle anıyorsunuz.
Nur içinde yatsın; ama ne olur devletimiz bir çare bulsun da
bu zavallı bu büyük şahsiyete bir türbe yapsın oradaki
Türklerin gönüllerine bir su serpsin. Ben üzülüyorum. Neye
üzülüyorum? Sanat eserlerimize, geçmişimize ilgisiz kalmaya
üzülüyorum. Geçenlerde bir talebem bana Afganistan’da,
bilhassa Herat’ta, Kabil’deki Türk eserlerinin,
fotoğraflarını verdi. Çağatay Devleti’nin büyük kurucusu,
Orta Asya Klasik Türk Edebiyatının büyük hamisi kendisi de
büyük sanatkâr olan Hüseyni Baykara’nın türbesi yürekler
acısı, harap olmuş. O güzelim büyük hükümdara yakışan türbe
lalettayin bir harabeye dönmüş. Orta Asya Klasik Türk
Edebiyatının en büyük şairi Ali Şir Nevai’nin türbesi üç
tane demir çubuk üstünde. Oysa Nevai sağlığında camisi,
külliyesi yanında kendi türbesini de hazırlatmıştı. Yerle
bir olmuş. Üstüne bir saç parçası örtmüşler. Bunun gibi bir
sürü eserler mahvolmuş. Peki bunu mahveden kim? Evvela
ordaki yöneticilerin hatası. İkincisi ordaki aksaklıkları
gidereceğim diye müdahale eden batılıların hatası. Ben hep
şunu düşünürüm. Bu kadar Türk İslam eserlerine ilgisiz olan;
hatta bunları yok etmeye çalışan Batı’nın bir ibadet
yerindeki bir taşını yıksanız dünyayı başınıza yıkmaz mı?
Hiç şüpheniz olmasın dünyayı başınıza yıkar. Niye ibadet
yerinden bir tek bir tek taşı almışsınız diye; ama sizin
kutsal ibadet yerleriniz, mezarlarınız, türbelerimiz harap
oluyor, hiç umrunda değil. Bu ayrı bir meseledir, siyasi bir
meseledir. O yöne girmek benim haddim değil; ama bir kültür
adamı olarak ben orda Fuzuli’nin türbesini görmek isterim.
Bu türbenin yerine yeni bir türbenin olmasını ve oraya gidip
dua etmeyi isterim. Dua ederken duyduğum sevgiyi
gözyaşlarımla beraber ifade etmek isterim. Bu da benim bir
kültür adamı olarak hem hakkım hem de isteğim. Çok teşekkür
ederim.
Prof. Dr. ŞENER DEMİREL
Saygı değer hocamıza çok teşekkür ediyoruz. Şimdi de Prof.
Dr. Paşa Kerimov kardeşliğimizin “Kanıtı Kendi Özümüzdür ve
17. Yüzyıl Şiirinde Fuzuli Etkisine Ait Tespitler” adlı
konuşmasını yapacaktır. Buyrunuz sayın hocam.
Prof. Dr. PAŞA KERİMOV
Sayın arkadaşlar ben konuşmama geçmeden önce rahmetli Haluk
İpekten’in sözlerine bağlı olarak birkaç söz söylemek
istiyorum. Rahmetli Abdulkadir Karahan’ın dediği gibi
Akkoyunlu Devleti’nde dünyaya gelmiş, Safeviler Devleti’nde
bir şair olarak ortaya çıkmış, Osmanlı Devleti döneminde
ünlü bir sanatçı olarak dünyasını değişmiş büyük Fuzuli‘nin
sanat hususiyetlerini söylediler. Tasavvufî aşkı, itirazı,
şikâyeti. Ben onun aynı zamanda toplumsal düşünceye sahip
bir şair olduğunu söylemek istiyorum. Çünkü Fuzuli kadar
devrinin haksızlıklarına karşı duran onları tenkit eden bir
şair Fuzuli seviyesinde elbette ki yoktur.
XVII yy. Azerbaycan şiirinde Fuzuli etkisi
XVII yy. Azerbaycan şiiri Fuzuli eserlerinin güclü etkisi
altında ilerlemiştir. Fuzulinin edebi irsi devrin büyük
şairleri – Sadiqi, Amani, Rahmeti, Mesihi, Saib, Vehid-i
Kazvini, Kövsi, Mövci, Mirza Saleh Tabrizi, Melik bey Avcı,
Vaiz-i Kazvini, Murtuzakulu han Zafer, Tasir, Vali, Rövnegi,
Kesbi, Şükri vb. için bedii sanat mektebi olmuştur.
Fuzulinin gözelliği, aşkı öven, hayattaki haksızlıklara,
insanlar arasındaki eşitsizliğe karşı itirazını bildiren
lirik, ictimai-felsefi şiiri devrin şairleri için örnek
olmuş, onlar eserlerinde Fuzulinin ustalığından, teşbih,
istiare, mübalağa, tezat vb. yaratmak üsullarından geniş
istifade etmişler. Fuzuliyanelik devrin lirik şiirinin
karakteristik hususiyetlerindendir. Şairler Fuzuliye nazire
yazmadıkları şiirlerinde bile onun diyimlerini tekrar
ediyorlardı. Zaferin «Yaxşıya yaxşı gelir, yamanlara qalır
yeman», «Canı canan dilemiş, la dimedim, can gitti», Melik
bey Avcının «Beni candan usandurdun, ne sevdasun, nedir
adın», «Sende mey tek, naş`eyi-gül tek xande istidadı var»
misralarında, onlarla, yüzlerle diğer örneklerde Fuzuliye
mahsus ifadelerin değişik şekillerde tekrarı bariz
görünüyor. Şairler şiirlerinde Fuzuliye olan sevgilerini
bildirmişler. Zafer Fuzulini bütün diğer şairlerden üstün
tutduğunu böyle yazıyor:
Ey Zafer, tutgil qulaq bir dem Fuzuli şirine,
Ondan özge bir şair şiir dimez, bu nemet.
Şükri Fuzuli gazeline nazirelerinden birinde bir hastanın
İsaya yüz tutalak şifa dilediği gibi, onun da Fuzuli
nefesinden feyz aldığını itiraf ediyor:
Buldu bir feyz Fuzuli nefesinden Şükri
Ki, meger buldu tutan haste Mesiha etegin.
XVII. yüzyılda Fuzuli edebi mektebinin Azerbaycanda en ünlü
devamçısı Kövsi Tebrizi olmuşdur. Alican Kovsi Tebrizinin
Azerbaycan Türkçesindeki divanını sayfaladıkça Fuzuli
şiirinin devrin edebiyatına etkisini görebiliriz. Fuzuli
etkisi ile yazlığı gazellerinin bir çoğunun Kövsi üstadından
iktibasla bitiriyor. Bu beyitlerde şair Fuzuliye
münasibetini ifade ediyor:
Bu bir söz pertevidir kim, Fuzuli söylemiş Kövsi,
«Nece kim, mövelenmiş sude eksi-aftab oynar».
Ol gazel feyzinden üz vermiş sana, Kovsi, bu kim,
«Bu imiş kismet, Fuzuli, xah ağla, xah gül».
XVII. yüzyılın diğer şairi Mirza Saleh Tebrizi Fuzulinin
“Ne yanar kimse bana ateşi-dilden özge,
Ne açar kimse kapım badi-sebadan geyri“ beytine naziresinde
“Kimse açmaz kapımı badi-sebadan geyri,
Tanımaz kimse beni derdü beladan geyri“ beytini yazmıştır.
Görüldüğü gibi, Fuzulinin insan yalnızlığını yüksek bedii
şekilde tasvir ettiği mısralarından birini Mirza Saleh,
demek olur ki, tekrar etmiştir.
XVII. yy. Azerbaycan Türkdilli lirik şiirinin inkişaf yoluna
bakarken böyle bir kanuna uyğunluğu görüyoruz: Yüzyılın
başlarında, Sadiki ve Amani yaratıclığında Navai etkisi daha
güçlüdür. Yüzyılın ortalarına doğru, söhreti daha çox
yayıldıkça Fuzulinin etkisi Navai etkisini üstelemeğe
başlar. Sonraki devirlerde de Navai şiirinden ilhamlanan,
onun eserlerine nazireler yazan şairlerimiz olmuşsa da,
artıq bunun Fuzuli etkisi ile kiyas edilmesi mümkün değil.
Cesaretle diyebiliriz ki, eğer XVI. yüzyılda Azerbaycan
edebiyatında Fuzuli olmasaydı, XVII. yüzyıl lirik şiiri
Navai etkisine daha artıq maruz kalardı ve bunun sonucu
olaraq edebi dilde çağatay dil elementleri daha artık ola
bilirdi. Dikkatinize göre çok sağolun.
Prof. Dr. ŞENER DEMİREL
Sayın Kerimov’a teşekkür ediyoruz. Şimdi de Asif Rüstemli
hocamız “Azerbaycan’da Fuzuli Araştırmaları” adlı
bildirisini sunacaktır.
Prof. Dr. ASİF RÜSTEMLİ
Konuşmama başlarken sizleri saygı ile selamlıyorum.
İfade etmek istiyorum ki belki de Türk dünyasında şiirleri
en çok okunan eserleri okunan sevilen adının
ebedileştirilmesi istikametinde işler görülen bölgelerden
mekânlardan ülkelerden biri de Azerbaycan’dır. İfade etmek
istiyorum ki Azerbaycan’da Muhammet Fuzuli’ye geçen asrın
ortalarında muhteşem bir abide ucaldılmıştır. Yine
Azerbaycan’da Muhammet Fuzuli’nin adını taşıyan büyük bir
meydan var, cadde var.
Benden önce konuşmasını dinlediğimiz Paşa Kerimov Alioğlu
Muhammet Fuzuli’nin adını taşıyan Azerbaycan Milli İlimler
Akademisi’nin en nüfuzlu enstitülerinden birinin başkanıdır
ve yine bugün Karabağ’da işgal altında bulunan rayonlarından
birinin adı Muhammet Fuzuli’nin adını taşıyan Fuzuli
Rayonu’dur. Bildiğiniz gibi Azerbaycan halkının umumi lideri
rahmetli Haydar Aliyev, Azerbaycan’ın Cumhurbaşkanı olurken
Azerbaycan’ın o muharebe devrinde iktisadi bakımından en
çetin en meşekkatli anlarında Muhammet Fuzuli’nin 500. Doğum
Yılı törenlerinin yapılması için serencam verdi.
Paşa Bey buradadır. Yanlış bir şey söylersem bana yardımcı
olur. O devirde Azerbaycan’ın bir maliye bakanı vardı. Bu
büyük faaliyet için gerekli mali desteği sağlama hususunda
pek istekli görünmüyordu. Hürmetli Cumhurbaşkanı Haydar
Aliyev bu hususta bir canlı televizyon programında maliye
bakanını uyardı ve ona dedi ki, bugün senin sarf edeceğin
paradan kat kat fazla Azerbaycan’a hayrı ehemmiyeti nüfuzu
Muhammet Fuzuli için düzenleyeceğimiz bu jübiley programı
getirecektir. Ancak Azerbaycan halkının Muhammet Fuzuli’ye
verdiği önem çok yüksek bir seviyededir. 1994 yılında
Azerbaycan’da Muhammet Fuzulinin 500. Doğum Yılı
münasebetiyle silsile tedbirler başladı ve bu çerçevede
yapılan ilk tedbir Muhammet Fuzuli’nin doğulduğu, boya başa
çattığı, yetiştiği Irak’ta oldu. Yani Bağdat’ta başladı,
Kerbela’da devam etti ve Irak’ın bir sıra şehrlerinde
geçirildi. Benim de katıldığım toplantılarda dikkatimi çeken
bir hususu sizinle paylaşmak istiyorum. Irak’ın ekseri
şehirlerinde tabii ki Bağdat’ta Kerbela’da Muhammet
Fuzuli’nin ismini taşıyan bir caddeye bir abideye rast
gelmedik. Her yerde o devrin cumhurbaşkanı Saddam Hüseyin’in
heykellerine rastlamak mümkündü. Zaman nice adaletli
kararlar çıkarıyor. Bu gün Saddam Hüseyin’in adı öz halkı
tarafından anılmıyor. Fakat asırlar sonra Muhammet
Fuzuli’nin adının ve onun gördüğü işlerin muhteşemliği daha
da bariz bir şekilde ortaya çıkıyor, anlaşılıyor. O tedbir
sadece Bağdat’ta geçirilmedi. Ankara’da da gerçekleştirildi.
Çok büyük bir bayrama sebep oldu. Moskova’da
gerçekleştirildi. Bildiğiniz gibi o devirde hâlâ Türk
Cumhuriyetlerinin manevi payitahtı Moskova olarak
biliniyordu. Bunu vurgulamaktaki maksadım Azerbaycan halkı
Muhammet Fuzuli’nin özünü edebi, medeni sahada gördüğü
önemli işleri yaradıcısı, kurucusu sanatkârı gibi sevmişti
ve takdir etmişti.
Özellikle vurgulamak istiyorum ki, Azerbaycan edebiyatında
19. yüzyıldan başlayarak 20. yüzyılın başlarına kadar tertip
olunan tezkirelerde edebiyat tarihi kitaplarında Türk Dili
Edebiyatımız Fuzuli’den başlamıyor Azerbaycan edebiyat
tarihinin atası sayılan Feridun Bey Koçerli’nin hazırladığı
iki ciltlik edebiyat tarihinde tabii ki Muhammet Fuzuli
hususi olarak önem taşıyordu.
Azerbaycan edebiyatı 19. asırda çok görkemli tanınmış
tiyatro yazarı ve realist neslin banisi Mirza Feteli
Ahundzade Muhammet Fuzuli hakkında benim görüşüme göre biraz
sert yazmıştır. Diyor ki, Muhammet Fuzuli şair değil ki, o
bir üstad-ı nazımdır. Bunu hususi olarak vurgulamaktadır.
Azerbaycan edebiyatının büyük bir simasının bu ifadelerde
bulunmasında tabii ki bazı tespitleri vardır. Ondan 80 yıl
sonra Cefer Cabbarlı’nın Muhammet Fuzuli hakkındaki görüşü
daha başkaydı. Diyor ki Muhammet Fuzuli öyle muhteşem ve
güçlü sanatkârdır ki, 400 yıl bütün şairleri öz gölgesinde
sakladı. Onların boy atmasına imkân vermedi yani 400 yıl
Azerbaycan şiirinde şairler ne kadar cehd ettilerse
Fuzuli’nin tesirinden kurtulamadılar. Ne kadar çalıştılarsa
onun çevresine yakınlaşabilmediler ve Cefer Cabbarlı ifade
ediyor ki, Mirza Feteli Ahundzade ilk defa Muhammet Fuzuli
hakkındaki fikirlerini söylerken istiyordu ki Azerbaycan
şiiri Fuzuli’nin esaretinden hilas olsun. Özüne mahsus yol
tutsun, çığır açsın. Cefer Cabbarlı’nın Fuzuli ile ilgili
araştırmalarına Azerbaycan edebiyatının sonraki temsilcileri
özellikle bu fikre önem vermiştir.
Azerbaycan 20. asır ve evvelinde Muhammet Fuzuli eserlerinin
hayatının ve yaratıcılığının tesiri inkişaf etmiştir ve
bizim çok görkemli âlimlerimizden Araslı’nın isminden
bahsetmek istiyorum. Prof. Dr. Mirza Fetali Ahundzade’nin
isminden bahsetmek istiyorum. Hanım araştırmacımız Prof. Dr.
Azade Rüstemzade’nin isminden bahsetmek istiyorum. Bugün
yaşı 80’i geçmiş olan değerli Hanım araştırmacı Vecihe
Feyzuleyev’in adını vurgulamak istiyorum. Bu insanlar
Muhammet Fuzuli yaratıcılığının eserlerinin Azerbaycan’da
tanınması için ömürlerini hasretmişlerdi. Bu kıymetli
hocalarımızın yaptıkları araştırmalarla Azerbaycan’da
bilimsel çalışmalar oldukça zenginleşmiştir. Bugün isminden
özellikle bahsetmek istediğim Azerbaycan’da Fuzuli hakkında
en genç araştırmacılardan olan Azerbaycan Devlet Medeniyet
ve İnce Sanat Üniversitesinin Rektör Yardımcısı Prof. Dr.
Gülşen Eliyeva Kengerli’dir. Onun Azerbaycan Fuzuli
Araştırmacılığı adlı eseri Manas Yayıncılık tarafından
yayınlanmıştır. Bu kıymetli eseri Türkiye Türkçesine aktaran
Yrd. Doç. Dr. Süleyman Kaan Yalçın bugün burada bizimledir.
Biraz sonra bu eser hakkında onun yapacağı konuşmayı
dinleyeceğiz. Prof. Dr. Gülşen Eliyeva Kengerli
Azerbaycan’da Fuzuli araştırmacılığını mukayeseli olarak
tahlil ederek gündeme getirmiş, incelemiş. Bu çalışmasıyla
Fuzuli’nin farklı hususiyetlerini ortaya koymuş ve çok
değerli tespitlerde bulunmuştur. Gülşen Hanım da bu programa
davet edilmişti. Ancak Azerbaycan Cumhurbaşkanı Sayın İlham
Aliyev’in serencamı ile hazırlıkları devam eden Azerbaycan
Devlet Medeniyet ve İnce Sanat Üniversitesi’nin 90. kuruluş
yılı programının hazırlık çalışmalarına katıldığı için bu
programa iştirak edemedi. Ancak bütün Elazığlılara ve
Türkiye’deki Fuzuli sevenlerine ve Azerbaycan Fuzuli
Araştırmacılığı adlı eserini Türkiye’de yayınlanmasında
emeği olan herkese özellikle de Şener Bulut Bey’e ve
Süleyman Kaan Yalçın’a hususi teşekkürlerini bildirdi. Bu
tedbire katılan herkese selamlarını gönderdi.
Son yıllarda Azerbaycan Bilim hayatında Fuzuli ile ilgili
yapılan bilimsel çalışmalarında Prof. Dr. Gülşen Eliyeva
Kengerli’nin büyük emeği vardır. Özellikle Fuzuli’de sufizm
konusundaki eserleri Azerbaycan’da okuyucuların dikkatini
çekmiştir.
Fuzuli hakkında burada söyleyebileceğimiz daha çok sözümüz
var; ancak zamanımızın azlığını nazara alarak diğer
konuşmacılara da fırsat vermek için konuşmamı burada
tamamlamak istiyorum. Beni dikkatle dinlediğiniz için
hepinize teşekkürlerimi bildiriyorum.
Prof. Dr. ŞENER DEMİREL
Sayın Asif Rüstemli hocamıza teşekkür ediyoruz. Şimdi de
sözü Doç. Dr. Zülfi Güler Hocamıza bırakmak istiyorum.
Hocamızdan “Fuzuli’ye Osmanlı Bakışı” adlı konuşmasını
dinleyeceksiniz.
Doç. Dr. ZÜLFİ GÜLER
Sayın Başkan teşekkür ediyorum ben de Fuzûlî’nin Osmanlı’ya
Bakışı adlı bir konuşma yapacağım.
Hz. Peygamberin vefatından hemen sonran İslam toplumunda
muhalefet ve tefrika başlamıştır. Hz. Ali’nin şehit
edilmesinden sonra bu tefrika iyice alevlenmiş; Kerbela
hadisesi ile de İslam ümmeti, Şii ve Sünni diye, birbirine
düşman iki büyük kesime ayrılmıştır. Bu ayrılık ve düşmanlık
hemen bütün İslam memleketlerinde yaşanmakla beraber, en çok
Bağdat ve çevresinde siyasi çekişmelere, büyük çatışmalara
ve katliamlara sebep olmuştur.
Fuzûlî’nin yaşadığı 16. yüzyıl başlarında “Şah İsmail, güçlü
ve cesur şahsiyetinde şeyhlikle şahlığı birleştirip Safevî
Devletini kurunca Şiilik, kendi devletine bağladığı her
memlekette kuvvetli bir dinî propaganda silâhı olmuştur.
Gerek Şah İsmail gerek Şah Tahmasb devirlerinde Bağdat ve
yöresi Safevîlere ait iken, Irak’ta Şiilik çok revaçtadır. O
zamanlarda da Irak’ta Şiiler tarafından kutsal sayılan
yerlere her yıl Muharrem ayında binlerce insan taşınmakta ve
sosyal hayatta ve edebiyatta bu Şii-Sünni düşmanlığı sürüp
gitmektedir”.
Şah İsmail’in devlet sınırlarını genişletme, bilhassa Bağdat
ve yöresini kendine bağlama amacıyla, Şii-Sünni
düşmanlığından yararlanması, Osmanlıların da onunla
mücadeleye girmesi sonucunda 16. yüzyılda Bağdat’ta Şii ve
Sünni halk arasındaki düşmanlık ve nefret iyice artmıştır.
Bu nefret, bazen devlet otoritesini zulme döndürmüş, bazen
de çatışmaları, katliamları doğurmuştur.
İşte Fuzûlî, toplumun böyle hiziplere ayrıldığı bir ortamda
yaşamıştır. Fuzûlî, Farsça Divanı’nın ön sözünde bu ortamı,
kendisinden şiir yazmasını isteyen birisine söylediği
sözlerle anlatır: “Sevda-zede benden bu fenni ummak şayan-ı
hayrettir. Zira doğduğum ve yaşadığım yer Irak-ı Arap’tır.
Burası padişahların gölgesinden uzak kalmıştır. Şuursuz
halkı yüzünden mamur değildir. Burası öyle bir bostandır ki,
salınan servileri sam yelinin kasırgaları ve açılmamış
goncaları ise mazlum şehitlerin mezarlarının kubbeleridir.
Burası öyle bir ayş u tarab meclisidir ki, şarabı
parçalanmış ciğerlerin kanı, nağmeleri avare gariplerin
feryatlarıdır. Mihnet artıran çölünden bir rahat rüzgârı
esmemiş, belalarla dolu beyabanında bir damla ihsan bulutu
bir zerre toz bastırmamıştır. Böyle riyazet (çile)
bahçelerinde gönül goncası nasıl açılır ve dil bülbülü ne
terennüm eder”.
Fuzûlî’nin Osmanlı’ya bakışına geçmeden evvel, Osmanlı
Fuzûlî’ye nasıl bakmıştır, bunu kısaca belirtmek gerek.
Fuzûlî Şii’dir. Şia’ya olan bağlılığını her fırsatta dile
getirmiştir, Hz. Ali ve Oniki İmam övgüsünde kasideler
kaleme almıştır. Şah İsmail Bağdat’ı aldıktan (1508) iki
sene sonra Fuzûlî, Beng ü Bade isimli eserini yazmış, Şah’a
olan hayranlığını ifade eden manzumelerle bu eseri de Şah
İsmail’e sunmuştur. Safevi Şah’ının Bağdat’taki valisi
İbrahim Han’a övgüleri de vardır. Fuzûlî’nin Şah İsmail’e ve
Bağdat valisine sunduğu kasidelerine bakıldığında, hatta
sadece, İbrahim Han’ın Kerbela’ya asker yığması üzerine
söylediği bir kasideye bakarak, Fuzûlî’nin bu döneminde,
müfrit, intikam peşinde ve düşüncesinde olan bir Şii olduğu
söylenebilir.
Bağdat’ın Osmanlı yönetimine girmesinden sonra da Fuzûlî,
Kanuni’ye ve paşalarına, Bağdat valilerine kasideler ve
eserler sunmaya başlamıştır. Fakat Fuzûlî’nin Sünni yönetimi
hiçbir zaman benimsemediği söylenebilir.
Fuzûlî’nin Şii olduğunu, Şii şaha ve yöneticilerine
kasideler yazdığını Osmanlı yöneticileri mutlaka
biliyorlardı. Bu yüzden Sünni yöneticilerin Fuzûlî’ye
lütufkâr davranmadıkları düşünülebilir. Şii olduğu ve daha
önce Şii Şah’a ve valisine kasideler yazmış olduğu bilindiği
için Sünni yönetimin ve Sünni halkın, şair olarak saygı
duymakla beraber, Fuzûlî’ye pek yakınlık göstermedikleri
anlaşılmaktadır.
Fuzûlî’nin meşhur Şikâyetname’sinde Osmanlı yönetimini,
padişah da dâhil yöneticilerini istihza ile yerer mahiyette
ifadeler bulunduğu okuyanların dikkatinden kaçmamıştır.
Kızgınlık duygularını gizlemeden yazdığı bu mektubunda şair,
“dokuz eflake pây-ı istiğnâ urur iken evkaftan dokuz akçe
vazifeye kanaat kılup ‘arz aldım” derken, kendisine
verileceği söylenen dokuz akçenin, Osmanlının büyüklüğüne
yakışmayacak, hatta onu alçaltacak derecede az olmasına
rağmen, kendisinin bunu lütfen kabul ettiğini ima etmiştir.
Onun, Bağdat kadısı Mehmet Gazi’ye yazdığı bir kasidedeki şu
fahriye beytinde de buna benzer bir söyleyiş vardır.
“İyilik, lütuf, bağış Süleyman tarafından sunulsa dahi,
benim değerimin, itibarımın, şerefimin yüksekliği buna
iltifat etmez” diyen şair, Süleyman ismiyle Osmanlı
padişahını kastetmiş olmalıdır.
Rif‘at-i kadrüm iltifât etmez
Ger Süleymân kılursa ‘arz-ı ‘atâ
Yine Şikâyetname’de “dedim beratımın mazmunu niçin suret
bulmaz? Dediler zavaiddir husulü mümkün olmaz. Dedim böyle
evkaf zevaidsiz olur mu? Dediler zaruriyat-ı asitaneden
ziyade kalırsa bizden kalır mı? Dedim vakıf malın ziyade
tasarruf etmek vebaldir. Dediler akçemizle almışız bize
helâldir.” Cümlelerinde ise, padişahın ve yöneticilerin
gereksiz harcamalar yaptıklarını, vakıf mallarını halkın
yararına değil kendi arzuları için kullandıklarını ve bu
arada vakıf yönetiminin ve gelirlerinin birilerine
satıldığını ima eden ifadeler kullanmıştır.
Fuzûlî, Kanuni’ye ve devlet ricaline yazdığı kasidelerde
sözün tevriyesinden ve kinayesinden yararlanarak, övgüyle
beraber yergiye de yorumlanabilen beyitler söylemiştir.
Sultan Süleyman methinde söylenen şu beyitlerde “O adil
sultan devlet fidanının meyvesidir. Ondan evvel
“felek-mikdar” (felek sayısı kadar ya da felek derecesinde)
sultanlar gelmiştir. Ondan önce gelip giden sultanlar fena
olduysa şaşılır mı (ya da ona ne)? Ağaçlar meyve verecekleri
zaman çiçeklerini dökerler.” İkinci beyitteki “fena olduysa”
sözü “kötü olduysa” ya da “yok olduysa” anlamlarına gelecek
biçimde söylenmiştir.
Meyve ol Sultan-ı ‘âdildür nihâl-i devlete
Sâbıka gelmiş selâtin-i felek-mikdâr gül
N'ola ger sâbıklar olduysa fenâ oldur garâz
Meyve gösterdükde dökmek resmdür eşcâr gül
Aynı kasidedeki şu beyitte ise “Fuzûlî, her ne kadar sana
değer vermiyorlarsa da sen yine de sultanı öv, çünkü gülün
hara yar olması bu devirde âdettir.” diyerek Fuzûlî, kendini
güle, Sultanı dikene benzetmiştir. Ayrıca bu söyleyişte,
övgüyü kerhen yaptığı; o zamanda dalkavukluğun geçer akçe
olduğu iması da vardır.
Gerçi yohtur i‘tibârun medhin et izhâr kim
‘Âdet-i devr-i zamândur hâre olmak yâr gül
Kanuni övgüsü için söylenmiş şu beyitte “halkın muhtaç
olduğu her şeye o doymuştur; halkın sahip olmakla iftihar
ettiği şeylerden o ar eder” denilmiştir. Bu sözler, o devrin
kültürüne ve padişaha bakış açısına göre, bir padişahı
yüceltme sayılabilirse de devlet yönetiminin başında
bulunan, halkın huzur ve refahını teminle sorumlu bir kişi
için söylendiği düşünülürse, yergi anlamları da
çıkarılabilir.
Her ne kim ‘âlem ana muhtâc ol andan gânî
Her ne anunla tefâhur halka andan ana ‘âr
Fuzûlî aşağıdaki beyitlerinde, Kanuni’yi yücelterek onun
“heft ahter”e, dolayısıyla feleklere hükmettiğini söylerken,
bu gezegenlerle onun emrindeki sadrazam, vezir ve paşaları
kastediyor gibidir. Bu beyitlerde padişah ve emrindeki
yöneticiler hakkında şunları söylüyor. “İstek Kâ’be’sinin
yolunu keserlerse şaşılmaz, onların yuları o kazaya ve
kadere hükmeden padişahın elindedir. Onun zamanında işleri
düzene koyma, kötü gitmesini önleme düşüncesi dünyadan
kalkmıştır; devrinde bir temele dayanma sorumluluğu yok
olmuştur. (Paşalar) bizim bir şeyin yapılmasını ya da
yapılmamasını emretme yetkimiz yoktur, bütün yetki
padişahtadır, ne emrederse biz onu yaparız, diye apaçık
söylerler.” Bu söyleyişlerde, halkın isteklerinin dikkate
alınmadığı, hatta istekte buluma yolunun kesildiği, işlerin
karıştığı, düzenin bozulduğu, imadan da öte bir dille ifade
edilmiştir.
Kat‘-i râh-ı Kâ‘be-i maksûd ederlerse n'ola
O1 kazâ-hükm ü kader-fermâna vermişler mehâr
Münkati‘dür dehrden ‘asrında tedbîr-i umûr
Mürtefi‘dür çerhden devrinde teklîf-i medâr
Fâş söylerler ki biz ma‘zûluz emr ü nehyden
Hâkim oldur andadır fermân anundur ihtiyâr
Şu beyitlerde ise övdüğü kişinin feleklere hükmedecek kadar
dirayetli olduğunu söylerken, onun muhaliflerini katleden
bir zalim olduğunun ifadesi vardır.
‘Arş-temkîn felek-mertebe Kâdir Çelebi
Ki felek tabi‘idür her neye fermân eyler
Çerh bir tîğ çeküpdür yeni aydan ki müdâm
Kimi gördiyse muhâlif ana kurbân eyler
Fuzûlî bu beytinde de Mustafa Çelebi’nin cehaletini ima
etmiştir.
Eline almaz imiş Mustafa kalem derler
Bu zillet ile besî olmuş idi hâr kalem
Fuzûlî, Veys Bey’i överken “senin ihsanının yağmuru
memleketin imarını bayıra verir; ab-ı hayatın ölüleri
dirilttiği gibi.” demiş ve “bayıra vermek” deyimini “yokuşa
sürmek”in zıddı olarak “kolaylaştırmak” anlamında
kullanmıştır. “Bayıra vermek” sözüne “salıvermek, başıboş
bırakmak,” anlamı da verilebilir. Ayrıca ölüleri dirilten
bir suyun varlığı hayal ürünüdür.
Verür ta‘mir-i mülki bayıra bârân-ı ihsânun
Nicük kim âb-ı Hızr emvâtı hayy u câvidân eyler
Alttaki beyitte Fuzulî, “karanlıklar nasıl ab-ı hayatı
Hızır’dan gizlediyse, biz de ayanın serverine öylece
karanlıklardan bir perde tutalım” diyor. Ayan, seçkinler,
seçilmişler, yöneticiler demektir; şair yöneticilerin
başını, övdüğü Veys Bey’i ab-ı hayata benzetmekle beraber
onun halktan uzak bir kişi olduğunu da ima ediyor. Ayrıca
hicab: perde; utanma, arlanma manalarına gelir. Zulmet:
karanlık anlamından dolayı mecazen nursuzluk, ilahî nurdan
nasipsizlik, müşriklik, cehalet manaları da kazanmıştır.
Böylece “hicâb-ı zulemât” sözüne “karanlıklardan perde”
anlamı verildiği gibi, “karanlığın, nursuzluğun, cehaletin
utancı” anlamı da verilebilir. Öyleyse Fuzûlî bu beytin
içinde hiciv ve istihza gizlemiştir denilebilir.
Dutalım ser-ver-i a‘yâna hicâb-ı zulemât
Hızr’dan âb-ı hayâtı nice ihfâ eyler
Fuzûlî’nin kendini bir padişahla kıyasladığı şu manzumede de
kastedilen padişahın kendi zamanındaki Osmanlı sultanı
olduğu düşünülebilir. Bu manzumede şairin söylediklerini
bugünkü Türkçe ile söylersek Kanuni’yi ya da Osmanlı
yönetimini nasıl gördüğünü belirtmiş oluruz.
Pâdşâh-i mülk dȋnâr u direm rüşvet verip
Feth-i kişver kılmağa eyler müheyyâ leşkeri
Yüz fesâd u fitne tahrîkıyle bir kişver alır
O1 dahi âsâr-ı emn ü istikâmetten berî
Gösteren sâ'atte devrân-ı felek bir inkılâb
Hem özi fânî olur hem leşkeri hem kişveri
Gör ne sultânam men-i dervȋş kim feyz-i sûhan
Eylemiş ikbâlimi âsâr-i nusret mazheri
Her sözüm bir pehlevândır kim bulup te'yid-i Hak
Azm kıldukda tutar tedrîc ile bahr ü beri
Handa kim azm etse mersûm u mevâcib istemez
Hansı mülkü tutsa değmez kimseye şûr u şeri
Pây-mâl etmez anı âsîb-i devr-i rûzgâr
Eylemez te'sîr ana devrân-i çerh-i çenberî
Kılmasın dünyâda sultanlar bana teklif-i cûd
Bes dürür başımda tevfîk-i kanâ'at efseri
Her cihetten fâriğam âlemde hâşâ kim ola
Rızk için ehl-i bekâ ehl-i fenânın çâkeri
1-Bir ülkenin padişahı başka ülkeler fethetmek için, çok
para harcayarak, “dinâr ü direm rüşvet verip” ordu hazırlar.
2- Yüzlerce fitne ve fesat, karışıklık çıkararak bir ülke
zapt eder; o da doğru bir yönetimden, huzur ve emniyetten
uzak kalır. 3- Devran döner, zaman değişir hem kendi yok
olur hem askeri hem ülkesi yok olur. 4- Ey padişah, hele bir
bak, derviş olan benim nasıl bir sultan olduğumu gör; güzel
söz söylemenin feyzi, benim istikbalimi zafer alametleri ile
şereflendirmiştir. 5- Benim her sözüm Hakk’ın, doğruluğun
kuvvetlendirdiği bir pehlivandır; benim bu ordum, yöneldiği
ülkeleri, kara ve deniz demeden, yavaş yavaş, suhuletle,
iyilik ve adaletle ele geçirir. 6- Nereye gitse vergi ve
ücret istemez; hangi ülkeyi zapt etse, kimseye kavgası ve
şerri dokunmaz. 7- Zamanın geçmesi, değişmesi ile o yok
olmaz; feleğin ve insanların tavırları ona etki etmez. 8- Bu
dünyada padişahlar bana cömertlik (yardım, ihsan) teklifinde
bulunmasın, benim başımda kanaatin İlahî yardım tacı var, o
bana yeter. 9- Ben bu âlemde her yönden fariğim, mutlu huzur
içindeyim; rızk için beka ehli fena ehlinin asla kulu olmaz.
Prof. Dr. ŞENER DEMİREL
Hocamıza teşekkür ediyoruz. Şimdi de Yrd. Doç. Dr. Mehmet
Ulucan arkadaşımız Fuzuli’de gelenekten uzaklaşmaya ait
izler adlı tebliğini sunacaktır.
Yrd. Doç. Dr. MEHMET ULUCAN
Teşekkür ederim, sayın başkan. Değerli dinleyiciler,
Fuzuli’de gelenekten uzaklaşmaya ait izler ya da Fuzuli’nin
şiirlerinde yenilik ve orijinalliğin ipuçlarına değinecek
kısa bir konuşma yapacağım. Malumunuz olduğu üzere, her
edebi süreçte onu oluşturan ve takip edenler tarafından
sürekli olarak yenilenmesi güçlenmesi için belli bir gayret
ve çaba sarf edilmiştir. Divan şiirimizde de onun
taraftarları sürekli olarak yenilenmesi güncellenmesi için
belli bir gayret ve çabanın içerisinde olmuşlar. 16.
yüzyılda Türk edebiyatı, İran edebiyatını örnek almaya devam
etmektedir. Bu iki edebiyatın malzemesi hemen hemen
ortaktır. Bu ortak malzemeden ancak bazı şairler, mizaçları
yani duygusu hayali mahareti ölçüsünde öne çıkmış ve
edebiyat tarihi içerisinde yerlerini almışlardır. Fuzuli
bunların önde gelenlerinden biridir. Fuzuli’nin etnik
kimliği üzerinde durmayacağım ancak onun Arapça, Farsça ve
Türkçe divan tertip etmiş olması çok önemli bir husustur.
Eserlerinin çoğunu Türkçe yazmış olması da Türkçeye olan
sevgisini göstermektedir. Farsça bir şiirine şöyle başlıyor:
Es suhandai keşindeem piş ehli rüzgar… ila ahir
“Dünya halkına öyle bir şiir sofrası açtım ki o sofrada
türlü türlü nimetlerin çeşit çeşit zevkleri vardır. Bana
gelen misafir ister Türk ister Arap ister Acem olsun,
katiyyen mahcup olmam. Çünkü sofram o derece mükemmeldir.
Kim isterse gelsin, ne isterse yesin, bu ebedi/edebi bir
nimettir, eksilmez” diyor. Bana göre daha önemli bir husus
da şudur: Fuzuli’nin şiirlerinde; efsanevi aşk
hikâyelerinden Leylâ ile Mecnûn, Ferhad ile Şirin, Vamık ile
Azra vb. hikâyelerden bahsedilir. Bilhassa Leyla ile Mecnun
ve Ferhad ile Şinrin’in adı, onun şiirlerinde pek çok kere
geçer. Şair, aşkının, his ve hayallerinin ifadesinde
kendisini ve sevgilisini onlardan üstün bulur. Bu tespit,
Hasibe Mazıoğlu’ndandır. Ancak bu alıntının dışında
neredeyse bütün kaynaklarda da bu husus, benzer olarak ele
alınmıştır. Fuzuli’nin Mucnun, Kays, Ferhad, Vamık vd. aşk
kahramanlarına çatması, onlarla kendisini kıyaslaması sonra
onları kendine göre küçümsemesi, ilk anda makul gözükse de
detaylı düşünüldüğünde; bunun mümkün olmayacağını,
olamayacağını rahatlıkla görebiliriz. Daha doğrusu,
Fuzuli’nin Mecnun, Ferhat, Vamık gibi efsanevi aşk
kahramanlarıyla yani hayali kahramanlarla kendisini
kıyasladığını, onlarla yarıştırdığını düşünmek öncelikle
Fuzuli’ye haksızlıktır. Çünkü o, son derece zeki, bilgili,
birikimli, içinde bulunduğu ve çevresindeki kültürlere
hâkim, edebi ve sosyal çevreye aşina daha önemlisi çok beliğ
birisidir. Öyleyse onun söylediklerini başkalarınınkine
benzetmek kolaycılık değil midir? Fuzuli’nin söyledikleri,
biçim olarak diğer şairlerin söylediklerine yazdıklarına
benziyor olsa bile içerik olarak aynı şeyleri söylüyor
olduğu anlamına gelmez. Bu nedenle onun söylediklerini
biçimcilik kaygısıyla ele almak yanlış sonuçlar çıkarmanın
yanında orijinale ulaşmaya engel olması bakımından da son
derece tehlikelidir. Çünkü Fuzuli’nin söyledikleri, oldukça
yeni ve orijinaldir. Fuzuli’nin şiirlerinde özellikle
bıkkınlığın hissedildiği beyitlerde; Mecnun/Kays, Ferhad/Kuhken
ve Vamık gibi aşk kahramanlarının adları ve sıfatları
geçmektedir. Bunu, farklı şekillerde izah etmek mümkündür.
Ancak Mecnun/Kays adlarıyla Arap edebiyatının alışılmış,
kalıplaşmış, sıradanlaşmış temalarını; Ferhad/Kuhken vd.
özellikle Ferhad ad ve sıfatlarıyla Fars edebiyatının benzer
durumdaki temalarına göndermede bulunulduğunu zannediyorum.
Fuzuli, bu bıkkınlık veren, artık sıkıcı olmaya başlamış
konu ve temaların yerine neyi neleri koymak istemektedir?
Doğal olarak kendini ve aşkını hatta eserlerini koymaktadır.
Peki, bu bir geleneksel yaklaşım değil midir? Fuzuli’nin
yaşadığı dönemde; Türk edebiyatı özellikle de Türk şiiri,
hala büyük bir iştiyakla Arap ve Fas edebiyatının konularını
işlemeye devam etmektedir. Belki de ilk ciddi eleştirileri
ve gelenekten uzaklaşmayı biçim ve türler bazında olmasa da
beyitler ve mısralar bazında Fuzuli’nin şiirlerinde
Fuzuli’de görüyoruz. Başka bir ifadeyle Türk şiirinin
yenileşmesinin ilk istek, irade ve izlerini Fuzuli’nin
şiirlerinde görmek mümkündür. İsterseniz az önce söz konusu
ettiğimiz kahramanların adlarının geçtiği beyitlerden birkaç
tanesini size arz edeyim. Sizler de bu konuda benim gibi
düşünüyor musunuz, görelim:
Mende Mecnûndan füzûn âşıklık istidâdı var
Âşık-ı sâdık menem Mecnûnun ancak adı var
“Bende Mecnûn’dan daha çok âşıklık yeteneği/eğilimi, kudreti
var, çünkü gerçek âşık benim, onun sadece adı var.”
Levh-i âlemden yudum eşk ile Mecnûn adını
Ey Fuzûlî ben dahi âlemde bir ad eyledüm
“Ey Fuzûlî, Mecnûn’un adını dünya sayfasından gözyaşıyla
sildim; ben de bu âlemde [böyle] bir ün/ad s/aldım.”
Mende sâkin oldu derdi aşk Mecnûndan geçüp
Ondan artukdur meğer ışk içre temkînüm benüm
“Aşk derdi, Mecnûn’dan geçip bende karar kıldı, bu yüzden
benim aşktaki derecem ondan ileridedir.”
Verseydi âh-ı Mecnûn feryadımın sadâsın
Kuş mu karar ederdi başındaki yuvada
“Benim feryatlarımın sesini Mecnûn’un ahı verseydi,
başındaki yuvada kuş durabilir miydi?”
Bana zamân ile Mecnûn mukaddem olsa n’ola
Oyunda şâh beraber midür piyâde ile
“Mecnûn, zaman olarak benden önce yaşamış olabilir; buna
şaşılmamalı, satrançta şah ile piyade aynı anda hareket
edebilir mi?”
Benim müderris-i ilm-i cünûn kanı Mecnûn
Ki ber-murâd ola devrimde istifâde ile
“Delilik ilminin müderrisi benim, hani Mecnûn? Benim
devrimde nasibini alsın da muradına ersin.”
Beni sağınma Fuzûlî gam içre Mecnûn tek
Ki ben ziyâdeyem andan gam-ı ziyâde ile
“Fuzûlî, beni gam içinde Mecnûn gibi sanma, çünkü gamın
çokluğuyla ben ondan daha ilerideyim.”
Mecnûn ki pâdişeh-i vuhûş u tuyûr idi
Ben tek musahhar etmedi mülk-i melâmeti
“Vahşi hayvan ve kuşların padişahı olan Mecnûn, melâmet
ülkesini benim kadar emri altına alamadı.”
Kârvân-ı râh-ı tecrîdiz hater havfın çekip
Gâh Mecnûn gâh ben devr ile nevbet bekleriz
“Dünya ve nimetlerinden uzaklaşma yolunun kervanıyız,
soyulma korkusu taşıdığımız için gah Mecnûn gah ben sırayla
nöbet beklemedeyiz.”
Ey Fuzûlî dura menden ala ta’lîm-i vefâ
Nâ-geh er merkad-ı Mecnûna düşerse güzerim
“Ey Fuzûlî, Mecnûn’un mezarına yolun düşerse, kalkıp benden
vefânın ne olduğunu öğrensin.”
Deşt dutmak âdetin koymuştu Mecnûn aşkda
Şöhre-i şehr olmagın resmin men etdüm ihtirâ’
“Mecnûn, aşkta çöle düşmeyi adet edinmişti. Şehirliler
tarafından bilinmeyi ben icat ettim.”
Kıldı Mecnûn gibi çohlar heves-i aşk velî
Döymedi derdini ben bî-ser ü pâdan gayrı
“Mecnûn gibi nicesi aşk heveslisiydi fakat aşk derdine benim
gibi üstü başı perişandan başkası dayanmadı.”
Kıl tefâhur kim senün hem var men tek âşıkun
Leylînün Mecnûnı Şirînin eger Ferhâdı var
“Eğer Leyla’nın Mecnûn, Şirin’in Ferhad gibi âşıkları varsa
sen de benim gibi bir âşığının olmasıyla iftihar
edebilirsin.”
Yazanda Vâmık u Ferhâd u Mecnûn vasfın ehl-i derd
Fuzûlî adını gördüm ser-i tûmâra yazmışlar
“Vamık, Ferhad ve Mecnûn’un vasıflarını ehl-i dert/aşk ehli
anlatırken Fuzûlî’nin adını bu listenin başına yazdıklarını
gördüm.”
Sürdi Mecnûn nevbetin şimdi benem rüsvâ-yı aşk
Doğru derler her zaman bir âşıkun devrânıdur
“Mecnûn, aşk devrini tamamladı. Şimdi aşkın kahramanı benim.
Her dönem bir âşığın devranıdır, derler.”
Aşk devrânı bana tapşurdı Mecnûn nevbetin
Hâli olmaz nakş-ı erbâb-ı vefâdan bu bisât
“Aşk devranında sıra Mecnûn’dan sonra bana geldi, dünyada
vefa sahipleri unutulmaz.”
Işk etvârın müsellem eyledi gerdûn mana
Munca kim yel tek yügürdi yetmedi Mecnûn mana
“Felek, aşka ait (âşıklığı) tavırları yalnızca bana tahsis
etti. Mecnûn o kadar çalışıp çabaladı benim mertebeme
ulaş(a)madı.”
Okuduğum ve benzer pek çok beyitte; Fuzuli bana göre şunu
söylemektedir. Ey edebiyat ehli olanlar! Artık şu Leyla ile
Mecnun efsanesinden bıkıp usanmadınız mı? Ferhad ile Şirin
efsanesinden doyup sıkılmadınız mı? Çünkü burada Mecnun/Kays
ile kast ettiği Arap edebiyatı ve Arapçılık; Ferhat/Kuhken
ile kast ettiği de Fars edebiyatı ve Farsçılık/irancılık
olsa gerek… Bunu, günümüzdeki gibi benim ya da sizin gibi
rahat söylenmesini beklemek mümkün değildir. Çünkü
Fuzuli’nin yaşadığı yer, zaman, ortam ve şartlar bugünkünden
çok farklıdır. Üstelik o dönemde böylesine yeni bir isteği
ve iradeyi belirgin olarak ortaya koymak için herhangi bir
talep, istek de yok. Biz, onun diğerlerinden farklı olan
özgün ve orijinal taraflarından yola çıkarak bunu tespit
edebiliyoruz. Dolayısıyla Fuzuli, o dönemde bile edebiyatta;
Türklere has orijinal bir ikili aşk kahraman(lar)ıyla devam
edecekleri bir özgünlüğü ve orijinaliteyi yakalamak
istemiştir. Yanlış bir benzetme olarak anlaşılmazsa bir
anlamda orijinal bir Romeo ve Jüliet’i olsun istemiştir.
Leyla ile Mecnun Arapların, Ferhat ile Şirin Fars,
İranlıların bizimki nerede ben bunun ilk ipuçlarını
buluyorum ki isterseniz Ferhat ve Şirin’i örnek aldığı
birkaç beyti daha aktarayım. Belki o zaman daha kolay
anlaşılır olacaktır:
Olsaydı bendeki gam Ferhâd-ı mübtelâda
Bir âh ile verirdi bin Bî-sütûnu bâda
“Bendeki bu gam Âşık Ferhat’ta olsaydı bir âh çekmekle bin
Bîsütûn dağını yele verirdi.”
Ferhâda zevk-i sûret Mecnûna seyr-i sahrâ
Bir râhat içre herkes ancak menem belâda
“Ferhat, Şirîn’in Bîsütûn dağına yaptığı resminin zevkini
sürmekte, Mecnûn, sahralarda dolanıp durmakta. Herkes
rahatına bakmakta, ben ise beladayım.”
Görüp divârlarda kûh-ken nakşın demen âşık
Benem âşık ki duttum deşt terk-i hân ü mân ettim
“Duvarlarda Ferhat’ın resmini görüp âşık demeyin; gerçek
âşık, çölleri mesken tutup evini barkını terk eden benim”
Görüp mühlik benüm çevremde bahr-ı ışk tuğyânın
Kaçup bir dağa çıkmış Kûh-ken kurtarmağa cânın
“Ferhat, benim o korkunç aşk denizimin tufanını çevremde
görünce canını kurtarmak için korkusundan kaçıp bir dağ(Bîsütûn)a
çıkmış.”
Hakikaten o kadar güzel bir ifadeyle söylemiş ki, benim aşk
denizimin dalgalandığını kabardığını görünce Ferhat/Kuhken,
bir dağa kaçarak kendisini kurtarmaya kalkmış. Bu söyleyiş
güzelliğini, bu orijinaliteyi biz nasıl Arap ve Fars
edebiyatlarının taklitçiliği olarak değerlendirebiliriz. Tam
aksine bunu, Arap ve Fars kültür baskısından kurtulmak
edebiyat taklitçiliğinden uzaklaşmak olarak değerlendirmek
gerekir:
Olsaydı bendeki gam Ferhâd-ı mübtelâda
Bir âh ile verirdi bin Bî-sütûnu bâda
“Bendeki bu gam Âşık Ferhat’ta olsaydı bir âh çekmekle bin
Bîsütûn dağını yele verirdi.”
Âciz olmuş yakmağa âhiyle kûhu Kûh-ken
Neylesün miskîn anun aşkı hem ol mikdâr imiş
“Ferhat (Kûh-ken), Bîsütûn dağını ah çekerek yıkamamış,
yazık, demek zavallının aşkı o kadar imiş.”
Ferhâda zevk-i sûret Mecnûna seyr-i sahrâ
Bir râhat içre herkes ancak menem belâda
“Ferhat, Şirîn’in Bîsütûn dağına yaptığı resminin zevkini
sürmekte, Mecnûn, sahralarda dolanıp durmakta. Herkes
rahatına bakmakta, ben ise beladayım.”
Görüp divârlarda kûh-ken nakşın demen âşık
Benem âşık ki duttum deşt terk-i hân ü mân ettim
“Duvarlarda Ferhat’ın resmini görüp âşık demeyin; gerçek
âşık, çölleri mesken tutup evini barkını terk eden benim”
Görüp mühlik benüm çevremde bahr-ı ışk tuğyânın
Kaçup bir dağa çıkmış Kûh-ken kurtarmağa cânın
“Ferhat, benim o korkunç aşk denizimin tufanını çevremde
görünce canını kurtarmak için korkusundan kaçıp bir dağ(Bîsütûn)a
çıkmış.”
Kûh-ken künd eylemiş bin tîşeyi bir dağ ilen
Ben koparup salmışam bin dağı bir tırnağ ilen
“Ferhat, bin kazmayı bir Bîsütûn dağına vurarak köreltmiş,
ben tek tırnağımla bin dağı yerinden koparıp savurmuşum.”
Ey gören bin dağ ile sabr u sebâtım eyleme
Nisbetim Ferhâd kim bir dağ ile oldu zebûn
“Bin yaramla aşk yolundaki sabır ve sebatımı görüp beni
Ferhat’a benzetme. O, bir dağ(Bîsütûn)la uğraşmaktan çaresiz
düşmüştü.”
Sahrâ-neverd iken bana tasvîr-i kûh-ken
Öğretdi şerh-i ışkda resm-i i kâmeti
“Ben çöllerde dönüp dolaşırken Ferhat’ın resmi bana aşk
şehrinde oturulacağını öğretti.”
Mecnun, Ferhad, Vamık vd. âşığım, diye ortalığa düşmüşler.
Bu, onların âşıklığı, büyüklüğü değil, bu olsa olsa benim
büyüklüğümdür. Bakın Yenişehirli Avni de alışılageldiği
üzere bize; Mecnun’un durumunu haber veriyor:
Mecnûn ki lâ-ilâhe illâ der idi
Teklîf-i şu’ûr eyleseler lâ der idi
Ol mertebe meşgûl idi Leylâ ile kim
Mevlâ diyecek mahalde Leylâ der idi
Yenişehirli Avni’nin söylediği Leyla ve Mecnûn ile ilgili
ifadeler, onları yüceltmektedir, onlara benzemek istemektir.
Oysa Fuzuli’nin söylediği tam tersidir; Leyla ile Mecnun,
Ferhad ile Şirin, Vamuk ile Azra beni taklit etmektedir.
Daha doğrusu onlar, benim aşkta ulaştığım noktanın çok
gerisinde çok uzağındadır. Bu hususa benzer pek çok farklı
değerlendirmeyi eski Türk edebiyatıyla ilgili hülasalarda
görüyoruz. Kısaca şunu söyleyebilirim: Edebiyat tarihinde
bakıldığında; pek çok şair gelip geçmiştir. Bunların en
önemlilerinden biri, bana göre birincisi Fuzuli’dir. Çünkü
Fuzuli, daha önce söylenenlerin ve yapılanların
konuşulanların hepsinin ötesinde hepsinin üzerinde farklı
bir yol izlemiş ve onu bize göstermiştir. Fuzuli’nin
anlayışına yakın sayılan Urfalı Nabi de şöyle diyor:
Nâbî ile ol âfetin ahvâlini naklet
Efsâne-i Mecnûn ile Leylâdan usandık
Şunu da söyleyebiliriz: Fuzuli yaşadığı yer, zaman, çevre,
şartlar ve imkânlar dolayısıyla sadece Azeri sahasının
değil, Anadolu, Rumeli, Orta Asya sahasının hatta bütünüyle
Türk edebiyatının önemli bir şahsiyeti, önemli bir şairidir.
Biz onun eserlerine her gün yeniden dönüp bakmalıyız, her
gün yeniden onu anlamaya çalışmalıyız ki, bunu yaptığımızda;
Fuzuli de bize pek çok yeni şey söyleyecek, pek çok yeni yol
gösterecek, işaretlerde bulunacaktır.
Beni dinlediğiniz için teşekkür ederim, sağ olun.
Prof. Dr. ŞENER DEMİREL
Yrd. Doç. Dr. Mehmet Ulucan hocamıza teşekkür ediyoruz.
Evet, toplantımızın son konuşmasını Yrd. Doç. Dr. Süleyman
Kaan Yalçın yapacaklardır. “Fuzuli’nin Oğuz Türkçesi
İçerisindeki Yeri ve Türkçecilik Anlayışı”.
Yrd. Doç. Dr. SÜLEYMAN KAAN YALÇIN
Sayın başkan çok teşekkür ediyorum. Özellikle bizleri
ekranları başında dinleyen izleyicilerimizi de saygı ile
selamlıyorum. Konuşmama başlamadan önce Gülşen Hanım’ın bize
gönderdiği selamı alalım, başımızla gözümüz üzere. Biz de
kendilerine sevgi ve selamlarımızı iletiyoruz. Ayrıca
eserini Türkiye Türkçesine aktardığımız Prof. Dr. Gülşen
Eliyeva Kengerli eserin mimarıdır. Biz sadece bir aktaranı
olduk. Burada eseri özellikle bizlere ulaştıran ve bizlerle
beraber olan sayın Prof. Dr. Asif Rüstemli’ye de ayrıca
teşekkürlerimizi bildiriyoruz. Ben konuşmamda özellikle Oğuz
Türkçesi içerisinde ya da Azerbaycan Türkçesi içerisinde
Fuzuli’nin yerini ve Fuzuli’deki Türkçecilik anlayışı
üzerinde durmak istiyorum. Fuzuli’yi hem dil hem de mânâ
bakımından anlayabilmek için özellikle Oğuzların yayılma
alanlarına ve Oğuz Türkçesinin inkişafına kısa bir göz
atmakta fayda var diye düşünüyorum. Bilindiği üzere Oğuzlar
11. yüzyılın başlarında Selçuk Bey’in önderliğinde Büyük
Selçuklu Devletini kurdular ve kısa sürede Suriye’den
Marmara Denizi’ne kadar İran coğrafyasından Bağdat’a,
Azerbaycan’a, Anadolu’ya ve Doğu Türkistan’dan Marmara’ya
kadar büyük bir coğrafyada hâkimiyet gösterdiler. Devletin
yıkılmasının ardından yerine beylikler ve daha sonra Anadolu
Selçuklu Devletinin kurulmuş olduğunu görüyoruz. Bu devletin
de yıkılmasıyla birlikte ki bu devlet Moğol istilasıyla
birlikte Moğol istilasının tesiriyle yıkılır. Moğol istilası
Türklerin, Türk boylarının gerçekten kader çizgisi gibidir
ve Moğol istilasından sonra Türklerin kaderi değişmeye
başlar. Türkmen boylarının bir kısmı Maverhünnehir ve
Horasan’da kalırken bir kısmı Azerbaycan ve Anadolu
bölgesinde yerleşime zorlanır bu safhadan sonra Oğuzlar
Hazar ötesi Türkmenleriyle Azerbaycan ve Anadolu Türkmenleri
olarak ayrı coğrafyalarda yaşamaya başlamışlardır. Oğuzlar
bu tarihten sonra Osmanlı Devleti gibi büyük bir
imparatorluğu kurmuş, sonrasında Türkiye Cumhuriyeti ile
bunu devam ettirmiş ve yine Azerbaycan Cumhuriyeti gibi
bağımsız devletler kurarak tarih sahnesindeki rolünü devam
ettirmiştir. Yayılma alanlarındaki coğrafi ve siyasi
farklılıklar Oğuz Türkçesinin ayrı bir yazı dili olarak
gelişmesini de hızlandırmıştır. Özellikle 12. Ve 13.
yüzyıllardan itibaren Türk diliKuzeydoğu Türkçesi ve Batı
Türkçesi olmak üzere iki ana kola ayrılmıştır. Bunlardan
Batı Türkçesi 11. yüzyıldan itibaren Harezm veOğuz
Türklerinin Harezm bölgesindenHorasan’a göçen ve Azerbaycan,
Anadolu ve ırak bölgesine yerleşen ve çoğunluğunu Oğuz
Türklerinin oluşturduğu ortak yazı dilinin adıdır. Batı
Türkçesinin ilk dönemi Selçuklular devrine rastlar ve biz bu
devre Eski Oğuz Türkçesi devri adını veriyoruz. Devrin
ortasında yani 14. yüzyılda beylikler dönemi 15. yüzyılda
ise Osmanlı ve Azerbaycan Türkçelerinin şekillendiği devir
olarak adlandırıyoruz. Bu devirleri evet Oğuz Türkçesi daha
çok 13. yüzyılda sistematik anlamda şekilleniyor ya da yazı
dili haline dönüşüyor olsa da Oğuz Türkçesinin Eski Türkçeye
dair birçok izlerinin bulunduğunu Prof. Dr. Zeynep
korkmaz’ın Dîvânu Lugâti’t Türk te veya Eski Türkçedeki
Oğuzca unsurlar makalelerinden açıkça anlaşılmaktadır.
Osmanlı Türkçesi Batı Türkçesinin hâkimiyetini sürdürdüğü en
uzun dönemdir. 15. yüzyıldan 20. yüzyılın başlarına kadar
süren bu dönemde Osmanlı Türkçesiyle birlikte Azerbaycan
Türkçesinin de şekillendiği görülmektedir. Kökleri Oğuz
Türkçesine dayanan ve bugünden geriye doğru gidildikçe
farklılıklarının ortadan kalktığı bakın farklılaştığı
demiyorum farklılıklarının ortadan kalktığı Azerbaycan ve
Türkiye Türkçeleri hiçbir zaman iki ayrı yazı dili olmamış
aynı yazı dilinin iki uzak bölgesi arasındaki mahalli
farkların yazıya geçirilmesinden ibaret kalmıştır. Bakın biz
bugün bunun canlı bir örneğini yaşıyoruz. Bizlerle beraber
olan Azerbaycanlı gönül dostlarımızın, Azerbaycanlı
meslektaşlarımızın burada konuştuklarını neredeyse yüzde
yüze yakın bir oranda anladık. Diyebiliriz ki, burada bir
Trabzonlu, Uşaklı ya da Manisalı biri kendi ağız
özellikleriyle konuşsaydı belki bundan daha az
anlayabilirdik veya anlayacaktık. Bu demektir ki, Muharrem
Ergin’in de ifadesi bu yöndedir, Türkiye Türkçesi ve
Azerbaycan Türkçesi arasındaki fark sadece ayrı siyasi
idarelerin ve coğrafya farklılığının getirmiş olduğu bir
ağız özelliğinden farklı bir yapıda değildir. Bu görüş
sadece bizlerin bir görüşü değil aynı zamanda dilbilimsel
ölçütlerle lehçe tasniflerini yapan ve ilk lehçe tasnifini
bizlere sunan Kaşgarlı Mahmud’un daha sonraki devirlerde
Radloff’un, Ramsteth’in, Berezin’in, Talat Tekin’in ve bütün
lehçe tasnifi yapan kişilerin de ortak görüşüdür. Ayrıca
Azerbaycan Türkçesi ve Türkiye Türkçesinin içinde bulunduğu
grup Oğuz grubu, Güneybatı grubu gibi ve Türkmen grubu gibi
adlarla çeşitli şekillerde yer almıştır. Bu yayılma
alanlarına baktığımız zaman en fazla dikkati çeken şey
Fuzuli’nin doğup büyüdüğü ve Fuzuli dilinin geliştiği
unsurun Oğuzlara ve Oğuz Türkçesine ait olduğunu gördüğümüz
kısımdır. Fuzuli bu noktada Oğuz yazı dilinin en önemli
temsilcilerinden biridir. Fuzuli’nin şiirlerinde kullandığı
dil Azerbaycan Türkçesinin birçok unsurunu taşımakla
birlikte aynı zamanda Türkiye Türkçesinin de sentaks,
gramer, söz varlığı gibi birçok niteliğini de beraberinde
taşımaktadır. Fuzuli Azerbaycan yazı dilinin inkişafında
elbette ki çok mühim bir rol oynamıştır. Adeta Dante
İtalyanca için ne ise Puşkin Rusça için ne ise Ali Şir Nevai
Çağatayca için ne ise Fuzuli de gerçekten Azerbaycan
Türkçesi için o demektir. Azerbaycan Türkçesinin önemli
izlerini taşıyan Dede Korkut Hikayeleri’nin ve Nesimi’nin
devam ettiricisidir. Bu noktada Fuzuli Azerbaycan
Türkçesinin şekillenmesinde önemli bir ölçüttür; ancak bazı
yazarlar Fuzuli’yi sadece Azerbaycan Türkçesine ya da sadece
Osmanlı Türkçesine bağlamak gibi bir yanlış fikre
kapılmışlardır. Daha önce de belirttiğimiz gibi Fuzuli
neredeyse birbirinden ayırt edilemeyecek kadar ortaklık
taşıyan iki kardeş yazı dilinin ve hatta onların da üstünde
Oğuz grubunun temsilcisidir. Yani Fuzuli ne sadece
Azerbaycan Türkçesinde yazmıştır ne de Osmanlı Türkçesinde
yazmıştır o aslolarak Oğuzca yazmıştır diyebiliriz.
Fuzuli’nin kullandığı dil ve onun nasıl bir dil anlayışına
sahip olduğunu sorgulayacak olursak şu gerçekle
karşılaşırız. Fuzuli’nin kullandığı dilde Arapça ve Farsça
unsurlar çok sayıdadır; fakat kendisi bir Kaşgarlı Mahmud
kadar bir Ali Şir Nevai kadar Karamanoğlu Mehmet Bey kadar
Türkçeci bir şahsiyettir. Öyle ki, Arapçanın, Farsçanın
bilim ve siyaset dili olarak kullanıldığı ve revaçta olduğu
bir devirde Türkçeyi şarkın bu şöhretli dilleriyle rekabet
edecek seviyeye taşımıştır. O başka dillerin Türkçeden üstün
oluşuna tahammül edemeyen milli bir şairdir. Şu ifadeler
onun bu milli anlayışını, dildeki milli hissiyatını dile
getiren dizelerdir.
Ol sebebden Fârsî lafz ile çohdur nazm kim
Nazm-ı nâzük Türk lafziyle iken düşvâr olur
Mende tevfîk olsa bu düşvârı âsân eylerem
Nev-bahâr olsa tikenden berg-i gül ihzâr olur
Burda Fuzuli Farisi çok sayıda şiir söylemesinin sebebini
Türk diliyle ince şiir söylemenin güç olduğundan
kaynaklandığını söylüyor. Fakat diyor ki, Allah yardım
ederse ben bu güçlüğü yeneceğim. İlkbahar geldiği zaman kuru
dikenlerden nasıl gül yaprakları bitiyorsa bende diken
sanılan işlenmemiş olan Türkçeden böyle gül yaprağı gibi
inci şiirler dizeceğim, inci şiirler söyleyeceğim demiştir
ve harikulade sanatlı bir söyleyişle de bunu ortaya
koymuştur. Unutmamak lazımdır ki, Fuzuli bütün şark
edebiyatının gerçek şiir vadisindeki en büyük şairidir ve o
heyecanlı bir Türkçecidir. Onun bu yönü Kerbela şehitleri
için yazılan Hadikatü’s Süeda adlı eserin dibacesinde yer
alan ve Türk dilinin ve Türk dili tarihinin en güzel duası
olabilecek nitelikteki şu dizelerle karşımıza çıkmaktadır:
Ey feyz-resân-ı Arab u Türk ü Acem
Kıldın Arab’ı efsah-ı ehli-âlem
İtdün füsehây-ı Acem’i Îsî-dem
Men Türk-zebândan iltifât eyleme kem
Burada da Fuzuli ey Arap, Fars, Türk milletlerine feyiz
veren Tanrım sen Arap kavmini fasih konuşan millet yaptın.
Acem fasihlerinin sözlerini İsa sözü gibi, İsa nefesi gibi
cana can katan bir güzelliğe taşıdın. Ben Türk’üm ve Türkçe
söylemek istiyorum. Tanrım benden iltifatını esirgeme
diyerek Türkçeyi dert edinmenin en büyük erdem olduğunu
yüzyıllar öncesinden bizlere ulaştırmıştır ve Türkçecilik
anlayışını da bizlere sunmuştur. Konuşmamı sonlandırırken
siz değerli izleyicilere ve salonda bizlerle beraber olan
konuklarımıza esenlikler diliyorum, teşekkür ediyorum.
Prof. Dr. ŞENER DEMİREL
Saygıdeğer konuklar Fuzuli ve Azerbaycan’da Fuzuli
Araştırmacılığı konulu toplantımız burada sona ermiştir.
Hepinize saygılarımızı sunuyoruz. Son olarak sizlere
Harput’ta okunan Fuzuli gazellerinden örneklerle toplantımız
sona erecektir. Mahalli sanatçılarımız Sayın Paşa Demirbağ
ile Sayın Mustafa Döner’i bu müstesna eserleri seslendirmek
için buraya davet ediyoruz.
MANAS’TAN ALİ EMÎRÎ EFENDİ ANISINA
KİTAPLAR
Ömrünü kitaplara, kitaplarını milletine adayarak gönüllerde
taht kuran Diyarbakırlı Ali Emîrî Efendi’nin aziz hatırasına
düzenlediğimiz “Manas’tan Ali Emîrî Efendi Anısına Kitaplar”
toplantısı 14 Mart 2013 Perşembe günü akşam saat: 19.00’da
Elazığ Belediyesi Kültür ve Kongre Merkezi’nde
gerçekleştirildi.
Programa; Elazığ Belediye Başkanı M. Süleyman Selmanoğlu,
Türk Dil Kurumu Başkanı Prof. Dr. Mustafa S. Kaçalin, Türk
Edebiyatı Vakfı Başkanı Servet Kabaklı, Azerbaycan Milli
İlimler Akademisi Fuzûlî Elyazmaları Enstitüsü Başkanı Prof.
Dr. Paşa Kerimov, Azerbaycan Milli İlimler Akademisi Nizami
Gencevî Edebiyat Enstitüsü Müdürü Prof. Dr. Asif Rüstemli,
Millet Yazma Eser Kütüphanesi Müdürü Melek Gençboyacı, Prof.
Dr. Kemal Eraslan. Prof. Dr. Ercan Alkaya, Mustafa Uğurlu
Arslan, Dr. M. Naci Onur, Doç. Dr. Zülfi Güler, Şemsettin
Ünlü, Doç. Dr. Tarık Özcan, Doç. Dr. Sadık Yazar, Yrd. Doç.
Dr. Süleyman Kaan Yalçın, Yrd. Doç. Dr. Mustafa Şenel, Yrd.
Doç. Dr. Abdulkadir Kıyak, Necati Kanter, Osman Çolak,
Yurdal Demirel, Diyarbakır Kültür Turizm ve Musiki Derneği
Başkanı Kenan Aksu, Diyarbakır’ın kıymetli şair ve yazarları
Vedat Güldoğan, Abdulkadir Nur Gördük, Nesrin Erdoğmuş,
Mevlüt Mergen, İbrahim Evirgen, Manas’ın değerli üyeleri;
Şükrü Kacar, Paşa Demirbağ, Zekeriyya Bican, Ülker Ardıçoğlu,
Hadi Önal, R. Mithat Yılmaz, Muammer Aksoy, M. Faik Güngör,
Av. Doğan Özdal, Gazi Özcan, Zekeriyya Bican, Ahmet Remzi
Erdoğan, Mahir Gürbüz’ün hazır bulundukları oldukça
kalabalık bir davetli topluluğu katıldı.
Öğr. Gör. Saniye Bulut ve Arş. Gör. Veysel Karaca’nın
yönettikleri program; saygı duruşu ve İstiklal Marşı’nın
okunması ile başladı. Gazeteci yazar Bedrettin Keleştimur’un
açış konuşmasının ardından araştırmacı yazar Yurdal Demirel,
“Ali Emîrî Efendi’nin Görev Yaptığı Yıllarda Elazığ’da
Kültürel Çalışmalar” başlıklı bir tebliğ sundu.
Açılış konuşmalarından sonra program; Türkçenin Kaşgarlı
Mahmud tarafından 11. yüzyılda kaleme alınan ilk muhteşem
sözlüğü Dîvânu Lugâti’t Türk’ün, Ali Emîrî Efendi tarafından
bulunması münasebetiyle; tiyatro ve seslendirme sanatçısı M.
Reşat Bulut tarafından hazırlanan “İstanbul’da Diyarbakırlı
Bir Âlîm” adlı oyunun birinci perdesi sahnelendi.
Bu tiyatro oyunun ardından da Manas Yayıncılığın Ali Emîrî
Efendi anısına yayınladığı kitapların tanıtımları yapıldı.
Dr. M. Naci Onur’un “Harputlu Dîvân Şâirleri”, Doç. Dr.
Zülfi Güler’in “Harput Ağzı”, Şemsettin Ünlü’nün “Kurbağa
Avcıları” ve “Bin Beyaz Karanfil”, Doç. Dr. Tarık Özcan’ın
“Kördüğüm”, Prof. Dr. Gülşen Eliyeva-Kengerli’nin Yrd. Doç.
Dr. Süleyman Kaan Yalçın tarafından Türkiye Türkçesine
aktarılan “Azerbaycan Fuzûlî Araştırmacılığı”, Yrd. Doç. Dr.
Mustafa Şenel’in “Elazığ İli Yer Adları Üzerine Bir
İnceleme”, Yrd. Doç. Dr. Abdulkadir Kıyak’ın “Elazığ ve
Yöresinde Ziyaret Yerleri”, Necati Kanter’in “Bizim Şehrin
Dîvâneleri” ve Ahmet Kabaklı’nın Prof. Dr. Asif Rüstemli
tarafından Azerbaycan Türkçesine aktarılan “Harput
Efsaneleri” adlı kitapların tanıtımları yapıldı.
Diyarbakırlı üç kıymetli şair; Mevlüt Mergen, Nesrin
Erdoğmuş ve Abdulkadir Nur Gördük’ün okuduğu
şiirler..Ardından da Osman Çolak ile Ahmet Remzi Erdoğan’ın
seslendirdiği türkülerle bilgi şölenine dönüşenprogramda
daha sonra İstanbul’da Diyarbakırlı Bir Âlim adlı oyunun 2.
perdesi de sahnelendi. Bu muhteşem oyunun sonrasında Ali
Emîrî Efendi rolünü başarıyla sahneye koyan tiyatro ve
seslendirme sanatçısı M. Reşat Bulut, davetlilerin yoğun
alkışlarıyla Millet Yazma Eser Kütüphanesi Müdürü Melek
Gençboyacı’yı sahneye davet etti.
ALİ EMÎRÎ EFENDİ (M. REŞAT BULUT):
“Efendim o akşam Talat Paşa bana şöyle demişti. Kitaplarda
insanlar gibidir. Bir kitap bin yıl yaşamaz benim gözümün ve
ömrümün nuru kitaplarımı bugün hala yaşatan Millet
Kütüphanesi’nin çok değerli müdiresi Sayın Melek Gençboyacı
Hanım’ı sahneye davet ediyorum.”
İstanbul’da Diyarbakırlı Bir Âlim adlı oyununun yönetmeni
aynı zamanda Ali Emîrî Efendi rolünde izlediğimiz M. Reşat
Bulut olmak üzere yönetmen yardımcıları Semih Geçim ve
Mustafa Önderci’ye; Anlatıcı: Serhat Diker’e, Sahaf Burhan
Efendi rolündeki: Ender Yalçın’a, Sahaf Yamağı rolündeki:
Sadık Arslan’a, Kilisli Muallim Rıfat Bey rolünde
izlediğimiz: Samet Özçelik’e, Topluluk Sakinleri: Semih
Geçim’e, Can Ateş’e, Haydar Özdemir’e; Makyaj sorumlusu: Okt.
Öznur Aksoy’a; Teknik Personel: Kerim Saray, Elif Özer,
Begüm Çevik – Alaaddin Sert’e teşekkür ederek geceyi
taçlandıran bu güzel oyunu sahneye koyan bütün sanatçılara
çiçek takdiminde bulundu.
MELEK GENÇBOYACI:“Gerçekten çok
duygulandım. Bugün benim için çok özel bir gün. Hem Millet
Kütüphanesi Müdürü olarak hem Ali Emîrî ve onun gibi
değerlerin adını eserlerini yaşatılmasını arzu eden
çabalayan bir insan olarak çok özel bir gün. Hepinize çok
teşekkür ediyorum.”
ALİ EMÎRÎ EFENDİ (M. REŞAT BULUT):
“Değerli misafirler, kültür tarihimizin en önemli
şahsiyetlerinden birisi olan Ali Emîrî Efendi hakkında bir
program düzenleneceği haberini bana ileten Sayın Şener
Bulut, meslek hayatımın en kıymetli çalışmalarından birisine
kapılarımı açıyordu.
Haberi alır almaz, Ali Emîrî Efendi hakkında araştırmalarıma
başlayarak, bu kıymetli üstadın hayatına dair daha fazla
bilgi edinmeye başladım. Manas Yayıncılık’ın değerli
yazarları ile de Ali Emîrî Efendi hakkında bilgi
alışverişinde bulunarak, bir tiyatro oyunu yazacak bilgiyi
arşivleme imkânı buldum. Bir süre sonra oyunun genel hatları
belli oldu ve hemen oyun sahneye koymanın gereği olan
ekibimi kurdum. Oyunun geçtiği dönem ile ilgili gerekli
dramaturjik bilgilendirmeler, oyuncu ve teknik çalışanlara
yapıldıktan sonra, iş artık oyunun sahnelenmesi için
provalara başlamaya geliyor. Ben ve ekibim için en uygun
çalışma yerinin Manas Yayıncılık olduğuna kanaat
getiriyorum. Elazığ’ın kültür hayatındaki en önemli işlerine
imza atmış olan bu kurum ve onun kıymetli yöneticisi Şener
Bulut’un, sanatçıları yüreklendiren eşsiz desteği, bizlerin
işimizi daha heyecanla yapmaya yönlendiriyor. Prova
süreçlerinde biz ne kadar çalıştıysak, Sayın Şener Bulut
bizlerden daha fazla çalışmıştır demek pek de yanlış
olmayacaktır. Provalara bizlerden önce gelmesi ve
oyuncularımızın çalışma konforunu artırmak adına yaptıkları,
tam da bir kültür adamına yakışan güzellikteydi.
Tüm katılımcıları ile özverili bir şekilde başlayan bu
çalışma süreci programın icrası bitene kadar titiz ve
dikkatli bir şekilde devam etti. Günler geçti ve yaptığımız
çalışmaları seyircimizle buluşturma zamanına geldik. Prova
dönemleri ve oyun günü ekipte yer alan herkesin heyecanını
yakinen biliyor ve onların bu konudaki çabası, oyunu kaleme
alan birisi olarak beni tarifi imkânsız bir duyguyla işime
bağlıyordu. Kaleme aldığım oyunda, Ali Emîrî Efendi rolünü
oynayacak olmak ise meslek hayatımda bir onur madalyası
olarak göğsümde kalacaktır. Elbette bu tür oyunlarda oyunun
içeriği kadar, oyunda anlatılan karakterlerin makyaj ve
aksesuar seçimi de büyük önem arz etmektedir. Bizde bu
bağlamda titiz bir çalışma yaparak, yapabileceğimizin en
iyisini uzmanlar danışmanlığında yapmaya çalıştık. Ali Emîrî
Efendi’nin anatomik özelliklerini tam olarak yansıtmaya
çalıştığımız modellemede, makyajı, Öğr. Gör. Ressam Öznur
Aksoy planlayarak yaptı. Tiyatro sanatının en önemli
hususlarından birisi hiç şüphesiz birçok çalışma sahasını
içinde barındırmasıdır. Yani makyajlı bir sanatçıyı tiyatro
ışığı olmadan gören birisi, elbette tiyatronun gerekleri
olan ışık, dekor ve aksesuar gibi unsurlar o an olmadığı
için sahne üzerinde ki hali tasavvur edemez ve bu çok
normaldir. Bu açıdan kıymetli bir anı olarak anımsadığım,
Millet Kütüphanesi Müdürü Melek Hanım ile oyun öncesinde
kuliste karşılaştığımda, plastik makyajıma bakıp “ Ali
Emîrî’ye benzetemedim deyip” ışık eşliğinde oyunu izledikten
sonra “ Yıllardır müdür olarak çalıştığım Millet
Kütüphanesi’nde Ali Emîrî’nin ruhunu hissederdim, bugün ise
kendini gördüm” demesi olmuştur.”
İstanbul’da Diyarbakırlı Bir Âlim adlı oyunu başarıyla
sahneleyen tiyatro ve seslendirme sanatçısı M. Reşat Bulut,
davetlilerin yoğun alkışları devam ederken bu muhteşem
toplantıyı bilgi şölenine dönüştüren Manas’ın kıymetli
yazarlarını da sahneye davet etti.
ALİ EMÎRÎ EFENDİ (M. REŞAT BULUT):
“Efendim bu akşam bana ithaf edilen kitapların
saygıdeğer yazarlarını da sahneye davet ediyoruz.”
Ali Emîrî Efendi’nin anıldığı bu müstesna toplantının son
bölümünde Elazığ’ın güzide okullarından Doğa Koleji Kültür
Edebiyat Kolu öğrencileri, tiyatro oyuncularına ve yazarlara
birer gülle teşekkür ettiler.
Öğr. Gör. SANİYE BULUT
Sayın Belediye Başkanım
Fuzûlî Elyazmaları Enstitüsü Başkanım
Türk Edebiyatı Vakfı Başkanım
Bilim, kültür ve sanat dünyamızın değerli mensupları,
Kıymetli misafirler,
Değerli kitap dostları
Elazığ Valiliği, Diyarbakır Valiliği, Elazığ Belediye
Başkanlığı, Fırat Üniversitesi Rektörlüğü, Dicle
Üniversitesi Rektörlüğü, Türk Dil Kurumu, Elazığ Ticaret ve
Sanayi Odası, Azerbaycan Milli İlimler Akademisi Fuzûlî
Elyazmaları Enstitüsü, Millet Yazma Eser Kütüphanesi, TRT
Diyarbakır Radyosu’nun katkılarıyla; Elazığ Kültür ve Turizm
Müdürlüğü, Diyarbakır Kültür ve Turizm Müdürlüğü, Türk
Edebiyatı Vakfı, Diyarbakır Kültür Turizm ve Musiki Derneği
ve Manas Yayıncılık’ın ortak çalışmaları ile ortaya konulan
Ali Emîrî Efendi’ye saygı etkinlikleri çerçevesinde
düzenlenen “Ali Emîrî Efendi Anısına Kitaplar” programına
hoş geldiniz. Ömrünü kültür varlıklarımızı korumaya adamış,
oluşturduğu “Millet Kütüphanesi” ile gönüllerde taht kuran,
milleti için yaptığı hayırlı ve güzel hizmetlerden dolayı
Yahya Kemal Beyatlı’ya;
“Muhtâç isen füyûzuna eslaf pendinin
Diz çök önünde şimdi Emiri Efendi’nin”, dedirten, 11.
yüzyılda Kaşgarlı Mahmut tarafından kaleme alınan ancak
yüzyıllarca ismi var; varlığı meçhul Türkçenin ilk büyük
sözlüğü Dîvânu Lugati't-Türk’ü Türk Edebiyatı’na kazandıran,
kitap aşığı Diyarbakırlı Ali Emîrî Efendi’nin aziz
hatırasına ithafen Manas Yayıncılık tarafından yayınlanan
“Ali Emîrî Efendi Anısına Kitaplar”, programını arz
ediyorum.
Saygı duruşu,
İstiklal Marşı
Yönetmenliğini M. Reşat Bulut’un yaptığı İstanbul’da
Diyarbakırlı Bir Âlim (1. Perde)
Açış konuşmaları,
Ali Emîrî Efendi’ye ithaf olunan kitapların yazarları
tarafından tanıtımı
İstanbul’da Diyarbakırlı Bir Âlim (2. Perde)
Kapanış.
Şimdi sizleri, devletimizin kurucusu Gazi Mustafa Kemal
Atatürk; hizmetleri ile bu millete yön veren bilim sanat
adamlarının ve aziz şehitlerimizin manevi huzurlarında saygı
duruşuna ve ardından İstiklal Marşımızı okumaya davet
ediyorum.
İSTANBUL’DA DİYARBAKIRLI BİR ÂLİM
1.PERDE 1. BÖLÜM
Anlatıcı: Doğum 1857 sene 1866 daha dokuz yaşında, ezberinde
dört bin şiirle, içinde bir okuma sevdası. Öyle ki bu sevda,
dile kolay bir mecra, kitap ve Ali Emîri deyince öyle kendi
gününde yazılmış nice kitap değil, binlercesi gelir
hatırlara…
Ali Emîrî, Osmanlı coğrafyasını adım adım gezen o kitap
sevdalısı…
Ali Emîrî Efendi… Daha efendi diye anılmadan önce, dokuz
yaşında bir çocukken bütün akranları sokaklarda koşturup
oyunlar oynarken o, kendisini kitap okumaya adamış bir fert.
Diyarbakır’da dünyaya gelmiş olan Ali Emîrî Efendi sıkıntılı
dönemler geçiren Osmanlı sınırları içinde pek çok defa
farklı yerlerde memurluklar yaptı. Elbette herkesin bir
hayatı ve içinde birçok hikâyesi vardır. Ama gelin görün ki
Ali Emîrî Efendi’nin sadece bir tane hikâyesi var, o da
kitap. Bütün hayatını tek bir amaç uğruna şekillendirmiş bir
âlim. Kilisli Muallim Rıfat Bey onunla ilgili hikâyeyi şöyle
nakleder:
Kilisli Muallim Rıfat Bey: Efendim ben Rıfat, Muallim Rıfat
derler namıma. İstanbul’da o tarihte bir kahvehanede tanıdım
Ali Emîrî Efendi’yi. Diyarıbakır Kıraathanesi, Ali Emîrî
Efendi oranının müdavimi, her fırsatta gidip ders vereni. (
tebessüm eder) Eee ne de olsa orası bizim için bir okul, Ali
Emîrî’nin de olduğu her yer medreseden farksız... Bir gün
yine kahvehaneye geldi biraz tarihten biraz edebiyattan
konuştuk kendileriyle.
Ali Emîrî Efendi: Beyler, efendiler! Bu gece size bir şey
sormak isterim.
Topluluk: Buyurun!
Ali Emîrî Efendi: Dîvân-ı Lugâti’t Türk isminde bir kitap
gördünüz mü ya da işittiniz mi?
Muallim Rıfat Bey: Kitabı görmedim lakin Kâtip Çelebi
yazmıştır oradan bilirim.
Anlatıcı: Ali Emîrî Efendi o gün yakın çevresine Dîvânu
Lugâti’t Türk’ü nasıl elde ettiğini anlattı. Ali Emîrî
Efendi haftada iki veya üç defa sahaflara gider yeni bir
şeyler var mı diye gezerdi. Görmediği bilmediği yeni bir şey
görünce saatlerce sahafta oturur saatlerce incelerdi. Yine
bir gün…
Ali Emîrî Efendi: Efendim ben Ali Emîrî, bir kitap uğruna
Yanya’dan Yemen’e tayin isteyen o adam benim. (havayı
koklar) bu havayı nerde olsa tanırım bu benim ömrümü
adadığım kitapların kokusu. Haftada iki veya üç defa
sahaflara gelir kitaplara bakarım. Yeni bir şey var mı diye
sorar bulursam saatlerce incelerim. Bugün yine aynı sebeple
sahaflara geldim. Kolay gelsin Burhan Efendi.
Sahaf Burhan Bey: Ooo! Eksik olmayın Emîrî Efendi! Buyurun?
Ali Emîrî Efendi: Var mı yeni bir şeyler?
Sahaf Burhan Bey: Var aslında bir kitap var. Ama sahibi pek
fazla bir fiyata satmak ister. Öyle yüklü bir fiyat olunca
ben bu kitabı Maarif Nazırı Emrullah Bey’e götürmüştüm. O da
ilmiye encümenine havale etmişti tetkik için. İnceleyip on
lira teklif ettiler ben de sahibinin otuz lira istediğini
söyleyince kütüphane mi satıyorsun be adam deyip kitabı geri
verdiler. Yarın sahibine teslim edeceğim. İstersen vereyim
bir bakın işinize yararsa size satayım.
Ali Emîrî Efendi: Görmek isterim pek tabi! (Sahaf Burhan Bey
diğer kitaplardan ayrı bir yere koyduğu yıpranmış bir kitabı
Ali Emîrî Efendi’ye uzatır. Emîrî Efendi kitabı alır daha
kapağını açmadan heyecanlanmıştır. Kitaba bakmaya başlar).
Anlatıcı: Öyle bir heyecanla izler ki bu eseri, bir anda
dünyada ne varsa hepsinden uzaklaşır ve kitabıyla baş başa
kalır Ali Emîrî Efendi. Saatlerce inceler kitabı ve daha ilk
bakışta o kitabın çok değerli bir kitap olduğunu anlamıştır.
Ne var ki kitaba biçilen miktarı ödeyecek kadar parası da
yoktur cebinde. Değerli bir kitap olduğunu anlayıp da fiyat
yükseltmesin diye Burhan Bey’e hiç belli etmemeye çalışır
heyecanını.
Ali Emîrî Efendi: Ehhh! İdare eder sayfaları yıpranmış,
dağılmış, yazarı da Kaşgarlı bilmem kim, on lira olmasa da
on beş lira vereyim buna.
Sahaf Burhan Bey: Vallahi benim olsa çoktan sana teslim
etmiş idim Emîrî Efendi ama kitabın sahibi yaşlıca bir hanım
ve de kitabın ederini otuzdan aşağı olmaz dedi. Paşa
akrabasından zor günlerinde satarsın diye hediye edilmiş bir
kitapmış e kadının hâli de hal değil ihtiyacı da var paraya.
Ali Emîrî Efendi: Hımm! İş değişir o zaman eğer birine
yardım maksadı ile kitap bu fiyata satılığa çıkmışsa tamam
diyelim bizde hayra girelim değil mi Burhan Bey (Gülerler.)
(Ali Emîrî Efendi elini cebine atıp para çıkartır. Cebinde
on beş lira vardır. Burhan Bey’e uzatır. Burhan bey almaz
yüzüne bakar bir süre).
Sahaf Burhan Bey: Anlamadım Beyim bu nedir? Burada otuz lira
yoktur!
Ali Emîrî Efendi: Burada on beş lira var Burhan Efendi. Al
sen bu parayı geriye kalanını şimdi eve gider getiririm.
(Sahaf Burhan parayı alır. Ali Emîrî gidecek gibi olur
arkasını döner adım atmak ister ama atamaz. Birkaç defa
gitmeye niyetlenir ama sahafın başından ayrılamaz ve sahafın
önündeki yere çöküp oturur ve beklemeye başlar.)
Anlatıcı: Efendim Ali Emîrî gidecek gitmesine ama bir türlü
içi rahat etmez. Sahaf Burhan Bey pek tüccarca düşünen bir
yapıdadır. Ali Emîrî parayı bulup gelene kadar daha fazla
para veren birisini bulursa mutlak satar korkusuyla bir
türlü sahaf tezgâhının başından ayrılamaz. İçinden sürekli
Allah’a dua eder bir tanıdığa rastlamak ve geriye kalan
parayı ondan istemek için. Bir vakit sonra bir tanıdığa rast
gelir ve eksik kalan parayı ister. Tanıdık dost cebindeki
parayı verir ne var ki para yine eksik kalır. Arkadaşı eve
gidip paranın geriye kalan kısmını da getirir ve kitabı
alırlar.
Ali Emîrî Efendi: Al bakalım Burhan Efendi, bu da paranın
geriye kalan kısmı.
Sahaf Burhan Bey: Haydi, Allah bereket versin.
Ali Emîrî Efendi: Amin amin! (Ali Emîrî kitabı alıp bir iki
adım atar sonra durup Sahaf Burhan Bey’e tebessümle bakar.
Kitabı bağrına basmıştır. Sahafın peşine düşüp
vazgeçmesinden korkar ve dönüp üç lirada fazladan bırakır.)
Ali Emîrî Efendi: Al Burhan Efendi bu da senin payın, ne de
olsa senin bu alışverişte pek bir kârın olmamıştır şimdi.
(Burhan Bey parayı alır tebessüm eder Ali Emîrî Efendi de
manalı bir tebessüm fırlatıp süratle oradan ayrılır. )
Anlatıcı: Efendim Ali Emîrî Efendi kitabı aldı ve sahaf
Burhan Bey’in arkasından gelmesinden çekine çekine süratle
oradan uzaklaştı. Bu aldığı kitap o güne kadar gün ışığına
çıkmamış olan ve Kaşgarlı Mahmud tarafından kaleme alınmış
olan Dîvânu Lugâti’t Türk’ün bir kopyasıydı. Türk dünyasının
bu en değerli başyapıtlarından birisi olan esere kavuşmanın
mutluluğunu yaşayan Ali Emîrî Efendi bir süre kitaptan
kimseye bahsetmedi. Bir süre inceledikten sonra güvendiği
dostlarına kitabın bahsini açtı; ancak kimseye göstermedi.
Döneminin ilim adamları ricada bulunuyor, kitabı görmek
istiyorlardı. Ali Emîrî bir kez olsun bu değerli kitabı ne
kimseye gösterdi ne de verdi. Ali Emîrî bu eşsiz kitabın bir
an önce çoğaltılmasını kamuya kazandırılmasını çok istiyor
bir taraftan da kitabın başına bir hal gelir diye korkuyor,
çekiniyordu.
Öğr. Gör. SANİYE BULUT
Programının açış konuşmasını gazeteci-yazar Bedrettin
Keleştimur yapacaklardır. Kendilerini kürsüye davet
ediyorum. Buyurun Bedrettin Bey
BEDRETTİN KELEŞTİMUR
Sayın Belediye Başkanım, değerli kitap dostları…
Bugün Elazığ’da, belki bir ilke/ilklere daha imza atılıyor.
Yaptığı her faaliyetiyle farklı olmak, tarihe iz düşmek,
bütün bunlar, bu şehrin marifeti… Bu şehrin kurum ve
kuruluşlarıyla birlikteliği…
O birliktelik, Azerbaycan’dan, Ankara’dan, İstanbul’dan,
Diyarbakır’dan gelen ilim, mütefekkir insanlarımızla, sanat
ve edebiyat dostlarımızla daha anlamlı bir hale gelmektedir.
14-16 Mart tarihi, sadece üç güne sığdırılabilecek bir
faaliyet değil, bu şehrin tarihi yolculuğunda, gelecek
nesillere armağan edebileceği müstesna bir buluşma, edebi
şölen…
Dopdolu bir program dedik… Biraz sonra, Manas Yayınları
arasında yayınlanan eserlerin tanıtımı yapılacak… Ali Emîrî
Efendi ve kendilerinin Türkçemizin ölümsüz yazılı eseri
Dîvânu Lugâti’t Türk’ün asırlar sonra bizlere kazandırışının
hikâyesini sahneye uyarlayan M. Reşat Bulut ve arkadaşları
iki bölümden oluşan, “İstanbul’da Diyarbakırlı bir Âlim”
tiyatro eserinin birinci bölümünü izledik.
Buradaki konuşmamda, Manas Yayıncılık ile bugün ve yarın
devam edecek program hakkında kısa bir değerlendirme yapmak
istiyorum.
Manas Yayıncılık resmi olarak, 2006 yılının ilk haftasında,
Fırat Üniversitesi. Atatürk Kültür Merkezi’nde, açılış
töreni ile tarihi yolculuğuna başlıyordu… O tarihten, bugüne
kadar, 7 yıl içerisinde 60 eser kazandırdı… Eserler, büyük
bir itinayla seçilmiş… Bu şehrin tarihi, romanı, efsaneleri,
dili, kültürü, biyografisi, musikisi, abide şahsiyetleri,
şiiriyatı,“dünü bugüne, bugünü yarınlara taşıyan…” eserler
dizisi… Düşünebiliyor musunuz, “Doğu Anadolu’da, mütevazı
bir yayınevi” Belki çalışmaları tam anlamıyla profesyonel
ama taşıdığı ruh haliyle samimi, ihlaslı, fedakâr, vakıf bir
çalışma anlayışı hâkim…
İnancımız bizlere, “iki günü eşit olan zarardadır” diyor.
Geçen her takvim yaprağında, ‘izlerimiz olsun’ deriz.
Mevlana’nın sözüyle, “Dün dünle gitti cancağızım!/ Neler
söylemek gerekirse düne ait,/ Bugün yeni şeyler söylemek
lazım.”
Dünü, ziyan etmedik inşallah… “Vakti, nakit bildik” biraz
evvel de ifade ettiğim gibi 7 yıl içerisine, Manas
Yayıncılık olarak, 60’a yakın eser sığdırdık.
Bu şehre, bu şehrin insanına, her evimize, her ofisimize,
her okulumuza, Manas Yayıncılık olarak, müstesna bir
kütüphane kazandırmak…
Buradaki en büyük maksadımız nedir; Ali Emîrî Efendi’deki,
Ahmet Kabaklı Hocamızdaki, “Vakıf geleneğini” devam
ettirmek… Bu coğrafyanın insanını, ‘kendi değerleriyle’
buluşturmak
Manas Yayıncılık, kuruluşundan bugünlere kadar, şehrimiz ile
şehrin kurum ve kuruluşları ile ve özellikle de
üniversitemizle birlikte, ‘bir enstitü’ gibi, ‘bir sosyal
mühendislik kurumu’ gibi çalıştı…
Bu şehirde, proje yazılımından da ötede, sürekli üreten ve
bütün bunların ‘eylem planında uygulayıcısı’ olan Manas
Yayıncılık, hem Türkiye’de ve hem de kardeş Cumhuriyetlerde,
‘kardeş şehir’ projelerinin geliştirilmesinde de,
Valiliğimiz ile Belediyemiz ile birlikte örnek çalışmalar
yaptı…
Elazığ- Diyarbakır, Urfa, Malatya, Muş (Malazgirt), Tokat,
Tunceli (Pertek), Kütahya (Simav), Afyon (Sandıklı) gibi
şehir ve ilçelerimizde, Sosyal, Kültürel ve Ekonomik
İşbirliği projeleri ve çalışmalarının yapılmasında da aktif
roller üstlendi…
Bugün sizlerle birlikte paylaştığımız, bir önemli paydaş
haline getirdiğimiz ‘Kitap tanıtım günlerini’ profesyonel
bir anlayış ile şehrin önemli bir projesi olarak Doğu
Anadolu’dan Türkiye’ye taşımak istiyoruz…
Bu çalışmamızda öyle bir espri var ki, Diyarbakır’ın
yetiştirdiği mümtaz bir şahsiyet, ideal bir insan Ali Emîrî
Efendi vefatlarının 89. yılında, bugün burada birlikte
gerçekleştirdiğimiz bu müstesna programla her iki şehri,
Elazığ ve Diyarbakır’ı bir daha buluşturacak! Sadece iki
şehri değil, coğrafyayı ‘ilimde, irfanda, ortak ideallerde
buluşturan’ şahsiyetleri birlikte anmak… O değerlere
sahiplenmek… Her iki ilimizin benzerlikleri vardır; Bizler,
Elâzığ ve Diyarbakır’ı anlatırken; “enbiya’nın, evliya’nın,
âlimlerin, ariflerin, ulu zatların mekânı…” diye tarif
ederiz… Tarihin iki güzel gönül şehri, iki kadim şehrimiz;
Diyarbakır ve Elazığ… Sesiyle, sözüyle, sohbetiyle, bugün
burada olduğu gibi bundan sonra da ‘ilim ve irfan
meclislerinde’ buluşacaklar! Bizler gayet iyi biliyoruz ki,
her iki şehrimizde; Anadolu’ya, medeniyet coğrafyamıza
açılan iki önemli kapımızdır…
Türk şiirinin bu deha kalemi, Ali Emîrî Efendi’yi en
yakından tanıyan ve onu en iyi şekilde yorumlayan Yahya
Kemal’in, ‘Ali Emîrî’ için yazdığı gazel, bu ideal insanı,
onun hayatını tarife bedel…
“Muhtâç isen füyûzuna eslaf pendinin
Diz çök önünde şimdi Emîrî Efendi’nin
Âmid o şehr-i nûr öğünsün ile’l-ebed
Fazl-u faziletiyle bu necl-i bülendinin
Îklim-i Rûm’u gezdi otuz yıl taraf taraf
Bir maksadıyla tab’-ı nefâ’is pesendinin
Yekpâre nûr olan bu kütüphane-î nefis
Yekpâre servetiydi bu alemde kendinin
Ecdâd-ı pâkimiz gibi vakfetti millete
Hayrânı oldu halk eser-î bî-menendinin
Yâ Fahr-ı Kâinât sen iyfâ et ecrini
Dîvân-ı Kibriyâ’da bu şark encümendinin”
Ali Emîrî, Seyyit ve Şerif soyundan gelmektedir… Ehli
Beyttir!
Onlar, Anadolu coğrafyasının, “manevi zırhlarıdır” koruyucu
elbiseleridir…
Bu güzel insan, özenle yetiştirilir… Tabiatıyla
yetişmesinde, ailesinin rolü büyüktür. Okumak ve öğrenmek,
onun hayatıdır. Araştırıcılık vasfı çok yüksektir. Bir ömrü,
kitaba hasretmişler. Feyzullah Efendi Medresesi’nde bir
kütüphane kurmuş, o kütüphaneye kendi ismini değil, “Ben bu
kitapları milletim için topladım ve milletime vakfediyorum”
sözleriyle, bir bakıma vasiyetiyle de, kütüphanenin adını,
‘Millet Kütüphanesi’ koymuştur. Vefatlarına kadar da, bu
Kütüphane’nin müdürlüğünü yapmışlardır. Kendisini, ilme,
irfana ve milletin bekasına adayan bir soylu karakter…
“Ali Emîrî Efendi ” hayat hikâyesiyle, müstesna bir yere
sahiptir… Öyle bir hayat hikâyesi ki, kendilerini, bu
millete vakfetmişlerdir…
Ali Emîrî, memuriyet hayatında, Diyarbakır’dan Yemen’e;
Elâzığ’dan Halep’e; Erzurum’dan Yanya, İşkodra’ya kadar,
bihakkın görev yapmışlardır…
Gittiği her yerde, ‘tarihi eserleri’ incelemişler, tetkik
etmişler, kaybolmaktan kurtarmışlardır.
Ali Emîrî’nin ömrü, bu millete, ‘bir vefa’ ömrüdür!
Bu millete, ‘kendisini feda’ ömrüdür!
Bu millete, ‘tarihi bir misyon yükleme’ ömrüdür!
Onda, yüksek bir ilim, yüksek bir ahlak, yüksek bir moral,
milli değerleri koruyan bir eren vasfı vardır.
Bugünkü anma programı bizlere neleri çağrıştırıyor; Bir
defa, Ali Emîrî’nin ‘yaşadığı dönem’ Osmanlı’nın en
sıkıntılı, çalkantılı bir dönemidir…
O buhranlı dönemde, bir irade var; Ali Emîrî Efendi’de öyle
güçlü bir irade var ki, Nerede tarihi bir kaynak/ yazma eser
varsa, ‘oraya gitmek…’ O tarihi değerleri/ eserleri bir
araya getirmek…
Bu nedir? Asırları, ‘belli bir zaman dilimine’ taşımaktır.
Bir milleti, kendi değerleriyle buluşturmaktır.
Ali Emîrî’nin bu millete kazandırdığı, o muhteşem
Kütüphanede, ‘bir milletin hafızası…’ vardır!
O hatıraları, bugün Manas Yayıncılık olarak birlikte yad
etmek, maksadımız, en büyük emelimiz, o vefa yolculuğuna
aynı iradeyi göstererek devam etmektir. Bilge insanlar,
Ahmet Kabaklı Hocamızın ifadeleriyle “Alperen ruhlu”
insanlar bizlerin model alacağı, kendilerinden ilham alacağı
insanlardır…
Öğr. Gör. SANİYE BULUT
Bu güzel konuşmalarından dolayı gazeteci-yazar Bedrettin
Keleştimur’a teşekkür ediyoruz.
Saygıdeğer konuklar, Ali Emîrî Efendi’nin görevlerinden
birisi de Elazığ defterdarlığı görevidir. Onun bu görevi ve
görev yaptığı o devrin Elazığ’ı hakkında da
Araştırmacı-yazar Yurdal Demirel bizlere bilgi verecektir.
Kendilerini mikrofona davet ediyorum. Buyurun efendim.
YURDAL DEMİREL
Değerli hazirun, gönül dostu, gönül şehrimiz, komşu şehrimiz
Diyarbakır’dan şehrimize teşrif eden Diyarbakır’ın değerli
kalem erbabı, kültür adamları, Haydar Aliyev’in biz bir
millet iki devletiz dediği ve ikinci memleketimizin değerli
bilim adamlarından Prof. Dr. Paşa Kerimov ve Prof. Dr. Asif
Rüstemli hepinize hoş geldiniz diyerek sözlerime başlamak
istiyorum.
Aziz misafirler. Manas’tan “Ali Emîrî Efendi Anısına
Kitaplar” programı münasebetiyle “Ali Emîrî’nin Görev
Yaptığı Yıllarda Elazığ’da Kültürel Hareketler” başlıklı bir
konuşma hazırladım. Kıymetli şair, yazar ve sanatçılarımız
ile misafirlerimize saygıyla arz ediyorum.
Ali Emîrî Efendi, Elazığ’da iki defa bulundu. Bunlardan
birincisinde Abidin Paşa’nın Islahat Heyeti ile birlikte
geldi. Bu gelişi sırasında Islahat Heyeti’nde müsevvid
olarak görev yapmaktaydı. Heyet Elazığ’a 1878 yılının
Ramazan ayında gelmişti. Ali Emîrî Efendi, yaklaşık bir ay
boyunca burada kaldıktan sonra heyetle birlikte
çalışmalarına devam etmek için Sivas’a hareket etmiştir.
Emîrî’nin bu gelişi kırk gün sonra geri dönmek üzere
planlamışsa da Elâzığ’la başlayan bu ayrılış Diyarbakır’dan
yirmi sene sürecek nihai ayrılışın başlangıcı olmuştur.
Ali Emîrî Efendi’nin Elazığ’a ikinci gelişi ise birinci
gelişinden yaklaşık on dokuz yıl sonra 1897 yılında
olmuştur. Ali Emîrî Efendi bu defa defterdar olarak Elazığ’a
tayin olmuştur. Elazığ’a ikinci defa gelişi onun on dokuz
yıl sonra memleketi Diyarbakır’ı tekrar görmesine ve burada
15 gün kalmasına da vesile olmuştur. Bu on beş günlük süre
onun Diyarbakır’ı son görüşü de olmuştur. Ali Emîrî Efendi,
Elazığ’a ikinci gelişinde yaklaşık olarak üç aylık bir süre
göre yapmıştır. Ali Emîrî, Elazığ’a bu ikinci gelişinde
sadece defterdarlık görevinde bulunmamış yaklaşık 50 gün
devam eden bir Mamuretü’l Aziz Vilayeti valiliği vekaleti
görevinde de bulunmuştur. Elazığ’da beş ay gibi bir süre
görev yaptıktan sonra 1897 yılının son günlerinde Erzurum’a
defterdar olarak tayin olmuştur. Bizler burada Ali Emîrî’nin
Elazığ’a geldiği günlerde Elazığ’daki kültürel hareketlere
bir bakış yapacağız. Bir başka ifadeyle XIX. yüzyılın son
çeyreğinde Elazığ ve çevresinde kütüphaneler ve yayın
faaliyetlerine değineceğiz.
Kütüphaneler, bilginin paylaşılabilir özelliğinin sunulduğu
sosyal kurumlardır. Bu kurumlar özellikle İslami gelenekte
ve Türk-İslam kültüründe sadece bilginin paylaşıldığı
kurumlar olarak kalmamış ve eğitim-öğretim sistemi
içerisinde önemli bir kurum olma özelliği de taşımıştır.
Kütüphaneler nakli ve akli bilimlere yer veren önemli eğitim
kurumları olarak ön plana çıkmaktadır. Osmanlı’nın
kuruluştan itibaren başta padişahlar olmak üzere vezir-i
azamlar, padişah hanımları, şehzadeler, darü’s saade
ağaları, defterdarlar, şeyhülislamlar ve diğer devlet
görevlileri eğitim kurumları, ibadethaneler, külliyeler ve
bu kurumların içerisinde ya da bağımsız binalara sahip
kütüphaneler kurmuşlardır. Taşrada da başta devlet
görevlileri olmak üzere şehir ileri gelenleri, müderrisler
yaşadıkları yerlerde kütüphaneler açmışlardır. İncelediğimiz
dönemde Elazığ’da kurulan kütüphanelere baktığımız zaman
bunların genellikle cami, medrese, mektep ve dersane gibi
eğitim-öğretim kurumları içerisinde ya da bu kurumların
yakın çevrelerinde kurulmuş kütüphaneler olduklarını
görmekteyiz. Bu tür kütüphanelerin yanı sıra evler veya
konaklar başta olmak üzere odalar vs. yerlerde kişisel
amaçla kurulmuş kütüphanelerinde mevcut olduğu
bilinmektedir.
Ali Emîrî’nin Elazığ’a geldiği dönemde Elazığ’da müstakil
binası bulunan beş kütüphanenin olduğunu görmekteyiz.
Bunlardan üç tanesi Harput’un merkezinde biri Keban
ilçesinde biri de Ağın ilçesinde yer almaktaydı. Harput’ta
yer alan üç kütüphaneden biri sadrazam Yusuf Kamil Paşa,
diğer ikisi ise şehrin ileri gelen ailelerinden olan
Çötelizâdelerden Hacı Memi Ağa ve Hacı İbrahim Paşa
tarafından kurulmuştur. Bunlardan en çok kitabın mevcut
olduğu kütüphane Hacı Memi Ağa’nın kurduğu Kurşunlu
Kütüphanesi’ydi. Burada çoğu yazma eserlerden oluşan 1000
adet kitap mevcuttu. Yusuf Kâmil Paşa Kütüphanesi’nde
ortalama 500, İbrahim Paşa Kütüphanesi’nde ise 300 kitap
mevcuttu. Bunların yanı sıra Keban’da kurulan Yusuf Ziya
Paşa kütüphanesinde 350, Ağın’da kurulan Hacı Ali Paşa
kütüphanesinde de 185 kitap mevcuttu.
İshak Sunguroğlu Harput Yolları’nda adlı eserinde Harput
merkezinde 16 medrese kütüphanesinin bulunduğunu ve bunların
her birinde en az 300 ila 500 arasında kitabın mevcut
olduğunu kaydetmektedir. Genel toplamda ise medrese
kütüphaneleri ile müstakil kütüphanelerde toplam kitap
adedinin 10.000 e yakın olduğunu yazmaktadır.
Harput ve çevresi XIX. yüzyılın son çeyreğinde en canlı
dönemlerini yaşamaktaydı. Burada bulunan medreselerde görev
yapan müderrislerden bir kısmının evlerinde büyük
kütüphanelerinin olduğunu bilmekteyiz. Efendigiller,
Dellalzâdeler, Beyzâdegil, Sağır Müftügil, Kamilzâdeler,
Emin Hafızgil, Çemişgezeklizâdeler ve Kurra Hocazâdeler gibi
ulema ailelerin konaklarında ayrı ayrı hususi aile
kütüphaneleri mevcuttu. Bunların yanı sıra Hacı Mehmet
Efendi ve Kâtip Hoca gibi âlimlerin selamlıklarını baştan
başa kitaplarla dolu oldukları yazılı kaynaklarda mevcuttur.
İshak Sunguroğlu, bunlardan Hacı Mehmet Efendi’nin hususi
kütüphanesini şöyle anlatmaktadır.
“…..selâmlık dairesinin şahsına mahsus büyük odasındaki dört
taraflı ve tavanlara kadar uzanan camlı dolapların
içerisinde 1500 ilâ 2000 cilt arasında çok zengin bir
kütüphanesi varmış, bu kütüphane ölümünden sonra ailesi
tarafından konaklarının karşısındaki Zahriye Medresesi’nde
yeniden yaptırılan büyük bir kütüphaneye nakledilmek
suretiyle medreseye vakfedilmiş ve kütüphanenin
mutemetliğine de müsevvid Ahmet Efendi maaşla tayin
olunmuştur.”
Harput ve Mezire’de başta Amerikalılar olmak üzere
Fransızlar ve Almanlar birçok eğitim kurumu açarak burada
eğitim vermişlerdir. Yabancıların kurdukları kolejler büyük
eğitim kurumlarıydı. Bu kolejlerin kütüphaneleri de
bulunmaktaydı. Bu kütüphanelerde ise binlerce ciltten oluşan
eserler yer almaktaydı.
Anadolu’nun birçok bölgesinde olduğu gibi, Elazığ’da da
basın faaliyetleri XIX. yüzyılın sonlarından itibaren
başlamıştır. İncelediğimiz dönemde şimdiki Elâzığ sınırları
içerisinde üç adet matbaanın faaliyet gösterdiğini
görmekteyiz.
Bu matbaalardan ilki olan vilayet matbaası 1866 yılında Vali
Hacı İzzet Paşa zamanında Müzlef Efendizâde Rıza Efendi
tarafından kurulmuştur. Matbaanın kuruluş yılında ilk olarak
Harputlu Efendizâde Hacı Ömer Naimi Efendi’nin Manzume-i
Naima adlı eseri basılmıştır. 1870’li yılların başlarında
vilayet matbaası matbaa bir süre kapatılmıştır. Matbaanın
ikinci kez açılışı 1881 yılında Vali Abdullah Musip Paşa
zamanında olmuştur. Matbaanın ikinci açılışını Billozâde
Hacı Hurşit Efendi yapmıştır.
İncelediğimiz dönemde Elazığ’da bulunan ikinci matbaa ise
Amerikan Board misyonerlerinin Harput’ta bulunan eğitim
kurumlarında yayın ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla
kurdukları matbaadır. Bu matbaa ilk önce ek binada faaliyete
başlamıştır. Daha sonra uzunca bir müddet, kızların yurt
olarak kullandıkları bina, baskı odası olarak kullanılmış,
bilâhare matbaada basılan yayınlar zararlı görüldüğü için
faaliyetleri Osmanlı Devleti yetkililerince yasaklanmıştır.
İncelediğimiz dönemde Elazığ’da kurulan üçüncü matbaa o
yıllarda Palu’ya şimdilerde ise Kovancılar’a bağlı olan
Ekinözü (Habab) Köyü’ndeki Surp Asdvadzadzin Manastırı’nda
açılan matbaadır. Habab Manastırı’nda açılan matbaayı 1860
yılında Palu ve çevresine ruhani önder olarak tayin edilen
Rahip Mıgırdıç Dikranyan 1862 yılında kurmuştur.
Dikranyan’ın kurduğu matbaa dönemine göre ilkel bir
matbaaydı.
Mamuretü’l-Aziz Gazetesi, Elazığ’da yayın hayatına başlayan
ilk gazetedir. Gazetenin ilk sayısı 7 Ekim 1883 tarihinde
yayınlanmıştır. Gazete haftalık bir gazetedir. Devlet eliyle
basılan bu ve benzeri gazetelerin amacı, Mamuretü’l-Aziz
Gazetesi’nin ilk sayısında yayınlanan önsözde, gazetenin
çıkarılmasının, köylerde ve kasabalarda oturanların fikri
gelişmelerini sağlamak olduğu belirtilmiştir. Mamuretü’l-Aziz
Gazetesi, yayınlanmaya başlamasının diğer önemli bir sebebi
de çeşitli konulardaki devlet politikalarını halka iletmek
olmuştur. Mamuretü’l-Aziz Gazetesi, yarı resmi nitelik
taşıyan bir gazete olduğu için hükümetinde bir yayın organı
niteliğindedir. Mamuretü’l-Aziz Gazetesi, bilhassa bölgenin
yetiştirdiği ünlü şair Hacı Hayri Bey’in müdürlüğü ve
başmuharririliği zamanında bol bol edebî ve içtimaî
makalelerin, şiirlerin ve mizahî hikâyelerin yayınlandığı
bir gazete olmuştur.
Salname, bir senelik olayları topluca göstermek üzere tertip
olunmuş eserler için kullanılmış bir tabirdir ve Türkçeye
tazimattan sonra girmiştir. Farsça yıl demek olan “Sal” ile
“mektup, kitap” anlamına gelen “name” kelimelerinin
birleştirilmiş şekli olup, bu tabirin günümüzdeki karşılığı
“yıllık”tır. Osmanlı döneminde yayınlanan ilk salname, bu
alanda ilk olmasının yanında, en uzun ömürlüsü ve en
düzenlisi de olan “Salname-i Devlet-i Aliye-i Osmanî”dir.
Devlet salnamelerinin faydası görüldükten sonra, vilayet ve
nezaret salnameleri çıkarılmağa başlanmıştır. İlk Osmanlı
Vilâyet Salnâmesi 1283 H. (1866 M.) senesinde neşredilen
Bosna Vilayeti Salnamesi’dir. 1865- 1918 yılları arasında
527 adet vilayet salnâmesi neşrolunmuştur. Mamuretü’l Aziz
Vilâyet Salnâmesi’nin ilki, Vali Abdullah Musib Paşa
zamanında, 1881 (H.1298) yılında vilâyet matbaasında
bastırılarak yayınlanmıştır. İlk salnâme doksan beş sayfadan
meydana gelmekteydi. Bu salname Fırat Üniversitesi Tarih
Bölümü öğretim üyelerinden Prof. Dr. Erdal Açıkses ile Prof.
Dr. Rahmi Doğanay tarafından günümüz Türkçesine
çevrilmiştir. Tamamı Mamuretü’l Aziz vilâyet matbaasında
tabedilen “Mamuretü’l Aziz Vilayet Salnameleri”nin
yayınlanan toplam dokuz adedinden H. 1298 (1881), 1301
(1884), 1302 (1885), 1305 (1888), 1307 (1890), 1308 (1891),
1310 (1892), 1312 (1894) yıllarına ait olanları XIX.
yüzyılın son çeyreğinde yayınlanmıştır. Sadece 1325 (1907)
tarihli olanı XX. yüzyılda yayınlanmıştır. Konuşmamı burada
tamamlıyorum. Beni sabırla dinlediğiniz için hepinize çok
teşekkür ediyorum.
Öğr. Gör. SANİYE BULUT
Araştırmacı-yazar Yurdal Demirel’e teşekkür ediyoruz.
Milletlerin varlıklarını yücelterek devam ettiren, fikir ve
düşünce adamları vardır. Milletleri oluşturan fertlerin
örnek aldıkları bu önder ve örnek kişiler fikirleri ve
yaptıkları çalışmalarla mensup oldukları millete ufuk ve
hedef çizerler. Değerli konuklar, Ahmet Kabaklı da Anadolu
kültürünün yetiştirdiği böylesine önder ve örnek kişilerden
biridir. Kabaklı, mayasında var olan Harput kültürünü sevgi
ve hoşgörüyle besleyerek yakın tarihimize eserleri ve
yetiştirdiği değerlerle mührünü vurmuştur. Kabaklı Hoca’nın
kaleme aldığı eserlerinden birisi de Ejderha Taşı’dır. Onun
bu eserini “Harput Efsaneleri” adı altında Azerbaycan
Türkçesine Prof. Dr. Asif Rüstemli aktardı.1954 doğumlu olan
Prof. Dr. Asif Rustemli, 1982 yılında Bakü Devlet
Üniversitesi’nden mezun oldu. Halen Azerbaycan Milli İlimler
Akademisi Nizami Gencevî Edebiyat Enstitüsü’nde öğretim
üyesi olan Rüstemli, Azerbaycan Yazarlar Birliği üyesidir.
Sayın Rüstemli, çeşitli bilimsel çalışmaları olmakla
birlikte özellikle Cefer Cabbarlı üzerine yaptığı
çalışmalarla tanınan bir bilim adamıdır. Onun yayınlanmış
olan “Çırpınırdı Karadeniz” (1992), “Tufanlarda Geçmiş Ömür”
(1995), “Susmaz Duyguların Saltanatında” (2002), “Ebedi
İstiklalimiz” (2004), “Cafer Cabbarlı: Hayatı ve Ortamı”
(2009) ve “Mütercim Cafer Cabbarlı” (2011) gibi eserleri,
20. yüzyıl Azerbaycan edebiyatının çeşitli sorunlarına
adanmış değerli bilimsel çalışmalardır. 200’den fazla
bilimsel, sosyal makalenin yazarıdır. Bu makalelerin
bazıları Türkiye’de çıkan “Erciyes”, “Kümbet” ve “Akpınar”
dergilerinde de yayınlandı. Ayrıca 2010 yılında Elazığlı
şairlerin şiirlerini konu alan “Elazığ Çelengi” ve şimdi
sizlere tanıtımını yapacağı Ahmet Kabaklı’nın “Harput
Efsaneleri” adlı kitabıyla Elazığlıların gönlünü kazandı.
Kendilerini kürsüye davet ediyorum. Buyurun Sayın Hocam.
Prof Dr ASİF RÜSTEMLİ
Aziz dostlar akşamınız hayırlı olsun beni bu kürsüye davet
eden Hanım hakkımda öyle güzel konuştu ki doğrusunu söylemem
gerekirse kendi özümü tanıyamadım.
Bugünlerde kendimi o kadar hoş bahtlı görüyorum ki sizinle
bir aradayım Ali Emîrî Efendi’nin bu bayramına iştirak
ediyorum ve hesap ediyorum ki Ali Emîrî Efendi için
düzenlenmiş bu tedbir, bu bayram, bu program aslında
kitapseverlerin bayramıdır. Kitaba kıymet verenlerin
bayramıdır. Bu bakımdan son derece kıymetli ve değerlidir.
Biraz önce burada son derece güzel bir tiyatro tamaşasına
baktık. Orada canlandırıldı ki Ali Emîrî Efendi Mahmut
Kaşgari’nin Dîvânu Lugâti’t Türk adlı eserini nasıl bulmuş,
nasıl elde etmiş. Aslında ilk bakışta bu durumu sıradan bir
hadiseymiş gibi anlıyoruz. Farzedelim ki o devirde Ziya
Gölalp de tapabilirdi. Kilisli Mualim Rıfat da elde
edebilirdi. Yüzlerce binlerce kitabı seven insanın eline
geçebilirdi. Onlarda o kitabın değerini ve kıymetini
bilebilirdi. Ali Emîrî Efendi’nin eline geçmesi ve ona
yüksek bir ücret vererek alması hesap ediyorum ki büyük bir
hadise değildir. Fevkalede bir hadise değildir. O devrin her
Türk insanı o kitabı elde edebilirdi. Ali Emîrî Efendi’nin
diğerlerinden farkı nedir. Önce anlatıldığı gibi kitap
Muarif Nazırlığı’na gönderilir bu nazırlıkta kurulan
komisiyon kitaba 10 lira ayırır yani Osmanlı İmparatorluğu
gibi büyük bir devletin Muarif Nazırlığı’nın değerlendirme
kurulu 10 lira değer biçip almak istemezken Ali Emîrî
kitabın kıymetinin çok yüksek olduğunu bilmiştir. O
bilmiştir ki bu kitabın kıymeti paha biçilmezdir. Bu çok
önemli bir kitabdır. Ali Emîrî’nin farklılığı değeri
değersizliğini bilmesindedir. Ali Emîrî, Maarif Nazılığı’nın
çalışanlarından farkı burasındadır. Azerbaycan’da söylenen
bir deyim vardır. Derler ki zer kadrini zergel bilir yani
zergel bilirki zerin kadrin ederi.
Ali Emîrî Efendi’nin bugün bizlere takdim ettiği Türk
dünyasının kadim devirlerini özünde aks ettiren bir sözlük
ansiklopedisi olan Dîvânu Lugâti’t Türk benim kanaatime göre
o devirde yazılan eserlerin en kapsamlısıdır. Kitab-ı Dede
Korkut, Manas, Kutatgu Bilig, adlı eserleri vurgulamak
istiyorum bu kitapların her biri Türk dünyasının bir dil
grubuna aittir. Oğuz grubuna ait olan kitap da var Karluk’a
da ait olan var Kıpçak grubuna ait kitap da var. Ancak Ali
Emîrî Efendi’nin Türk dünyasına takdim ettiği Dîvânu
Lugâti’t Türk ise bir Türkçe sözlük ansiklopedi olmasından
öte bütün Türk dünyasının söz varlığını özünde aksettiren
muhteşem bir eserdir ve böylesine kıymetli kitabın değeri
gerçektende paha biçilmez bir fiyat olması gerekir. Bir
önemli hususu ifade etmek istiyorum Ali Emîrî Efendi’nin
ömrünü, dünyasını değiştirdiği tarihte Ahmet Kabaklı dünyaya
geldi. Yani 1924 yılında burada tesadüfün dışında ilahi bir
durumda söz konusudur. Yani o kitaba sevgi hattı manevi
dünyamıza gelen zenginlik devam ediyor. Çok doğru buyurdular
Ahmet Kabaklı hocamız sadece Türkiye’de değil Türk
Dünyasında da sevilen bir insandır. Çeşitli zamanlarda
Azerbaycan’a geldiğinde biz onun Azerbaycan Devlet
Radyolarında yaptığı konuşmaları dinlerdik.
Efendim sizlere Ahmet Kabaklı’nın Harput Efsaneleri kitabını
takdim etmek istiyorum. Kim bu kitabla tanış olup okumak
isterse biz kitapları Şener Bulut Beye takdim edeceğiz
sizler bu kitabı öz dilinizle Ejderha Taşı adıyla
okumuştunuz. Harput Efsaneleri Azerbaycan Türkçesi içinde
evezsiz bir kitabtır. Bu kitap manevi saflığını paklığını
temizliğini özünde aksettiren kitaptır. Bu çocukluk alemine
hayali seyahatin güzel bir örneğidir. Kitabın değeri ve
güzelliği geçmişe atababaların ruhuna onların söylediği
hikayelere efsanelere ihtiram vardır. Ben şu hususu ifade
etmek istiyorum ki gelecekte Ahmet Kabaklı’nın beş ciltlik
Edebiyat Tarihi Azerbaycan’da Ali Mekteplerde Türkiye
Türkçesiyle öğrenilir. Ancak biz bu eseri Azerbaycan
Türkçesine hazırlayarak Azerbaycan halkı daha kolay olarak
faydalansın istiyoruz. Beni dikkatle dinlediğiniz için çok
teşekkür ediyorum.
Öğr. Gör. SANİYE BULUT
Sayın hocamıza çok teşekkür ediyoruz. “Harputlu Dîvân
Şâirleri” adlı eserin yazarı Dr. M. Naci Onur, 1944 yılında
Elazığ da dünyaya geldi. 1968 yılında Erzurum Atatürk
Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünü bitirdi. Uzun
yıllar Fırat Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili
ve Edebiyatı öğretim üyeliği görevinde bulundu. 2002 Ocak
ayında kendi isteğiyle emekli oldu.
1977’den bu yana kendi dalında çalışma ve incelemelerde
bulunan Dr. M. Naci Onur, 1986’da Akşemseddin-Zâde Hamdullah
Hamdi’nin Yusuf ve Züleyha Mesnevisi’nden Seçmeler, 1988’de
Harputlu Divan Şairleri, 1991’de Hamdi’ nin Yusuf u
Züleyhası’nın tam metni, 1996’da Harputlu Rahmi Divanı,
2004’te Harputlu Şair Hacı Hayri Bey, 2007’de Harputlu Şair
Mustafa Sabri Efendi, 2010’da Elazığlı Güftekarlar, 2012’de
“Yazı Hayatının 66. Yılında Şükrü Kacar” isimli eserlerini
yayınladı. Çok sayıda bilimsel makalesi yayınlanan
araştırmacı, emekli öğretim üyesi M. Naci Onur’u yazmış
olduğu “Harputlu Dîvân Şâirleri” adlı eserini Ali Emîrî
Efendi’nin aziz hatırasına ithaf etti. Eserini tanıtmak
üzere kendilerini mikrofona davet ediyorum.
Dr. M. NACİ ONUR
Sayın Belediye Başkanım çok değerli gerek Elazığ’ın dışında
gerekse Azerbaycan’dan buraya teşrif eden değerli
misafirlerimiz çok değerli hanımefendiler, beyefendiler.
Türk edebiyatında özellikle Divan tarzı şiirlerin husule
geldiği 1300’lü yıllarda saray edebiyatı diye başlayan
klasik edebiyat ismini verdiğimiz Divan edebiyatı diye
tanımladığımız bu edebiyat tarzı, aruz vezni ile yazılan
şiirlerin tamamına vermiş olduğumuz bir isimdir. Dolasıyla
600 yıl gibi bir süre Osmanlı İmparatorluğu sınırları
içerisinde neşv ü nema bulan ve Arabistan’dan, İran’a,
İran’dan da Osmanlı İmparatorluğuna geçen ve 600 yıl gibi
bir süre devam eden, bu tarzda şiirler vücuda getiren
şairlerin tamamının sadece İstanbul’da olduğunu söylemek
yanlış olur. Çünkü İstanbul bir payitahttır, bir başkenttir,
onun hem doğusu var, hem batısı var. Doğusundaki tarza biz
Divan edebiyatının doğu yakası diğerine de batı yakası
dersek doğru bir teşhiste bulunmuş oluruz. Böylece biz bu
Divan edebiyatı tarzının Harput’taki intişarına bir göz
atacak olursak, orada yaşayan Harput’ta neşv ü nema bulan,
yetişen gelişen insanların çok fazla olduğunu da
söyleyebiliriz. Çünkü benim araştırmalarıma göre 47 tane
Divan tarzında şiir yazan şahsiyete tesadüf ettim, bunları
derledim topladım, bir eser meydana getirdim. Gerek
Harput’ta ölmüş orada defnedilmiş olan şahsiyetler, gerekse
Harput’un dışında Harputlu olarak şiir yazan şahsiyetler,
yani Divan tarzında şiir yazan şahsiyetler veya başka
yerlerde metfun olanların sedasını, sesini yükseltip onların
ruhunu şad etmek maksadıyla böyle bir eser vücuda getirmeyi
yeğledim. İstedim ki Harput’un yel boğazından aşağıya doğru
bu seda yükselsin, Elazığ’a doğru bir rüzgâr essin. Bu
rüzgârın içerisinde bu şahsiyetlerin şiirlerinin seslerini
duyalım. Ben bunu arzu ettim ve yıllarca da bu şekilde bu
hevesle ve arzu ile araştırmalarım oldu. İlk şairi biz 1563
Yılında doğan Hasan Burhanettin-i Cihangiri diye biliyoruz.
Bu şahsiyet Harputlu.
Böylece, bazı şahsiyetlerle ilgili kısa kısa bilgiler vermek
istiyorum.
1563 yılında doğan Hasan Burhanettin-i Cihangiri’nin
şiirlerinden şöyle iki beyit vereyim.
“Tabibim güzelim gel insaf eyle
Bugün yaralıyım yar neme gerek
Anınçün dünyada rağbet kalmadı
Her erişen der ki yar neme gerek”
Eski Kültür Bakanı tarihçi ve Harput tarihi üzerine bir
eseri olan rahmetli Nurettin Ardıçoğlu’nun tavsiye
teşvikiyle Harputlu Rahmi üzerinde çalıştım. 1996 yılında
1802 doğumlu bu şahsiyetin Divanı ortaya çıktı ve
yayınladık. Şiirinden şu örneği verebilirim.
“Gelmişdi bu şeb bezme hıram eyledi gitdi
Aşıklarına habı haram eyledi gitdi
Ey dil sana ısmarladılar mihr-i vefayı
Mecnunla Leyla da selam eyledi gitdi
Mihrab edüp ebrularını cami-i hüsne
Rahmiyi o mihraba imam eyledi gitdi”
Harput’un Türkiye’de ün yapmış şairlerinden biri de Hacı
Hayri Bey’dir. Bu şahsiyet üzerinde çalışmayı bana teklif
eden rahmetli Prof. Dr. Mustafa Temizer olmuştur. 2004
yılında bastırdığım bu eser içinde yer alan bestelenmiş ve
sizlerce de bilinen şiirini takdim etmek istiyorum.
“Sinemde bir tutuşmuş yanmış ocağ olaydı
Zülfün karanlığında bezme çerağ olaydı
Deşt-i cünun içinde gezmezdi böyle gönlüm
Giysuların kemendi boynumda bağ olaydı
Terk-i cünun ederdi Leyla gamıyla Mecnun
Bir gün yüzün göreydi alemde sağ olaydı
Gülşen-seray-ı hüsnün bir ah ile yıkardım
Kanun-ı aşk içinde cüz’i mesağ olaydı
Efsaneler yazardım sevda-yı aşka dair
Gamdan dilimde Hayri hal-i ferağ olaydı”
Hacı Hayri’nin asırdaşı ve Diyarbakır’da Jandarma Subayı
olan Çeribaşı- zade Asım Efendi, 1858 doğumlu olup
Diyarbakır’da medfundur. Harputlu bu şair de şu iki beytinde
şöyle diyor.
“Söyle kurban ey saba ol yâre sarhoş bakmasın
Tek kılsın canımı ateşlere çok yakmasın
Hayli demdir ben anın metfunuyum rahmeylesin
Asım-ı bi-çareyi mahzun edip ağlatmasın”
Türkiye Büyük Millet Meclisinin birici Meclisinde mebusluk
yapan 1862 doğumlu Nüzhet Dede ismiyle anılan şahsiyetin de
“sarhoş” isimli bir şiiri var. Bu şiir de kitabımızda yer
aldı. Bir kaç beytine bakalım.
“Zerrat-ı cihan birbirine aşık ü ma’şuk
Zerratı değil Kafı da Ankası da sarhoş
Kadıları vaizleri müftileri hayran
Seccade vü teşbihi de fetvası da sarhoş
Yanıp yakılıp durma hararetle şarab iç
Madem ki Peygamber ü Mevlası da sarhoş”
Bu manzume, İlahi manada söylenen bir şiirdir.
2007 yılında yayınladığımız Harputlu şair Mustafa Sabri
Efendi de 1870 yılında doğmuştur. Bu kişi de oldukça
kuvvetli bir şairdir. Bestelenen müstezatı hâlâ
söylenmektedir.
“Ey dil ne durursun demidir başla figane
Kar yağdı çemene”
diye başlayan müstezattır.
Yine 1915 yılında doğan Fikret Memişoğlu hocamız, kendisi
avukat olmasına rağmen forklorik hadiselere metfun bir kişi
olarak büyük eserler meydana getirdi. Harput Ahengi gibi
Harput Divanı gibi eserler meydana getirdi. İstanbul’da son
zamanlarda hasta iken Gureba Hastanesi’nde kendisini ziyaret
eden Bedri Çarsancaklı’ya irticalen söylemiş olduğu şiir de
şu şekilde.
“İstanbul’a bi-çare gelen ehl-i recayız
Ya Rabbi meded biz dahi muhtac-ı şifayız
Dostane bakışlar sıladan verse de müjde
Hastahanenin ismine şayan Gurebayız”
2010 yılında kaybettiğimiz kuvvetli şairlerimizden
Hüsamettin Septioğlu da güzel şiirinin bir yerinde şöyle
diyor.
“Güzel seni kimden görüp sorayım
Zülfüne ben bağlanıp da kalayım
Suçum nedir söyle cezam çekeyim
Suçlu isem zülfün ile as beni”
Hafız Adullah Nazırlı halen hayatta olan hocamız bir
şiirinde de şöyle diyor.
“Alem bilir alemlere sultansın efendim
Tüm aleme sen rahmet-i rahmansın efendim
Hak eyledi davet seni ta arşa çıkardı
Miraç ile sen Rabbine mihmansın efendim
Ver payına yüzler süre bu Hafız-ı kemter
Haktan bize Peygamber-i zişansın efendim.”
1988 yılında 10 Divan şairini bir araya getirmek suretiyle
Harputlu Divan Şairleri ismiyle bir eser yayınlamıştım,
ancak bu eserin kifayetsizliğini fark ettim ve daha sonraki
yıllarda giderek, 1988 ‘den sonra 47 divan şairini buldum.
Bunları bir araya getirdim, onları bir araya getirirken
onların kişiliklerini, edebi şahsiyetlerini daha sonra da
şiirlerinden seçmeler yapmak suretiyle Harputlu Divan
Şairleri’nin genişletilmiş ikinci baskısını yapma şerefine
nail oldum. Bu imkânı bize tanıyan Manas Yayıncılığa ve
koordinatörü M. Şener Bulut’a son derece müteşekkirim.
Ayrıca 438 sayfayı bulan bu eser, bir önsöz ile başlamakta
daha sonra bir sunuş bölümü var ve sonra da şiirlere
girilmektedir. Şairleri de şu şekilde düzenledik ve tanzim
ettik. Önce hangi şair daha eski bir tarihte doğmuş ise, onu
birinci sıraya aldık. En genç şairi de en sona almak
suretiyle böyle bir sıralama yaptık. Eserin sonuna da kaynak
ve notlar diye bir bahis ilave ettik. Bu eserin ileride bu
sahada bu mevzuda çalışacaklar için son derece faydalı
olabileceğini tahmin etmekteyim. En azından sükût içerisinde
bulunan bu şairlerin seslerini sizlere duyurmak da bana
nasip oldu. Bu bakımdan son derece mutluyum, beni
dinlediğiniz için sizlere teşekkür ediyor ve saygılar
sunuyorum.
Öğr. Gör. SANİYE BULUT
Kıymetli hocamızDr. M. Naci Onur’a teşekkür ediyoruz.
“Harput Ağzı” adlı kitabın yazarı Doç. Dr. Zülfi Güler 1944
yılında Elazığ’da dünyaya geldi. Atatürk Üniversitesi
Edebiyat Fakültesi’nden mezun oldu.1992- 2011 yılları
arasında Elâzığ Fırat Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı
Bölümü’nde öğretim üyesi olarak çalıştı. Halen Karamanoğlu
Mehmet Bey Üniversitesi’nde öğretim üyesi olarak görev
yapmaktadır.
“Harput Ağzı” isimli eseri Harput ve yöresinde konuşulan
Türkçenin özelliklerini ve Harput folklorunu tanıtan bir
eserdir. Mahalli konularda ve asıl bilim dalı olan “Eski
Türk Edebiyatı” sahasında makalelerinden başka “Divan
Şiirinde Peygamber Hikâyeleri” ve “Divan Şiirinde Ab-ı
Hayat” isimli kitapları olan Doç. Dr. Zülfü Güler’i kitabını
tanıtmak üzere mikrofona davet ediyorum.
Doç. Dr. ZÜLFİ GÜLER
Aziz misafirler değerli dinleyiciler Harput ağzı bundan 21
yıl önce ilk baskısı yapılan bir kitap ikinci baskısı da
biraz ilaveli olarak bu yıl Manas Yayıncılık tarafından
yazıldı. Harput Ağzı 4 bölümden meydana gelen bir kitaptır.
Giriş bölümünde dil ve ağız konularında bahsettik dil nedir.
Ağız nedir Harput Ağzının kapsamı nedir tarihi nedir kısaca
bunlara deyindik. İkinci bölümde Harput ağzının
özelliklerini ve örneklerini vererek onlar üzerinde
incelemeler yaptık. Bu inceleme gramer yönünden değil de ses
özellikleri bakımındandır. Harput Ağzında kullanılan
kelimeler üzerinde ses değişiklikleri konusuna deyindik.
Söyleniş özelliklerinden telaffuzlarından bahsettik. Yerine
göre transkripsiyon işaretleri de kullandık geniş bir
inceleme olduğunu sanıyorum. Bazı menşe araştırmaları da
yaptık deminden beri bahsedilen Dîvânu Lugâti’t Türk’te
Harput ağzında kullanılan kelimeleri de arayarak onlarla
müşterikliklerini de Eski Türkçeyle Harput ağzındaki
kelimelerin müşterkliklerini de tespite çalıştık. Üçüncü
bölüm metinler bölümüdür. Metinler bölümü bir masal ile
başlıyor Harput ağzında matal denildiğini biliyorsunuz.
Matal Perçençli Hayriye Hanım tarafından anlatılmıştır.
Ondan sonra türkülerden seçmeler, Harput türkülerinden
seçmeler vardır. Ondan sonra maniler vardır. Harput manileri
daha sonra Harput ağzında söylenen dualar beddualar,
atasözleri ve deyimler kısmı vardır. Bunlarda Harput
ağzındaki söyleniş biçimleriyle telaffuzlarıyla tespit
edilmiş atasözlerinin dışındaki deyimlerin anlamları ne
şekilde kullanıldıkları da izah edilmiştir. Dördüncü ve son
bölüm sözlüktür. Geniş bir sözlük eklediğimi sanıyorum.
Harput ağzında kullanılan forklorik kelimelerin
telaffuzlarıyla, telaffuz edilişleriyle birlikte anlamları
hem genel sözlükteki anlamları hem Harput ağzında genel
kullanılış dışında kazandıkları anlamlar. Mecaz anlamları da
dahil tespit edebildiğim kadarıyla geniş bir sözlük ekledim.
Her Elazığlının okumasını istediğim ve bu ümitle meydana
getirdiğim bir kitaptır. Manas Yayıncılık da teklif ettiği
zaman sevinerek kabul ettim ve ikinci baskısının yapılmasını
istedim. Okumanızı ve Harput ağzını hiç olmazsa yaşatmaya
çalışmanızı kültürü ile birlikte bu ağzın meydana getirdiği
forklor eserleri ile birlikte yaşatmanızı ümit ediyorum
saygılar sunarım.
Öğr. Gör. SANİYE BULUT
Doç. Dr. Zülfi Güler’e teşekkür ediyoruz.
Diyarbakır müzik ve folklorunu araştıran Vedat Güldoğan 1950
yılında Diyarbakır’da dünyaya geldi. Elazığ Devlet Mimarlık
Mühendislik Akademisi’ni bitirdi. 1974 yılında onsekiz sayı
devam eden aylık “Büyük Çağrı” dergisini yayınlamaya
başladı.1979 yılında bir grup arkadaşıyla birlikte “Kon”
isimli dergiyi çıkardı. Halen İzmir ‘de ikamet etmekte olan
Vedat Güldoğan, 20 yılı aşkın süredir Doğu ve Güneydoğu
Anadolu’nun Sosyo-Kültürel yapısıyla ilgili araştırmalar
yapmaktadır. Çeşitli gazete ve dergilerde makale ve
araştırmaları yayınlanan Vedat Güldoğan’ın 20 yılı aşkın bir
sürede hazırlanan ve 3 kitaptan oluşan “Diyarbakır Tarihi,
Diyarbakır Kültürü, Diyarbakır Müziği ve Folkloru” isimli üç
kitabı bulunmaktadır. Kendilerini Ali Emîrî Efendi’ye ithaf
Ettikleri “Diyarbakır Müziği ve Folkloru” adlı eserin
tanıtımı için mikrofona davet ediyorum.
VEDAT GÜLDOĞAN
Sayın Belediye Başkanım, saygıdeğer hocalarım, kıymetli
hemşerilerim, sözlerime başlamadan önce sizleri saygıyla,
sevgiyle selamlıyorum. Bahsedilen üç kitabım, 1991 yılında
başladığım ve sürdürdüğüm araştırmaların ürünüdür. Birinci
kitap, 460 sayfa olup tamamen Diyarbakır’ın tarihiyle
ilgilidir. İkinci kitap, Diyarbakır’ın kültürüyle ilgilidir.
Kitabın içerisinde Diyarbakır’ın folklorik ve kültürel
yapısıyla alakalı ne ararsanız mevcuttur. Diyarbakır Ağzı,
bugün unutulmuş tamamen Türkçe olan; ancak günümüzde
konuşulmayan Diyarbakır’da geçmiş dönemde yakın zaman
içerisinde büyüklerimizin konuştuğu kelimelerden oluşuyor.
Yaklaşık üç yüze yakın kelimeyi kapı kapı gezerek derledim.
Bu arada burçlarımızı, 5500 metre uzunluğundaki surlarımızı,
surların üzerindeki kitabelerin tercümelerini yaptım.
Velhasıl çok geniş bir çalışma ile eseri oluşturdum. Asıl
önemlisi ben bu çalışmaları yaparken beni teşvik edenin
Diyarbakırlı rahmetli Şevket Beysanoğlu olduğunu ifade
edeyim. Kendilerini sizlerin huzurlarında saygıyla anıyorum.
Çalışmamı çok zor şartlarda gerçekleştirdiğimi
söyleyebilirim.
Diyarbakır’ın folklor ve musikisiyle alakalı derin yapısını
incelerken Ali Emîrî Efendi karşımıza çıktı. Kendisinin
Diyarbakır’daki şairlerden, edebiyatçılardan,
Diyarbakır’daki mezar taşlarını tespit edip onların
biyografilerini çıkardığını biliyoruz. Mesela Şeyhü’l İslam
Esat Efendi’nin Atrabü’l Asar fi Marifetü’l Edvar isimli bir
eserinde tüm Osmanlı coğrafyasını araştırarak bu coğrafyada
üstad mertebesine gelmiş bestekâr ve güftekârları tespit
ediyor. Bu sayı 98 kişiden oluşuyor. Bu bestekâr ve
güftekârların 54’ü İstanbullu; 4’ü Edirneli, 2’si Bursalı,
biri Mardinli, Diyarbakır’dan 8 kişi yani İstanbul’dan sonra
8 büyük insan da Diyarbakırlı… Bu bizim için bir gurur
meselesidir. Bunların eserlerini mecmualarda bulduk. 9
tanesinin notasını bulduk. Şimdi o notaların üzerinde
çalışmalar yapılıyor. İlk defa okunacak bu eserler Şahla
Mustafa Çelebi’nin, Seyit Nuh ve Yahya Çelebi gibi bestekâr
ve güftekârların eviç makamında, İsfehan makamında, Nişabur
makamında ve bunlar gibi birçok makamda besteledikleri
eserlerdir ve bugün maalesef unutulmuş durumdadır. Yine bu
çalışmaları yaparken eserlerin hikâyelerini derlemeye
çalıştım. Otuzun üzerinde türkülerimizin otantik
hikâyelerini yaşayanlardan derledik. 500’ün üzerinde türkü,
100’e yakın uzun hava notasız TRT’nin repertuarından.
Diyarbakır musikisi olarak 180 eser var. Benim hazırladığım
kitapta 600 tane eser var. Eserlerin, hikâyeleri, kaynak
kişileri mevcut… Ben bu derlemeleri yaparken kamerayla
tespit ettim; derlemeleri okuttum. Makamlarını, usullerini
hepsini tespit ettim. Yine sözleri ve bestesi Diyarbakırlı
şair ve bestekârlara ait olan klasik Türk sanat müziği
eserlerini notalarıyla kitabımıza aldık.
Diyarbakır musikisi bir saray musikisidir. Harput musikisi
gibi eşlik çalgıları da tamamen klasiktir. Diyarbakır’da
önce Türk sanat müziği icra edilir. Beş altı eser okunur
akabinde mahalli eserlere Diyarbakır divanıyla girilir.
Harput ile aynıdır. Urfa’da nasıl ki bir “Sıra Gecesi”,
Elazığ’da “Kürsübaşı” varsa Diyarbakır’da da “Velime Gecesi”
vardır. Bu üçünün de temeli aynıdır. Bugüne kadar Harput
Kürsübaşı, Urfa Sıra Gecesi çok güzel tanıtıldı. Ancak bizim
Diyarbakır’da maalesef “Velime Gecesi nedir?” diye sorarlar.
“Velime Gecesi” hep unutulmuş hep üstü kapatılmış. Ben bu
adın kullanılmamasını kasta bağlıyorum. Kasıtlı yapılmış,
biz bunların hepsini gün ışığına çıkardık. Geçen sene, üç
buçuk saatlik bir canlı yayını TRT aracılığı ile Velime
Gecesi olarak tertipledik. Ekiplerimiz kuruldu. Türk sanat
müziği ve Türk halk müziği formunda hiç okunmamış
eserlerimizi Diyarbakırlı sanatçı arkadaşlarımız yavaş yavaş
icra etmeye başladılar.
Ben, çok heyecanlıyım; çünkü bu feyzimi Elazığ’da okurken
aldım. Paşa Demirbağ ve rahmetli Enver Demirbağ ile 30
yıllık bir dostluğum var. Şu anda da Enver Demirbağ’ın
hayatını yazıyorum tahminen bir, bir buçuk ay sonra bitecek.
Benim bu çalışmamda Elazığ’dan aldığım feyz çok önemli onun
için de burada olmaktan çok mutluyum.
Teşekkür ediyorum saygılar sunuyorum.
Öğr. Gör. SANİYE BULUT
Araştırmacı yazar Vedat Güldoğan Bey’e teşekkür ediyoruz.
Ali Emîrî Efendi’nin aziz hatırasına ithaf edilen “Kurbağa
Avcıları” adlı öykü ve “Bin Beyaz Karanfil” adlı şiir
kitaplarının yazarı Şemsettin Ünlü, 1928 yılında Harput’ta
dünyaya geldi.
1948 yılında Harp Okulu’ndan mezun olan Şemsettin Ünlü,
yurdun birçok yerlerinde, kıta ve karargâh görevlerinde
bulundu. Şemsettin Ünlü’nün ilk şiiri, 1951 Varlık Şiir
Yıllığı’nda yayımlandı. Varlık, Türk Dili, Ufuklar, Yeni
Ufuklar, İmece, İstanbul, Adam Sanat, Çadaş Türk Dili,
sonraki yıllarda Ünlü’nün şiirlerini, yazılarını,
denemelerini yayımlayan başlıca dergiler oldu. “Durur Bakar
İbrahim”, “Dirlik Düzenlik Türküleri” adlarında iki şiir
kitabı olan Ünlü’nün , “Yukarışehir”, “Toprak Kurşun
Geçirmez”, “Yüz Uzun Yıl”, “İsmet Paşa’nın Ağır Topları”
adlı romanlarının yanı sıra, “Büyülü Değirmen” adlı bir
masal kitabı vardır. “Eksi Beş Kelaynak”, “Romanların
Dünyası” deneme kitaplarının da yazarı olan Şemsettin Ünlü
de “Kurbağa Avcıları” ve “Bin Beyaz Karanfil” adlı
eserlerini, Ali Emîrî Efendi’nin aziz hatırasına ithaf etti.
Şimdi kitaplarını tanıtmak üzere kendisini mikrofona davet
ediyorum.
ŞEMSETTİN ÜNLÜ
Sayın Başkanım, sayın katılımcılar, hepinize saygılarımı
sunuyorum.
Burada, uzun yıllardır hep uzağında kaldığım, doğup
büyüdüğüm, çok sevdiğim bu şehirde, sizlerin arasında,
olmaktan duyduğum heyecanı ifade etmek isterim.
Kitaplarımı tanıtmak üzere buradayım. Ama, yazarın kendi
kitabını tanıtması biraz zor… Konuya nasıl yaklaşılacağı
nelerin anlatılması gerektiği kolay kestirilebilir bir konu
değil. Yazar ne diyecekse onları kitabında diyebilmiş
olmalıdır. Ancak, kitap okunduğunda, okuyanın kendi
yorumları ile yeniden yapılandırıldığında daha bir
tanımlanmış, benimsenmiş olur. Çünkü, yazarın kendisi,
gördükleri, denedikleri yanında, özellikle okuduklarıyla
yazardır. İnsan, okumuyorsa, yaptıklarında da, yazdıklarında
da birikimlerinden gereği gibi yararlanamaz.
Melih Cevdet Anday’ın, denemelerini, şiirlerini övgü ile
anar, anımsarız. Okumadan yazılamayacağı sözü, onun sözüdür.
Konuya böyle yaklaşınca Ali Emîrî Efendi’nin ne yapmak
istediği, bize neleri niçin bırakmak istediği daha iyi
anlaşılıyor. Kitap olmadan, bilgi birikmez, kültür oluşmaz,
oluşan kültürler kolay yayılmaz. Yayılmayan, okurlara
ulaşmayan bilgi, beceri, birikim gelişmez, seviye kazanmaz.
Benim “Bin Beyaz Karanfil” adlı şiir kitabım, 1972’den 2012
yılına kadar, başkaca çalışmalarım arasında yazdığım
şiirlerden seçmelerdir. Bu şiirler günlük yaşamın
esintilerinden öte, çağdaş yaşamın uzantılarını, ay’a, uzaya
gidişlerin, karmaşaların estirdiklerini, duyarlıklarını
içerir. Bu karmaşa, yenme, yenilenme sırasında şiirin yeri,
insanın yeri neresidir? Şiir bizi nerelere götürebilir? “Bin
Beyaz Karanfil”de, karanfiller “barış” demektir, “katılım”
demektir… Çiçeğe duyulan sevginin, şiir ile, şiire duyulan
sevgiyle özdeş olduğunun duyumsatılması demektir.
Manas Yayıncılık, bu yazdıklarımın kitaplaşması için
gerekenleri sağladı, önemli, değerli katkıda bulundu.
“Kurbağa Avcıları” adlı kitapta topladığım öyküler de,
bugünkü toplumumuzda yaşanmakta olanların, edebiyat (yazın)
düzleminde, öykülere yansıtılması işidir. Öykülerde, yer yer
sanal anlatımlarla, boyutları aşılmıştır konu edinilen
yaşamların. Ömer Seyfettin, Refik Halit, Sait Faik,
Halikarnas Balıkçısı ve daha başkaları ile Türk
öykücülüğünün, dünya öyküleri arasında önemli yeri olduğu
bilinir. Manas Yayıncılığın, değerli bulup yayımlamayı
gerçekleştirdiği öykülerimin, o düzeyde öykücülüğümüze bir
katkıda bulunması beklentimiz, dileğimizdir.
Kitaplarım konusunda söyleyeceklerim bunlar. Saygılarımı
sunuyorum.
Öğr. Gör. SANİYE BULUT
Yazar, Şair Şemsettin Ünlü’ye teşekkür ediyoruz.
Saygıdeğer misafirler programımıza müzikle bir renk katalım
istedik. Programın bu bölümünde emekli müzik öğretmeni Ahmet
Remzi Erdoğan ile Antalya’dan aramıza katılan 1990’lı
yıllarda Elazığ Merkez Anadolu Lisesi’nde müzik öğretmeni
olarak görev yaparken Elazığ kültür hayatında unutulmaz
izler bırakan müzik öğretmeni Sayın Osman Çolak, sizlere
Türkülerimizden bir demet sunacaklardır. Kendilerini sahneye
davet ediyorum.
Arş. Gör. VEYSEL KARACA
Sayın misafirlerimiz programın bundan sonraki bölümünde
sunuculuğu ben üstlenmiş olacağım. İlk bölümdeki
sunumlarından dolayı Sayın Saniye Bulut Hanımefendi’ye
teşekkürlerimizi arz ediyoruz. Aramızda Diyarbakır’dan iki
şair misafirimiz bulunuyor. Sayın Mevlüt Mergen’i kürsüye
davet ediyoruz.
MEVLÜT MERGEN
Hepinizi saygı ile selamlıyorum. Peygamberler diyarı
sahabeler yurdu âlimler otağı şairler bahçesi Diyarbakır’dan
hepinize yürekler dolusu selamlar getirdim.
BİR ZAMANLAR DİYARBEKİR
Taş taş yıktılar bedeni,
Ağaç ağaç ben-u seni,
Havuşu eyvanı çaldı,
Zamanenin beton evi.
Her küçede bir kaç bina,
Çıktı enine boyuna,
Renkli balkonları görüp,
Nasıl da geldik oyuna.
Cahil elde kazma kürek,
Çatırdadı temel direk,
Yere düşen her taşına,
Dayanamaz seven yürek.
Sağlam kalan bir kaç bina,
Selam durur mimarına,
Behram Paşa, Ulu Cami,
Mirastır dünden yarına.
Fatih Paşa, Ali Paşa,
Palu Cami, Hüsrev Paşa,
Onları görsem ağlarım,
Şeyh Mutahhar, Nasuh paşa.
Sahipsizlik hamamlarda,
Elden gidiyor ardarda,
Tek tük kaldı eski eser,
Çıkmazlarda, sokaklarda.
Gönül yurdu viran şimdi,
Koca tarih talan şimdi,
Sahabeler beldesinde,
Tanınmamak giran şimdi.
Doldu taştı şehir insan,
Şehir şehir dört bir yandan,
Ben-u sene varoş dendi,
Kültür pay aldı yıkımdan.
Her taşında ayrı bir çağ,
Sönük volkan karacadağ,
Hamravat suyu var yok,
Nerde peynir, pirinç ve yağ.
Bu gidişe ozan ağlar,
Tarihini yazan ağlar,
Meftüneyle lebeniye,
Hasret kalan kazan ağlar.
Gazel, hoyrat, türküsüne,
Ninnisine, öyküsüne,
Kültürünü bayrak yapın,
Şu on gözlü köprüsüne!..
Arş. Gör. VEYSEL KARACA
Diyarbakırlı şairimiz Mevlüt Mergen’e çok teşekkür ediyoruz.
Yine Diyarbakır’dan bir misafirimizi davet edeceğim. Sayın
Nesrin Erdoğmuş’u kürsüye davet ediyorum.
NESRİN ERDOĞMUŞ
Sayın Belediye Reisimiz, saygı değer konuklarımız hepiniz
hoş geldiniz. Ben Diyarbakır’dan Diyarbakır Kültür Turizm ve
Musiki Derneğinden Nesrin Erdoğmuş sizlere gönül dolusu
sevgilerimi iletiyorum sizlere Sen Diyarbakır adlı şiirimi
okuyacağım.
SEN DİYARBEKİR'İM
Ay dağların arkasına çekildiğinde,
Rüzgâr fırtınalar estirdiğinde,
Bir yol gel.
Görsün gözlerim.
Bağrında yükselen surlarını,
Mezopotamya'dan Kars'a, Iğdır'a, Elazığ"a.
Kararan her güne,
Işık saçan yıldızlara,
Sen, Diyarbekir'im...
Toprağın buğdayı yeşertmesine,
Dağlarındaki ıssız sessizliğe,
Karadut kokan ağaçlarına,
Gel bu yöne.
Arş. Gör. VEYSEL KARACA
Saygıdeğer konuklar, Diyarbakır’ın yetiştirdiği kıymetli
şair Abdulkadir Nur Gördük’ü kürsüye davet ediyorum.
ABDULKADİR NUR GÖRDÜK
Sayın Valim, Sayın Başkanım, çok kıymetli Elazığlı
hemşerilerim. Sizleri saygıyla selamlıyorum. Ali Emîrî
Efendi’nin aziz hatırasına sizlere Diyarbakır için yazmış
olduğum bir şiirimi okuyacağım.
GETTİN Kİ TEZ GELESEN
Uzun zaman önce ayrılmıştım, Diyarbekir’ den.
Ak düşmemişti saçlarıma, şimdiki gibi.
Delikanlı ömrümün baharıydı, zaman.
Şimdi, sen de, yoksun yanımda,
Hasretin beni yakıyor, işte o zaman.
Eski bir çerçevede gördüm,
Adil Tekin imzalı, siyah beyaz resmini.
Yine dağladın, hatırlattın derdimi o an.
Seslendim, utanarak.
Konuş benimle dedim.
Anlat bana,
Ermeni cümbüşçünün nağmeleriyle,
Mahlede toy kuran muhacırları.
Deliloya katılan Süryani kızlarını,
Kürt delikanlının uzaktan sevdasını anlat.
Anlat bana,
Büyük mezğandaki, o aileyi,
Eyvanda içilen köpüklü kahveyi,
Leçekli bibileri, şubareli bebeyi,
Kuşhanada börek satan dedeyi anlat.
Anlat bana,
Gazi Köşkünde Celal’ın hoyratını,
Altuncilar içindeki, ustanın sanatını,
Ahmet Arif’in Adiloş bebesini, cigarasını,
Koşucu Tahar ağanın beyaz atını anlat.
Anlat bana
Taze ekmek kokusuyla Mecit ağayı,
Asaf öğretmeni, Selahattin hocayı,
Puşici keke Yako’yu, kahveci Bozo’yu,
Demirciler çarşısında Hasan ustayı anlat.
Anlat bana
Şeyh Güzelin dünyasında sırları,
Kör Yusuf’un dereginde şifa arayanları,
Efğanlıda kurulan arifler meclisini,
Fiskaya’nın gizemini, Hançepeg’in mertliğini anlat
Anlat bana, ne anlatırsan anlat,
Senin her şeyini dinlemeye hazıram.
Bilirmisin, en çok neye gidiyor içim?
Bilirmisin, en çok neyi özlediğimi?
Dörtyolda, küncili simitle, salep içmeyi.
Pisküvit arasında, lokum ezmeyi,
Küpeli havuzunda, peştımalle yüzmeyi,
Paytona asılarak gezmeyi özledim.
Özledim,
Toprak damlarda beyaz sıtareleri,
Yazın yıldızları sayarak, uykuya dalmayı,
Uyanınca yastık dibinde para bulmayı,
Galiba, kısa pantorlu çocuk olmayı özledim.
Sen, çocukluğumun hasreti,
Sen, gençliğimin sevdası.
Sen, benim iki gözümsen Diyarbekir.
Çok özledim, kendimi sende.
Özlemim hapis kaldı, çok yıllar öncesinde.
Gettin ki tez gelesen diyorsun,
Tez gelişin, bumudur diye sitemin var.
Ne desen, ne söylesen haklısın,
Ben suçumu bıliyem.
Eger ki, ben ki benem.
Bekle beni, tez zamanda, ayağımnan geliyem.
Yok, eger gelemezsem,
Sahan söz, sahan yemin,
Yer aç bahan, bir kişilik Mardinkapı’nda,
Yer aç bahan bir kişilik mezarlığında,
El üstünde geliyem..
Arş. Gör. VEYSEL KARACA
Değerli konuklarımıza Ali Emîrî Efendi’nin şehri
Diyarbakır’dan bize bu güzel seslenişleri için çok teşekkür
ediyoruz.
Doç. Dr. Tarık Özcan’ın “Kördüğüm” adlı eseri, Özcan’ın
ikinci şiir kitabıdır. Doç. Dr. Tarık Özcan, 1955 yılında
İstanbul’da doğdu. 1974 yılında Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü
Türkçe Bölümü’nü bitirdi. Yurdun çeşitli yörelerinde
öğretmenlik ve yöneticilik yaptı. 1993 yılından bu yana
Fırat Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve
Edebiyatı Bölümü’nde öğretim görevlisi olarak görev
yapmaktadır. Doç. Dr. Tarık Özcan’ın “İlhan Berk, Hayatı,
Sanatı, Eserleri, Şiirin Yapı ve Tema Bakımından
İncelenmesi, “Oktay Rifat’ın Şiirlerinin ve Romanlarının
İncelenmesi” “Şair ve Sözün Mahşeri”, “İkindi Işığı”,
“Şiirin Kıyısında Bir Ömür-Nurullah Ataç” adlı eserleri
vardır. Şehabeddin Süleyman’ın “Sanat-ı Tahrir ve Edebiyat”
adlı eserini de günümüz Türkçesine aktaran yazar ve Şair
Tarık Özcan, halen Bizim Külliye, Bilig, Türk Edebiyatı,
Türk Dili, Milli Folklor dergilerinde yazı yazmaktadır. Doç.
Dr. Tarık Özcan’ı “Kördüğüm” adlı şiir kitabını tanıtmak
üzere mikrofona davet ediyorum.
Doç. Dr. TARIK ÖZCAN
Sayın Belediye Başkanım, Azerbaycan’dan ve ülkemizden gelen
değerli misafirler, aziz hemşerilerim, hepiniz hoş geldiniz.
Bu salonda bulunmaktan büyük mutluluk duyuyorum. Elazığ ve
Diyarbakır, milli kültürümüz içerisinde büyük emekleri olan
ve çok güçlü insanlar yetiştiren önemli şehirlerimizdir.
Bunlardan birisi olan rahmetli Ali Emîrî Efendi bizim abide
şahsiyetlerimizdendir. Biz, onların gölgesinde barındık ve
çok şükür milletimiz bugüne kadar onların sayesinde birlik
ve beraberlik içerisinde yaşadı ve bütünleşti. Bu gönül
köprüsünü yıkmaya kimsenin gücü yetmez. Bugün burada bunu
görmenin mutluluğu içerisindeyim.
Ben dört yaşımdan beri şair olduğumu biliyorum. Babam
rahmetli çok güzel şarkı söylerdi. Onun sesine kulağımı
tutarak ve onu dinleyerek yetiştim. İlkokulda 23 Nisan’la
ilgili şiirler yazıyordum. Daha sonra Gazi Eğitim Enstitüsü
Türkçe Bölümü’ne girdim. Değerli kardeşim Servet Kabaklı Bey
tanır Sefa Kaplan benim sınıf arkadaşımdı. İkimiz de şairdik
ama ben yazdığım şiiri saklardım o yazdıklarını yayımlardı.
Aramızdaki fark buydu. 1974 yılında yazdığım bir şiirimi
kendisine okumuştum. Hatırladığım kadarıyla şöyleydi: Zamana
kilit vurmuşlar dostum/Puslanmış zihnimde düşüncelerim/ Bir
bilinmez âlemin içine akar/ Ruhum ve hayallerim. Bu şiir,
İkindi Işığı adlı kitabımdaki ilk şiirimdir. Sefa, biraz da
kıskançlıktan dudağını bükmüştü ve şair olduğumu fark
etmişti. Ama ben daha sonra idarecilik yapmak zorunda
kaldım. İdarecilik çok zor bir iş; benim şairlik yönümü
bitirdi. Şiir üzerine kuma istemez. İdarecilik yapıyordum
çalışmak ve disiplinli olmak zorundaydım. Bu durum da
zamanımın tümünü çalıyordu. 38 yaşında akademisyen oldum.
Şiirle uğraştım ve mesleğim gereği altı kitap yazdım.
Fikret’le ilgili kitap yazdım. İlhan Berk’in şiirleri
üzerinde düşündüm. Oktay Rıfat’ın şiirleri üzerine doktoramı
yaptım. O’nun Dağın Ötesi başlığıyla yayımladığı 38 sonesi
vardır. Türk şiirinin zirve şiirleridir. Nurullah Ataç’ın
güncelerini okudum ve Şiirin Kıyısında Bir Ömür isimli
kitabımı yazdım.
Diyarbakırlılardan özür diliyorum. Çünkü onları hep
kıskandım. Niye kıskandım? Süleyman Nazif’i ve Ali Emîrî
Efendiyi yetiştirmiş. Son dönemde Sezai Karakoç gibi güçlü
bir sanatkârı yetiştirdi. Ben de hep Ya Rabbim! ne olurdu
benim Elazığ’ım da şöyle güçlü bir sanatkâr yetiştirseydi.
Türkçenin gürül gürül aktığı bu topraklar neden güçlü bir
şair yetiştirmiyor? diye üzülürdüm. Bu, benim hakkım değil
mi? Ben, bu memleketin çocuğuyum. Türkçeyi seviyorum ve
istiyorum ki memleketimizden de güçlü bir şair yetişsin. Bu
üzüntüm Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu’nu okuyana kadar
sürdü. Türkçenin bu büyük destan şairini okuduğumda
memleketimin çok güçlü bir şair yetiştirdiğini gördüm.
Çocuklar gibi sevindim. Cehaletimden utandım. Son dönemde
iki büyük şairi keşfetmenin mutluluğunu yaşıyorum. Cenani
Dökmeci, çok güçlü bir şair. Üzerinde çalışmak gerekiyor. Şu
anda bir başka güçlü şair olan Süleyman Bektaş üzerinde
çalışıyorum. Kitabımı birkaç ay içerisinde değerli
hemşerilerimizin hizmetine sunacağım. Çok önemli bir isim.
Harput’ta doğmuş ve İnönü Mektebi’nde okumuş. Daha sonra
Atatürk Ortaokulu’nu bitirmiş ve Elâzığ Lisesi’nden 1949
yılında mezun olmuş. Bir aşk hadisesinden dolayı hukuk
fakültesini dördüncü sınıftan bırakan bu kıymetli şairimizin
şiirleri üzerinde uğraşıyorum.
Ben de bir şairim. Bugüne kadar iki kitap yazdım.
Birincisini; İkindi Işığı adıyla 2005 yılında yayımladım. Bu
kitabımdaki şiirlerimin bir kısmını Türk Edebiyatı
Dergisi’nde yayımlattım. Bunlar arasında Arif’i, Sis’i
sayabilirim.
Kısacası ben varlık alanı olarak insanın insanla, tabiatla,
Allah’la ve toplumla olan ilişkileri esnasında umut ve
umutsuzluk, ölüm ve hayat, inanmak ve inanmamak arasındaki
gelgitlerini; yani kördüğüm ilişkilerini anlatmaya çalıştım.
58 yaşındayım ve büyük şair olmak için çok; şiirden
vazgeçmek için genç bir yaştayım. Mesleğim çok zor;
zamanımsa çok az. Buna rağmen iki arada bir derede şiir
yazmaya çalışıyorum. Ölene kadar da yazacağım. Müsaade
ederseniz birkaç şiirimi okuyacağım. Kördüğüm adlı kitabımda
yer alan Kül isimli bir şiirim var. Dalgalı mısrayı çok
seviyorum. Çünkü hep kristalize metinler yazdım. Zaman
zaman; ben de Yahya Kemal gibi dalgalı mısralar yazmak
istedim. Bu şiirler, bu arayışımın ve özlemimim bir
ürünüdür.
Kül
Sessizlik, kederli bir kadın gibi bağdaş kurmuş.
Gönlümün eşiğinde gözyaşlarını siliyor.
Suskusunu, bir ölü evi gibi işlemiş acısından.
Gölgesinde yalınayak gezen Asyalı hüzün.
Hangi dağa sorsam aynı acı, aynı yüreğin esrimesi.
Bu şehrin yasını kaldırmıyor yorgun yüreğim.
Kalbindeki sevileri yüzüne filiz veren,
Neşeli anneler durağında bir çocuk olmak dilerim.
Deli bir rüzgârın külüdür matemine durduğum şehir.
Ruhum, kapalı çarşılarda açık artırma sevgiler,
Ve insanlığın en aziz duyguları, tecime elverişli,
Bir pazar yerinin en görkemli satıcısıdır.
Kül, acıyla kardığımız yüreğimizin tortusudur.
Üç yapraklı sarı bir dal gibi bahara adanmamış.
Ve koparılmış çığlık benzeri yüreğimizin sancısı,
Küldür, yeni yetme bir umuda bağlamış başını.
Bir de Ortadoğu’da yaşanan olaylar için yazdığım bir şiirim
var. Onu da okumak istiyorum.
ORTA/DOĞU
Ezgisi güz bitiği/mor bir saksının yeşili.
Bir çavlandır karalara ayak basmış belli.
Tütün çiğnemiş, nar şerbeti içmiş.
Çok yüz görmüş, birçoklarını eskitmiş eli.
Biz tanıştığımızda Mısır’dan dönüyordu.
Yüzünde Babil’den kalma çivi yazısı
Ve ağzında anlamsız bir hiyeroglif.
Her mırıldanışı mahrem, sesinde gül ezgi.
Süleymaniye’de bir akşam namazında buluştuk.
Dudaklarında sükûtu sevmeyen ateş kuşları,
Ve dualarında kanlı kristal bir solo,
Dedi ki: Tanrım! Ortadoğu’yu unuttun mu?
Efendim daha çok vaktinizi almak istemiyorum. Sizlere
teşekkür ediyorum. İyi ki varsınız. Sağ olun, var olun.
Arş. Gör. VEYSEL KARACA
Şair, yazar Doç. Dr. Tarık Özcan’a teşekkür ediyoruz.
“Azerbaycan Fuzûlî Araştırmacılığı” adlı eseri Prof. Dr.
Gülşen Eliyeva-Kengerli yazdı. Eser Yrd. Doç. Dr. Süleyman
Kaan Yalçın tarafından Türkiye Türkçesine aktarıldı.
Prof. Dr. Gülşen Eliyeva-Kengerli 1970 yılında Nahçıvan’da
dünyaya geldi. Azerbaycan Devlet Güzel Sanatlar Enstitüsü’nü
bitirdi. Azerbaycan Yazarlar Birliği’nin üyesi olan Prof.
Dr. Gülşen Eliyeva halen Azerbaycan Devlet Kültür ve Güzel
Sanatlar Üniversitesi’nin “Edebiyat ve Azerbaycan Dili
Bölümü”nün müdürlüğü görevini yürütmektedir.
Prof. Dr. Gülşen Eliyeva-Kengerli tarafından kaleme alınan;
“Azerbaycan Fuzûlî Araştırmacılığı” adlı eser, Yrd. Doç. Dr.
Süleyman Kaan Yalçın tarafından Türkiye Türkçesine
aktarıldı. Eseri Anadolu Türkçesine aktaran Yrd. Doç. Dr.
Süleyman Kaan Yalçın,1980 yılında Elazığ’da doğdu. Fırat
Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı
Bölümü’nden 2001 yılında mezun oldu. Halen Fırat
Üniversitesi Eğitim Fakültesi Türkçe Eğitimi Bölümünde
yardımcı doçent olarak görev yapan Yalçın, 2011 yılında
Azerbaycanlı Prof. Dr. Asif Rüstemli’nin kaleme aldığı
“Cefer Cabbarlı Hayatı, Sanatı ve Mücadelesi” adlı eseri
Azerbaycan Türkçesinden Türkiye Türkçesine başarılı bir
şekilde aktarması münasebetiyle “Cefer Cabbarlı Ödülü”ne
layık görüldü. Türkiye’de ve Azerbaycan’da Türk diliyle
ilgili çeşitli konularda makaleleri, bildirileri ve
kitapları bulunan Yrd. Doç. Dr. Süleyman Kaan Yalçın’ı kitap
hakkındaki düşüncelerini anlatması için kürsüye davet
ediyorum.
Yrd. Doç. Dr.SÜLEYMAN KAAN YALÇIN
Teşekkür ediyorum sayın başkanım. Kardeş ülke Azerbaycan’dan
kardeş şehir Diyarbakır’dan memleketimize gelip bizleri
şereflendiren ve bizleri mutlu eden gönül dostlarımız ve siz
değerli konuklarımızı saygı ile selamlıyorum. Öncelikle
hayatını kitaplarına kitaplarını da yüce Türk milletine
adayan ve bizleri sistematik anlamda Türklük biliminin
başlangıç eseri olarak bilinen Dîvânı Lugâti’t Türk ile
tanıştıran ve adeta Kaşgarlı Mahmut ile buluşturan Ali Emîrî
Efendi adına burada toplanmış olmaktan sizler gibi ben de
bahtiyarım. Şunu belirtmek istiyorum ki salonumuzda hazret
birdi çok şükür Fuzuli ile iki oldu. Ben de sizlere
Azerbaycan’daki görevi dolayısıyla aramıza katılamayan Prof.
Dr. Gülşen Eliyeva Kengerli’nin, kendisi Azerbaycan Fuzuli
araştırmaları uzmanı ayrıca orta çağ klasik edebiyatı
uzmanıdır, kaleme almış olduğu ve benim Türkiye Türkçesine
aktarmış olduğum “Azerbaycan Fuzuli Araştırmacılığı” adlı
eseri tanıtmaya çalışacağım. Eser üç bölümden oluşmaktadır
ve Azerbaycan’daki Fuzuli araştırmacılığını konu
edinmektedir. Eser sadece Azerbaycan’daki Fuzuli
araştırmacılığını değil aynı zamanda Türkiye’deki,
Rusya’daki ve Avrupa’daki Fuzuli araştırmacılığı ve
araştırmacılarını da mukayeseli bir şekilde bizlere sunan ve
Fuzuli’nin şiir dünyasını, hayal dünyasını bizlere yansıtan
nitelikli bir eserdir. Türkiye Türkçesine aktardığımız
eserin, Fuzuli’yi kendi devrinden başlayarak 20. yüzyılın
40’lı yıllarına kadar geçen sürede, ki bu süre 500 yıllık
bir süre ediyor, saygı değer konuklar bu 500 yıllık zaman
diliminde yer alan Fuzuli’yi ve onun edebiyat anlayışını
yansıtan çok kıymetli bir eser olduğunu belirtmek istiyorum.
Bu yönüyle eser Türkiye Türkçesine aktarılmalı ve
okuyucusuyla buluşmalıydı. Çünkü eserin Türkiye Türkçesine
aktarılması Fuzuli ile bizi buluşturmanın yanında bizleri
insanlığın manevi değerleriyle ve dünyayla da
buluşturacaktı. Öyle ki Fuzuli sadece Türklüğün şairi ya da
Türklerin şairi değil, bir dünya şairidir. Bu yüzden dünya
üzerindeki bütün nerede şiir okunuyorsa Fuzuli’den nağmeler
var. Fuzuli’den izler var. Fuzuli’nin hayal dünyasından bazı
unsurlar var. Bunu dikkate alarak eserimizi Türkiye Türkçesi
okurlarıyla da buluşturmayı arzu ettik. Bu eserin çok önemli
bir yönü Fuzuli Araştırmacılığının çok tartışıldığı bir
konuda gerçekten yazarın kesin bir şeyler söylüyor
olmasıdır. Çünkü Azerbaycan bildiğiniz gibi belli bir döneme
kadar 90’lı yıllara kadar Sovyet Rusya’nın baskısı altında
inleyen bir coğrafyaydı ve bu coğrafyada yazmak, konuşmak,
kendi idealini dile getirmek bizim buradaki kadar kolay
değildi. Ancak Fuzuli Allah aşkını işlemiş, Fuzuli ilahi
aşkı işlemiş. Fuzuli’ye sufi, mistik bir şair demek kolay
değildi; ama Gülşen Hanım bu kitabında gerçekten
Azerbaycan’ın bağımsızlığının da sanki bir anlatıcısı olmuş.
Fuzuli’yi Allah aşkıyla buluşturmuştur. Bu eserin Türkiye’de
ve Elazığ’da basılmış olmasının da çok ayrı bir önemi
vardır. Çünkü Fuzuli bizim coğrafyamızda nağmelerle yaşayan
bizim Harput’umuzda 11 ayrı makamda şiirleri bestelenen bir
yazar, bir şair, bizde uşak, rast, bayati, muhayyer, gibi
gerçekten 11 ayrı makamda ezgileri olan bir şair ve biz
düşündük ki Fuzuli her ne kadar Azerbaycan’sa bir o kadar da
Türkiye, bir o kadar da Elâzığ olmuştur. Öncelikle bu önemli
eseri kültürümüze kazandıran yazarımıza çok teşekkür
ediyorum. Bu nitelikli eseri Türk dünyasına Türk kültürüne
ve Türk sanatına kazandırdığı için sayın Prof. Dr. Gülşen
Eliyeva Kengerli’ye sonsuz teşekkürlerimi arz ediyorum. Onun
dışında eseri bizlere ulaştıran ve şu an aramızda bulunan
sayın Prof. Dr. Asif Rüstemli Beyefendi’ye eseri tecrübe
etmemde yardımcı olan sayın hocam Prof. Dr. Ahmet Buran’a,
Doç. Dr. Ercan Alkaya’ya şimdi bu programın sunuculuğunu da
yapan değerli kardeşim Arş. Gör. Veysel Karaca’ya ve yüksek
lisans öğrencilerimiz Remzi Çalışır, Cengiz Çakmak ve Taha
Kaan Bulut ile o eseri bizlerle buluşturan Manas
Yayıncılık’ın sayın yöneticisi Şener Bulut Beyefendi’ye
sonsuz teşekkürlerimi arz ediyor hepinize beni sabırla
dinlediğiniz için teşekkür ediyorum.
Arş. Gör. VEYSEL KARACA
Yrd. Doç. Dr. Süleyman Kaan Yalçın’a teşekkür ediyoruz.
Elâzığ İli Yer Adları Üzerine Bir İnceleme adlı kitabın
yazarı Yrd. Doç. Dr. Mustafa Şenel 1972 yılında Elazığ’da
doğdu.1992 yılında Fırat Üniversitesi Fen-Edebiyat
Fakültesi’nden mezun oldu. Halen Kars Kafkas
Üniversitesi’nde öğretim üyesi olan Şener’in ulusal ve
uluslararası dergilerde yayınlanmış makalelerinin yanı sıra
ulusal ve uluslararası kongrelerde sunulmuş ve yayınlanmış
bildirileri bulunmaktadır.
Kendilerini Ali Emîrî Efendi’ye ithafen yazdıkları Elazığ
İli Yer Adları Üzerine Bir İnceleme adlı eserini tanıtmak
üzere mikrofona davet ediyorum.
Yrd. Doç. Dr. MUSTAFA ŞENEL
Sayın Başkanım,
Uzaktan ve yakından toplantıya katılan kıymetli konuklar ve
değerli misafirler, hepinizi saygıyla ve sevgiyle
selamlıyorum. Ali Emîrî Efendi adına düzenlenen bu
toplantıda çalışmamızın kitap haline dönüştürülmesinin
verdiği mutluluğu sizlerle paylaşıyorum. Bildiğiniz gibi
nesneleri bir birinden ayırmaya yarayan en önemli şey
adlarıdır. Ad bir kimseyi bir şeyi anlatmaya/ tanımlamaya/
açıklamaya/ bildirmeye yarayan söz, isimdir. İnsanoğlu önce
çevresini daha sonra da kendini tanımlamıştır. Bunu bir
adlandırma silsilesi içerisinde bir gelenek halinde devam
ettirmiştir. Dünya kültürleri pek çok bilim dalını
kurarken/oluştururken ad vermeyle ilgili de bir bilim dalı
kurmuştur. Bu bilim dalına Ad Bilimi/Onamastik diyoruz. Bu
bilim dalını kendi içerisinde farklı dallara ayırıyoruz: Yer
adlarını inceleyen bilim dalına Yer Adları Bilimi/Toponomi,
coğrafya adlarından akarsu adlarını inceleyen bilim dalına
Su Adları Bilimi/Hidronomi, dağ adlarını inceleyen bilim
dalına Dağ Adları Bilimi/Oronomi, kişi adlarını inceleyene
de Kişi Adları Bilimi/ Antroponomi diyoruz.
Adbilim’in/Onomastik’in malzemesinin ilk sırasında dünya
üzerinde en fazla kullanılan kişi adları ondan sonra da
coğrafya adları gelir.
Biz Adbilim’in/Onomastik’in yöntemlerinden yola çıkarak
Elazığ ili yer adlarını incelemeye çalıştık. Çalışma
metodumuzdan biraz bahsetmek istiyorum sizlere. 1/25.000’lik
yaklaşık 1/1 (1m2) ölçüde 93 tane gizli haritadan çalışma
yapıldı. 1/1 (1m2) boyutunda yani buraya sererseniz yaklaşık
bu kadar alanı ikiye katlar, 93 tane harita. Bu haritalardan
neler tespit ettik: köy adları, dağ adları, dere adları,
tepe adları, pınar adları vs. O kadar detaylı haritalar ki
muhtarın evine, köydeki çeşmeye, sırt ve mevkii adlarına
kadar belirtilmiş bu haritalarda. 11.000 tane farklı addan
bahsediyoruz. Bu adları topladığımız zaman 1270 tane yer
(köy, mahalle, vd.) adı, 5265 tane dağ ( bunların içinde
tepe, mevkii vd. adlar da var) adı, 4346 tane su ( bunların
içinde dere, pınar, çay, vd. adlar da var) adı, 193 tane
diğer (mezarlık, camii, yol vd.) adlar tespit edilmiştir.
Tespit edilen 11.000 adı köken, yapı ve anlam bakımından
tasnif ettik. Köken bakımından hangi dil/dillerden geldiği
tespit edilmeye çalışıldı. Yapı bakımından isim, sıfat, fiil
vs. kelime gruplarına ve yapılarındaki eklere göre tasnif
edildi. Anlam bakımında kişi veya hayvan adı olmasına,
yerleşim yerinin özelliğini bildirmesine, su ise tadının
bildirilmesine vd. özelliklerine göre tasnif edildi.
Yer Adları Bilimi/Toponomi ile ilgili çalışmalar Türkiye’de
çok yaygın değildir. Oysa Avrupa’da yıllar öncesinden
tamamen bitmiş sayılıyor. Türkiye’de nedense hep göz ardı
edilmiş. Bu açıdan bakıldığında, yerel birkaç çalışmanın
dışında, çalışmamız bu alanda yapılan ilk ve tek hacimli
çalışma, diyebiliriz. 1967 yılında 7267 sayılı kanunla
yabancı kökten geldiği ve iltibasa yani karışıklığa meydan
verdiği için pek çok yer adı değiştirilmiştir. Bunu şöyle
açıklıyorlar: Diyelim ki Elazığ’da üç tane Güzelce Köyü var.
Bir mektup geliyor Elazığ’daki Güzelce Köyü’ne. Hangi
Güzelce Köyü olduğu bilinmediği için köy adlarının birçoğunu
değiştirmişler. Sorun burada başlıyor zaten. Farklı
kaynaklarda şöyle bir tespit var: Köy adları değiştirilirken
bu komisyonlarda bölge ağzını bilen Türkologlar, tarihçiler
vd. araştırmacılar bulunmadığından değiştirilen köy adları
bazen gereksiz bazen de anlamsız olmuştur. Masa başı
çalışması yapılmış ve sahaya inilmemiştir. Örneğin: Hiç
ceviz ağacı olmayan köye Cevizli adı verilmiş. Bizim
çalışmamız bu merkezde düşünülürse daha iyi anlaşılacak.
Vakit ilerliyor çok da vaktinizi almak istemiyorum kitabı
incelediğinizde dediklerim daha iyi anlaşılacaktır.
Aslında bu çalışma 2003 yılında Sayın Hocam Prof. Dr. Ahmet
Buran gözetiminde hazırlanmış bir doktora tezidir. Bugün Ali
Emîrî Efendi hatırasına yapılan bu toplantı da kitap haline
dönüştürülmüştür. Kitap bu aşamaya gelen kadar pek çok
insanın emeği var. Özellikle ailem burada; annem,
kardeşlerim, eşim; onlara sizlerin huzurunda teşekkür
ediyorum. Yayınevi olarak kitabın basımını gerçekleştiren
Manas Yayınevi’ne özellikle Şener Bulut Bey’e, kitabın
dizgisini yapan Recep Bağcı Bey’e ve kendisini her zaman
takdirle andığımız, üzerimizde büyük emekleri olan değerli
hocam Prof. Dr. Ahmet Buran’a buradan saygılarımı sunuyorum.
Hepinize çok teşekkür ediyorum. Hayırlı akşamlar diliyorum…
Arş. Gör. VEYSEL KARACA
Yrd. Doç. Dr. Mustafa Şenel’e teşekkür ediyoruz.
Yrd. Doç. Dr. Abdulkadir Kıyak, 1979 yılında Elazığ’da
doğdu. İlk, orta ve lise öğrenimini Elazığ’da tamamladı.
Fırat Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden mezun oldu. Aynı
yıl Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Felsefe ve
Din Bilimleri Anabilim Dalı Dinler Tarihi Bilim Dalı’nda
yüksek lisans eğitimine başladı. 2005 yılında “Baskil Yöresi
Halk İnanışları” adlı tezi ile yüksek lisans eğitimini
tamamladı. Aynı yıl Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü Felsefe ve Din Bilimleri Anabilim Dalı Dinler
Tarihi Bilim Dalı’nda doktora eğitimine başladı. Kıyak 2010
yılından itibaren Gümüşhane Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Dinler Tarihi alanında öğretim üyeliğine devam etmektedir.
Yrd. Doç. Dr. Abdulkadir Kıyak’ı Elâzığ ve Yöresinde Ziyaret
Yerleri adlı kitabını tanıtmak üzere mikrofona davet
ediyorum.
Yrd. Doç. Dr. ABDULKADİR KIYAK
Sayın Başkanım, değerli misafirler hepinizi saygı ve
sevgiyle selamlıyorum. Elâzığ ve Yöresinde Ziyaret Yerleri
adlı eser benim 2010 yılında hazırladığım doktora tezimdir.
Eserin esas adı Elâzığ ve Yöresinde Ziyaret Fenomeni Üzerine
Bir Din Bilimi Araştırmasıydı. Yalnız bu adla yayına sürmemi
özellikle Erciyes Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölüm
Başkanı Prof. Dr. İsmail Görkem hocam teklif etti. Biz de
Şener Bey’le görüşerek bu hazırlığı yaptık ve yayına sürdük
eseri tanıtmadan önce kısa bir bilgi versem daha iyi
anlaşılacak kanaatindeyim. Şüphesiz insanoğlu dine meyilli
bir varlıktır. Bu yüzden o kutsala ulaşmak ve kutsalı
yaşamak ister. Dolayısıyla insan inancının gereği
çevresindeki birtakım varlıkları ve olguları kutsallaştırmış
ve yaşatmıştır. Stopnom’a göre kutsallık dinde en temel
ögeyi temsil eder her ne kadar bir toplumun tanrı mefhumu
olmasa dahi mutlaka kendisine özümsettiği ve kabul ettiği
birtakım kutsalları olmuştur. Bu toplumun varlığını devam
ettirmesinde en temel unsur olmuştur. İnancın bu içsel yönü
yanında bir de toplumsal yönü vardır. Nitekim toplumun
geleceğinde bir kısım tasavvuf ve din alimleri kahraman
şehit ve gaziler her zaman ön planda yer almış ve o topluma
yön vermişlerdir. Bizde bu çalışmamızdan hareketle Elazığ ve
yöresinde rol almış bu zatların hayatlarını konu edinip
tarihsel yönlerini ebedileştirmeye çalıştık. Zengin bir
kültür birikimine sahip olan Elazığ bu kültür birikimlerinin
temellerini Orta Asya’dan almış ve bu topraklara taşımıştır
yörede Artuklular zamanında başlayan eğitim faaliyetleri
1071 Malazgirt Zaferi’nden sonra daha da hız kazanmış ve 20.
yüzyılın sonlarına kadar Elazığ ve yöresi adeta bir ilim
merkezi olmuştur yöre halkı Anadolu’nun Türkleşmesinde ve
İslamlaşmasında rol almış şehit ve kahramanlarla birlikte bu
ilim merkezinde yetişen alim ve tasavvuf ehli velilerin
hatıralarını ebedileştirmek için bu zatlara türbe ve
makamlar inşa etmiş. Günümüzdeki insanlar bu zatlara karşı
vefa ve minnetarlıklarını halen göstermektedir. Öyle ki
bununla da yetinmeyin Anadolu halkı bu türbe ve mezarların
yanındaki belli taş toprak ağaç ve su kaynaklarını da sahip
olduğu inanç ve kültürüyle kutsallaştırarak kendine mal
etmiş böylece vatanın her karış toprağına kendi kültür ve
inanç yapısını yansıtmıştır. Eserimizi üç bölümde ele aldık
giriş bölümünde ziyaret fenomeninin hangi amaç maksat ve
gayelerle işlendiğini açıklamaya çalıştık birinci bölümde
ise Elazığ’ın tarihi coğrafi kültürel ve iktisadi yapısı
hakkında bilgiler verdik.
Arş. Gör. VEYSEL KARACA
Yrd. Doç. Dr. Abdulkadir Kıyak’a teşekkür ediyoruz.
Bizin Şehrin Dîvâneleri kitabının yazarı Necati Kanter, 1949
yılında Elazığ’da dünyaya geldi. Ankara Üniversitesi
İlahiyat Fakültesini bitirdi. Çeşitli okullarda öğretmenlik
ve yöneticilik yaptı. Fırat Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi’nde “Türk İslam Edebiyatı” uzmanı olarak görevini
sürdürmekte iken 2008 yılında emekli oldu. “Bizim Külliye”
dergisi kurucuları arasında yer aldı. (1999) Öykü ve
yazıları Günışığı gazetesi, Fırat Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi dergisi, Türk Edebiyatı, Berceste, Kültür Dünyası,
Yedi İklim, Harput Çırası ve Bizim Külliye dergilerinde
yayımlandı. Bizim Şehrin Dîvâneleri kitabını tanıtmak üzere
mikrofona davet ediyorum.
NECATİ KANTER
Sayın Başkanım, saygıdeğer misafirler gecemize şeref
verdiniz.
Elaziz, Kur’an tutan Elaziz. Evliyalar yatağı, aziz şehir
Elaziz.
İslam medeniyetinde özel bir deli gurubuna “ukala-yı mecanin”
adının verilmesi, zarafetin yanı sıra şaşırtıcı bir addır.
Attar’ın mesnevilerinde filozof ve arif rolünde ortaya çıkan
en önemli kişilik “divane”dir. Allah aşkından dolayı divane
olan sofi, mecnun ve meczuplara Asya kültüründe genel olarak
Behlül, Behlüldânâ, ya da divane denir.
“Nâdanlar sohbet-i nâdanla eder telezzüz.
Nâdanların hemdemi hep nâdan gerektir!”
Kadim şehirlerde divaneler, abdallar, meczuplar, mecnunlar,
deliler sokağın süsüdürler. Onlar bulunduğu sokağın
çocuğudur. Onlara kapısını açmayan dükkân, yıkanmasına imkân
vermeyen hamam, yardım etmeyen el yoktur. Kılık
kıyafetleriyle, düşkün oluşlarıyla, bakışlarındaki
tedirginlikleri ve olağan dışı davranışlarıyla şehrimizin en
sevimli ve en sempatik kişileri onlardır. Konuşan veya
konuşamayan. Kendini ifade edebilen, edemeyen. İçine kapanık
ve dışa dönük olanlar olduğu gibi aşırı konuşanlar, az eksik
hatta hiç konuşamayanlar da vardır. Şehrin meczupları,
delileri, mecnunları, divaneleri bela savıcılar olarak sıra
dışı aynı zamanda ayrıcalığı olan bu kişilere halkın taktığı
adlar ne olursa olsun onlar bu toplumun unutulmazları
arasındadır. Ukala-yı mecaninden olan bu kişiler yaşadıkları
toplumun aynasıdırlar. Tarihe mal olmuş İbrahim Ethem’ler,
Behlüldânâ/lar ve Aynalı Babalar hatta bir başka yönüyle de
tanıdığımız Neyzen Tevfik’ler, Rıza Tevfik’ler olduğu gibi
kadim Harput’umuzun devamı olan Elazığ’ımızın da bizim
şehrin menkıbeleri günümüze kadar herkesçe bilinmekte ve
zaman zaman anlatılmaktadır. Yarı belgesel olan bu araştırma
çocukluk yıllarından bugüne değin çoğunu görüp bizzat
tanıştığım, bazılarını da uzaktan gördüğüm bu insanları
yazmayı ve onlarla bu anıları paylaşmayı düşündüm.
Divaneliğin bütün vasıflarını üzerinde taşımayanlar olsa da
halkımızın gözüyle onlara bakmaya yeğledim. Deliler ile
veliler arasında bir ruh akrabalığı olduğu söylenir. Öyle
olmasa da bize zahiren yansıyan odur. Tabii bu arada deliyi
veli, veliyi de deli yaptığımız ve öyle gördüğümüz de
sanılmasın ancak halkın gözüyle, halkın anlattığı
menkıbelerle bu şekilde öykülerimi örmeye çalıştım. Her
birinin ayrı özelliği, ayrı güzelliği vardır bunların. Onlar
bizim şehrin rengiydi. Delisi de, velisi de, mecnunu,
meczubu ve divanesi de bizim insanımız. Harputlu ünlü divan
şairimiz Hacı Muharrem Hilmi Efendi bir şiirinde şöyle
diyor.
“Rind-meşrep dü cihanı terk eden abdal gibi
İklim-i dili gezen divanelerimiz vardur bizim”
Şayet bu güzel insanların ruhlarını incittiysem yine onların
yüksek müsamahalarına sığınıyor ve saygılar sunuyorum. Son
olarak Manas Yayıncılık’a teşekkürlerimi sunuyorum ve
şehrimizin güzel insanlarını da bu kitabı okumaya davet
ediyorum.
Arş. Gör. VEYSEL KARACA
Yazar Necati Kanter’e teşekkür ediyoruz.
Tiyatronun ikinci perdesi
Söz, kimi zaman sevdalı yüreklerde bir aşk şarkısı, kimi
zaman da hasret olur. Söz bazen umut olur bağlar bizi
hayata; kimi zaman güven olur kimi zaman vefa. Güzellikler
onunla şekillenir, iyilikler onunla kulaktan kulağa dolaşır.
Söz, şekle bürünerek yazı olur. İnsanlık onunla uygarlaşır.
Medeniyet onunla gelişir.
Evet, sözü uçuculuktan kurtararak yazıya döktüler
kitaplaştırdılar. Sağ olsunlar. Kitaplara daldık da
hatırasına bu kadar kitap ithaf edinen Ali Emîrî Efendi’yi
unuttuk sanmayın. Bakalım yönetmenliğini M. Reşat Bulut’un
yaptığı İstanbul’da Diyarbakırlı Bir Âlim 2. Perdesinde
neler oldu.
İSTANBUL’DA DİYARBAKIRLI BİR ÂLİM
1.PERDE 2. BÖLÜM
Anlatıcı: Ali Emîrî Efendi bir hazine gibi gördüğü kitabının
çoğaltılmasını çok istiyor ama istediği şartların henüz
oluştuğundan bir türlü emin olamıyordu. Kilisli Muallim
Rıfat Bey, bu kıymetli eserin çoğaltılması hikâyesini de şu
şekilde anlatır.
Muallim Rıfat Bey: Efendim ben kitabı gördükten sonra Cenabı
Hak neşrini nasip etsin dediğimde pek hoşlanmıştı. Ali Emîrî
Efendi, bana bu kitapla ilgili şöyle dedi
Ali Emîrî Efendi: Rıfat, bu kitap, ne kadar yüksek dersek o
kadar yüksek, ne kadar kıymetli dersek o kadar kıymetli,
lakin bunun mühim bir kusuru var. Kitabın şirazesi çözülmüş,
formaları dağılmış, yaprakları kırışmış, başı sonu belirsiz
olmuş… Her gün gel, bir iki saat bu kitap ile meşgul ol. Şu
kitap tamam mı değil mi?
Kilisli Muallim Rıfat Bey: Böyle bir teklifte bulununca
bende teşekkür ederek kabul ettim. İki ay kadar meşgul
olduktan sonra her bir aksaklığını toplayarak sayfaları
numaralandırınca kitabın tamam olduğunu tespit ettim. Haberi
Ali Emîrî Efendi’ye verince sevincinden ağladı. Bir kerede
kendisiyle de inceleyince tam kanaat getirdi. Efendim Ali
Emîrî Efendinin evi iki bölümlü idi, bu istediği şekilde
halledince bana hizmetimden dolayı…
Ali Emîrî Efendi: Rıfat bu hizmetine mukabil, haydi
defterhaneye gidelim. Sana hanemin bir bölüğünü ferağ edeyim
helali hoş olsun!
Kilisli Muallim Rıfat Bey: Deyince, teşekkür edip hanesine
bereket diledikten sonra kitabın neşrini rica ettim. Ziya
bey, Ziya Gökalp, daha görmeden kitaba âşık olmuştu. Kitabı
görmek için defalarca teşebbüste bulunmuştu ama ne fayda
göremeyince benden yardım istedi ben de çaresini anlattım
ona. Anlamıştım ki Ali Emîrî Efendi Kitabı neşretmeye
razıdır ama büyüklerin iltifatını beklemektedir. Bizde Ziya
Gökalp ile bir plan yaptık.
Adliye Nazırı İbrahim Bey: Bu akşam hanemi şereflendirdiniz
Emîrî Efendi.
Ali Emîrî Efendi: Şu aziz mübarek iftarda bende sizinle yan
yana olmaktan, sohbet etmekten pek bir memnunum İbrahim Bey.
Adliye Nazırı İbrahim Bey: Buyurun Emîrî Efendi.
Ali Emîrî Efendi: Buyurun.
Adliye Nazırı İbrahim Bey: Rica ederim buyurun.
Ali Emîrî Efendi: İstirham ederim buyurun.
Kilisli Muallim Rıfat Bey: Efendim tamda planladığımız gibi,
Ali Emîrî Efendi’nin çok hürmet edip sevdiği Talat Paşa ve
yanındaki birkaç dostu Adliye Nazırı İbrahim Bey’in evine
geldiler…
Adliye Nazırı İbrahim Bey: Efendim kendileri, ilim
hayatımızın en yüksek mertebesinin sahibi, edebiyat
sahasının en kıdemli temsilcisi, kültür dünyamızı
şahlandıracak işlerin en güzel icracısı Ali Emîrî Efendidir.
Talat Paşa: Hay üstadı muhterem, mübarek elinizi öpmek
isterim.
Kilisli Muallim Rıfat Bey: Efendim, bu el öpme ve selamlama
faslı bittikten sonra biraz ilmi konularda konuşuldu.
Sonrasında ise iş sadete gelmişti.
Talat Paşa: Efendim sizde bir kitap varmış, Dîvânu Lugâti’t
Türk adıyla bildiğimiz ama hiç görmediğimiz. Bizlere o kitap
hakkında biraz malumat verirseniz pek bir memnun oluruz.
Ali Emîrî Efendi: Kaşgarlı yazar Mahmud’un yazdığı o büyük
Türk lügatinin kopyası, bir vesile ile elimize geçti, biraz
yıpranmış idi toparladık pek bir güzel hale getirdik.
Kilisli Muallim Rıfat Bey: Efendim Emîrî Efendi anlattıkça
herkes ayılıp bayılıyor pek bir dikkatle dinliyorlardı…
Ali Emîrî Efendi: Bu, kitap değil, Türkistan ülkesidir.
Türkistan değil, bütün cihandır. Türklük, Türk dili bu kitap
sayesinde başka revnak kazanacak. Türk dilinde şimdiye kadar
bunun gibi bir kitap yazılmamıştır. Bundan sonrada
yazılamaz. Bu kitaba hakiki kıymeti verilmek lazım gelse
cihanın hazineleri kâfi gelmez.
Talat Paşa: Üstadı muhterem, huzurunuzda söz söylemeye
utanırım ama malumunuz kitaplarında insanlar gibi bir ömrü
var, mademki bu kadar kıymetli bir hazine var elinizde
müsaade buyurun bu kitabı bastıralım adınız ile anılsın
bütün dünyaya yayılsın.
Ali Emîrî Efendi: Yani bende bu dediklerinizden çokta farklı
düşünmem düşünemem, yalnız iki şartım vardır kabul
buyurursanız. Birincisi ben kitabı ancak Kilisli Muallim
Rıfat Efendi’ye tevdi edebilirim. İstinsahını ve tashihini o
yapsın. Bir de kitap sadece Rıfat’ta kalmalıdır.
Talat Paşa: Kabul efendim kabul bu şartlarda çoğaltalım
kitabı. Büyük Üstat bugün hangi vazifedesiniz.
Ali Emîrî Efendi: Defterdarlıktan emekliyim.
Talat Paşa: Sizin gibi bir faziletli tecrübe sahibi biri
nasıl emekli olur, sağlığınızda yerinde maşallah, Deftarlık
mı, Valilik mi ne görev isterseniz? Llütfen söyleyin
tayininizi yapalım Üstat.
Ali Emîrî Efendi: Ben milletime gerekli hizmeti yaptım kendi
isteğimle de emekli oldum, bugün nazarımda hiçbir
memuriyetin kıymeti yoktur teveccühünüze teşekkür ederim.
Kilisli Muallim Rıfat Bey: Efendim Ziya Gökalp ile
yaptığımız plan istediğimiz şekilde gerçekleşmiş, Talat
Paşa’nın Emîrî Efendi’ye ricası ile kitabın basılmasına
karar verilmişti. Bize bu yaşananları kendisi ertesi gün o
çok sevdiği kıraathaneye bir ihtişamla gelip zevk içinde
aynen böyle anlattı. Aman efendim bir geliş ki sanki Emîrî
Efendi değil de Kanuni Sultan Süleyman geliyor… Talat Paşa
basıma izin verdiği için, Emîrî Efendi’ye 300 lira
göndermişti bir mükâfat olarak. Emîrî Efendi’de bu hediyeyi
kabul etmeyip ihtiyaç sahibi bir aileye verilmesini istemiş
adını da Dîvânu Lugâti’t Türk sadakası olmasını istemiştir.
Anlatıcı: Kilisli Muallim Rıfat Bey, ertesi gün kitabı Ali
Emîrî Efendi’den kitabı alıp hemen çalışmalara başladı. Ama
kaybetmekten pek korktuğu için Beyazıt Umumi Kütüphanesi’ne
götürmüş Hafız-ı Kütüp İsmail Saib Efendi kütüphaneye çok
kişinin geldiğini ve kaybolabileceğini söyleyerek kabul
etmemiş. Sonra Vefa Mektebi’ne götürmüş. Müdür demir
kasasının olduğunu ancak okul ahşap olduğu için tehlikeli
olduğu gerekçesiyle o da kabul etmemiş. Birkaç kapı daha
dolaşıp ret cevabı aldıktan sonra çaresiz kalıp bir çanta
içinde evde saklamaya karar vermiş ve bir çiviyle çantayı
duvara asmış çocuklarını da çantanın başında nöbet tutturup,
yangın ve benzeri bir tehlike halinde ilk çantanın
kurtarılmasını tembih ederek, geceleri de çantayı yastığının
altına koyarak uyumuştur.
Anlatıcı: Bir kitabın ikinci cildini elde etmek için,
çalıştığı Yanya’dan Yemen’e tayin isteyecek kadar kitap
aşığı, Türk kültür dünyasına sayısız eseri, makalesi,
kütüphanesi ve daha birçok katkılarıyla bilinmesi gerek ve
dillere destan kitap sevgisiyle tanınan ilim ve irfan sahibi
Ali Emîrî Efendi’yi rahmet ve saygıyla anıyoruz.
Ali Emîrî Efendi: Hünerverler yetişsün san‘at îcâd eylesün
millet /Hamiyyetle çalışsun mülki âbâd eylesün millet./
Çıkar seyret ne İbn(i) Rüşdlerle İbn(i) Sînâlar /Hele bir
kerre azm-i râh-ı ecdâd eylesün millet./ Süleymâne teşebbüs
Fâtihâne i‘tinâlarla / Bekâda Hâlid ü Fârûkı dilşâd eylesün
millet./ Olur elbet ne Hayreddînler Turgutçalar peydâ / Yine
bahr-ı hünerde sa’y-i müzdâd eylesün millet./ Kerîm ol
hizmet-i milletde cândan öyle sa’y et kim / Hamiyyet-i saff-ı
bâlâsında ta‘dâd eylesün millet./ Vatan evlâdıyız hep dahli
yokdur bunda edyânın / Çalışsun ittihâd-ârâ ile ad eylesün
millet./ Umûmî bir uhuvvet hâsıl itsün nûr-ı ismetle / Bütün
birbirine şefkatle imdâd eylesün millet./ Bu gafletle
geçerse ey Emîrî vakt-i hâzırda / Mezâristân içinde nazmımı
yâd eylesün millet.
Efendim o akşam Talat Paşa bana şöyle demişti. Kitaplarda
insanlar gibidir. Bir kitap bin yıl yaşamaz benim gözümün ve
ömrümün nuru kitaplamı bugün hala yaşatan Millet
Kütüphanesi’nin çok değerli müdiresi Sayın Melek Gençboyacı
Hanım’ı sahneye davet ediyorum.
MELEK GENÇBOYACI
Gerçekten çok duygulandım. Bugün benim için çok özel bir
gün. Hem Millet Kütüphanesi Müdürü olarak hem Ali Emîrî ve
onun gibi değerlerin adını eserlerini yaşatılmasını arzu
eden, çabalayan bir insan olarak çok özel bir gün. Hepinize
çok teşekkür ediyorum.
Arş. Gör. VEYSEL KARACA
İstanbul’da Diyarbakırlı Bir Âlim adlı 2 perdelik tiyatro
oyununu yönetmeni aynı zamanda Ali Emîrî Efendi rolünde
izlediğimiz M. Reşat Bulut olmak üzere Yönetmen Yardımcıları
Semih Geçim ve Mustafa Önderci’ye; Anlatıcı: Serhat Diker’e,
Sahaf Burhan Efendi rolündeki: Ender Yalçın’a,Sahaf Yamağı
rolündeki: Sadık Arslan’a, Kilisli Muallim Rıfat Bey rolünde
izlediğimiz: Samet Özçelik’e, Topluluk Sakinleri: Semih
Geçim’e, Can Ateş’e, Haydar Özdemir’e; Makyaj sorumlusu: Okt.
Öznur Aksoy’a; Teknik Personel: Kerim Saray, Elif Özer,
Begüm Çevik – Alaaddin Sert’e teşekkür ediyoruz.
ALİ EMÎRÎ EFENDİ (M. REŞAT BULUT)
Efendim bu akşam bana ithaf edilen kitapların saygıdeğer
yazarlarını da sahneye davet ediyoruz.
Arş. Gör. VEYSEL KARACA
Efendim, kitap dostu Ali Emîrî Efendi için ne yapsak azdır.
O, ilimde, hikmette, marifette’ bu coğrafyanın harcı olmuş,
çalışmaları ile dünü bugüne taşımıştır. Ben burada onun aziz
hatırasına eserler yazan Bilim adamı, yazar ve şairleri
davet etmek istiyorum. Prof. Dr. Asif Rustemli, Dr. M. Naci
Onur, Şemsettin Ünlü, Doç. Dr. Tarık Özcan, Vedat Güldoğan,
Yrd. Doç. Dr. Süleyman Kaan Yalçın, Yrd. Doç. Dr. Mustafa
Şenel, Yrd. Doç. Dr. Abdulkadir Kıyak, Necati Kanter ve
aramızda bulunan Elazığ Belediye Başkanı M. Süleyman
Selmanoğlu, Elazığ Kültür ve Turizm Müdürü Tahsin Öztürk,
Fuzuli Elyazmaları Enstitüsü Başkanı Prof. Dr. Paşa Kerimli,
Türk Edebiyatı Vakfı Başkanı Servet Kabaklı, Prof. Dr. Kemal
Eraslan, Paşa Demirbağ, Naci Sönmez, Nihat Kazazoğlu sizleri
bu muhteşem programın ardından sahneye davet ediyorum.
Arş. Gör. VEYSEL KARACA
Efendim yazar, şair ve sanatçılarımıza çiçek takdim
edilecektir.
Manas’tan Ali Emîrî Efendi Anısına Kitaplar programı sona
ermiştir. Gönül ve fikir dünyamızı süsleyen değerlerimizle
onların yaptıklarını yürekten alkışlayanlara teşekkür ediyor
iyi geceler diliyorum.
ALİ EMİRİ EFENDİ PANELİ
Ali Emîrî Efendi’ye Saygı programı 15 Mart Cuma günü sabah
saat 09.30’da Harput gezisiyle başladı. İl Kültür ve Turizm
Müdürü Tahsin Öztürk’ün rehberliğinde Harput’taki tarihi
eserler ziyaret edildikten sonra aynı gün saat 14.00’te
Fırat Üniversitesi Bahaddin Öğel Konferans Salonunda “Ali
Emîrî Efendi” Paneli gerçekleşti. Toplantının açılış
konuşması için Elazığ belediye başkanı M. Süleyman
Selmanoğlu kürsüye davet edildi. Oturum başkanlığını Türk
Dil Kurumu Başkanı Prof. Dr. Mustafa S. Kaçalin yaptığı
toplantıya Prof. Dr. Kemal Eraslan, Prof. Dr. Asif Rustemli,
Prof. Dr. İbrahim Yılmazçelik, Melek Gençboyacı, Yrd. Doç.
Dr. Sadık Yazar, Okt. Mustafa Uğurlu Arslan konuşmacı olarak
katıldı. TRT AVAZ tarafından canlı olarak yayınlanan
toplantıda Ali Emîrî Efendi çeşitli yönleri ile ele alındı.
Toplantının sonunda “Dîvânu Lugâti’t Türk’ün Türk kültür
dünyasına yeniden kazandırılmasının 100. yılı olan 2015
yılının Türk dünyasında “Dîvânu Lugâti’t Türk” yılı olarak
ilan edilmesi dile getirildi ve konu ile ilgili gerekli
girişimlerde bulunulması ve bu büyük olayın Türk dünyasında
görkemli törenlerle kutlanması teklif edildi.
REMZİ ÇALIŞIR
Sayın Belediye Başkanım
Fuzûlî Elyazmaları Enstitüsü başkanım
RTÜK temsilcisi
Türk Edebiyatı Vakfı Başkanım
Bilim, kültür ve sanat dünyamızın değerli mensupları,
Kıymetli misafirler,
Değerli kitap dostları
Elazığ Valiliği, Diyarbakır Valiliği, Elazığ Belediye
Başkanlığı, Fırat Üniversitesi Rektörlüğü, Dicle
Üniversitesi Rektörlüğü, Türk Dil Kurumu, Elazığ Ticaret ve
Sanayi Odası, Azerbaycan Milli İlimler Akademisi Fuzûlî
Elyazmaları Enstitüsü, Millet Yazma Eser Kütüphanesi, TRT
Diyarbakır Radyosu’nun katkılarıyla; Elazığ Kültür ve Turizm
Müdürlüğü, Diyarbakır Kültür ve Turizm Müdürlüğü, Türk
Edebiyatı Vakfı, Diyarbakır Kültür Turizm ve Musiki Derneği
ve Manas Yayıncılık’ın ortak çalışmaları ile ortaya konulan
Ali Emir Efendi’ye saygı etkinlikleri çerçevesinde
düzenlenen “Ali Emîrî Efendi” paneline hoş geldiniz.
Şimdi de panelimizin açılış konuşmasını yapmak üzere Elazığ
belediye başkanı Sayın M. Süleyman Selmanoğlu’nu kürsüye
davetimi arz ederim.
M. SÜLEYMAN SELMANOĞLU
Sayın Türk Dil Kurumu Başkanım, Sayın Bölge Müdürüm, Çok
kıymetli hocalarım, sevgili öğrenciler. Sizleri sevgiyle,
saygıyla ve muhabbetle selamlıyorum.
Elazığ ile Diyarbakır şehirlerinin kadim kültürleri ve
bundan kaynaklanan kadim dostlukları vardır. Her iki
şehrimiz de Müslüman Türk tarihinde adından söz ettiren
devlet, siyaset, bilim insanı, yazar, şair ve gönül adamları
yetiştirmiş ve insanlığa ışık tutan hizmetleri hayata
geçiren zirve şehirler olarak kabul görmüşlerdir.
Diyarbakır için Selahattin Eyyubi, Ali Emîrî Efendi, Ziya
Gökalp, Süleyman Nazif, Cahit Sıtkı Tarancı, Ahmet Arif,
Sezai Karakoç ne ise Elazığ için Hacı Hayri Bey, Şair Rahmi,
Beyzade Hazretleri, Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu ve Ahmet
Kabaklı da odur.
Kültür hayatımızı şekillendiren bu zirve şahsiyetler ve
onların bizlere sunduğu ortak paydalar üzerinden iz sürerek
Diyarbakır ve Elazığ’ın değişik vesilelerle bu gibi ortak
etkinlikler yapması ve bunların geniş halk kitleleri
tarafından büyük ilgi görmesi doğaldır. Bu birliktelik bazı
kötü niyetli odakların uzun süreden beri hayata geçirmeye
çalıştıkları ötekileştirme ve ayrıştırma gayretlerine bir
tokat vurmakla kalmamış, kardeşliğin tesisine yönelik
zamanlaması mükemmel bir adım, örnek bir girişim olmuştur.
Elazığ, geçmişte Diyarbakırlı gönül dostlarını ilimizde
ağırlamış ve kültürlerimizi harman yapıp maverada
buluşmuştur. Şimdi de Türk kültür tarihinde önemli bir yere
sahip Dîvânu Lugâti’t Türk adlı şaheseri bir sahafta bulup
onu kültür hayatına kazandıran Diyarbakırlı Ali Emîrî
Efendi’nin manevi gölgesinde yeniden Diyarbakır’la
buluşmanın heyecanını yaşıyoruz.
Böylesine tarih dolu, kültür dolu, edebiyat ve sanat dolu
programlarla bizleri bir araya getiren gönül insanı ve
kültür dostu arkadaşlarımı; saygıdeğer M. Şener Bulut’un
şahsında kutluyorum. Yine bu programa hayat veren, ses veren
Diyarbakır ve Elazığ valilerimize teşekkür ederken, her iki
ilin bürokratlarını, resmi kurum ve sivil toplum örgütleri
ile gönül insanlarını tebrik ediyorum.
REMZİ ÇALIŞIR
Sayın belediye başkanımıza konuşmalarından ötürü teşekkür
ediyoruz. Kıymetli misafirler, değerli izleyiciler, panelin
oturum başkanlığını Türk Dil Kurumu Başkanı Prof. Dr.
Mustafa S. Kaçalin yapacaklardır. Kendilerini ve konuşmacı
olarak panele katılacak olan Emekli Öğretim Üyesi Prof. Dr.
Kemal Eraslan’ı, Azerbaycan Milli İlimler Akademisi Nizami
Gencevi Edebiyat Enstitüsü araştırmacısı Prof. Dr. Asif
Rüstemli, Fırat Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölüm
BaşkanıProf. Dr. Ahmet Buran’ı, Fırat Üniversitesi Tarih
Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. İbrahim Yılmazçelik’i,
Türkiye Yazma Eserler Kurumu Millet Yazma Eser Kütüphanesi
Müdürü Melek Gençboyacı’yı, İstanbul Medeniyet Üniversitesi
Öğretim Üyesi Yard. Doç. Dr. Sadık Yazar’ı, Dicle
Üniversitesi öğretim elemanı Okutman Mustafa Uğurlu Arslan’ı
arz ediyorum.
Buyurunuz efendim.
Kıymetli misafirler izninizle sözü Prof. Dr. Mustafa S.
Kaçalin’e bırakıyorum.
Prof. Dr. MUSTAFA S. KAÇALİN
Hepiniz hoş geldiniz. Değerli mülki ve idari amir şehrimizin
valisi ve belediye başkanı sizlerin takdir ve tensipleriyle
böyle bir teşebbüs gerçekleştiriliyor. Bunun için sizlere
teşekkür ederim. Türk Dil Kurumu’nun değerli bir bilim
adamını anmak için burada bulunmasından şeref duyuyorum. Bu
mekânların bu gibi anmalarla yeşermesi kıpırdanması bir
haraketlilik getirmesi çok güzel bir hadise ve Fırat
Üniversitemizin değerli rektörlüğü bize bu salonu açtı
tahsis etti ve arka planda birçok destekler görünen
görünmeyen birçok destekler verdi kendilerine teşekkür
ediyorum . Bu yanımda sağımda solumda bu masada bulunan
değerli hocalarımızı sizlere sunmacı arkadaşımız takdim
ettiler. Benim de konuşma öncesinde kendilerinden birkaç söz
etmem gerektiğinde ilk tanıtacağım benim sol tarafımda
sizlerin sağ tarafında oturan Millet Kütüphanesi Müdürü veya
Müdiresi araştırmacı Melek Gençboyacı Hanımefendi’ye söz
vermek istiyorum. Melek Gençboyacı Hanım ömrünü kitap
kütüphane ile geçirmiş mesleği kütüphanecilik olan bir
kişidir. Halen Ali Emîrî’nin mülhak kitaplarının bulunduğu
Feyzullah Efendi Medresesi, Daru’l-Hadis Medresesi’nde iki
kütüphane var orda. Millet Kütüphanesi deniliyor içinde
Feyzullah Efendi (Şeyhülislam) ve Ali Emîrî Efendi kitapları
ve dolayısıyla kütüphane olduğu için çevredeki insanlarımıza
hizmet götürmek için yeni neşriyatta tabi ki var. Bu
kütüphanenin müdürü ve Dîvânu Lugâti’t Türk’ümüzün bekçisi
dünyada tek yazması olan eser de şimdi müze salonunda
sergileniyor ve Ali Emîrî Efendimizin merkadi de onun biraz
karşı tarafında elimizi böyle ve gibi tutuğumuzda hafif bir
rampada Fatih Camii’nin kıble tarafındaki haziresindedir
oradan sanki kütüphanesini ve kitaplarını ve Dîvânu Lugâti’t
Türk’ü tarassud ediyor gibi. Şimdi fazla sabrı taşırmadan
lafı uzatmadan işi tadında tutarak hocamıza sözü veriyorum.
Buyurun efendim.
MELEK GENÇBOYACI
Sayın Başkanım, bu güzel sözleriniz için çok teşekkür
ederim.
Sayın Belediye Başkanım, Sayın konuklar ben de hepinize
tekrar hoşgeldiniz diyorum.
Dün olduğu gibi bugün de benim için gerçekten çok özel bir
gün. Kendini kitaplara kitaplarını da milletine vakfeden Ali
Emîrî Efendi’nin 1897 yıllarında görev yaptığı Elazığ’da
bulunmak, doğduğu ve görev yaptığı topraklarda yaşayan
kültür insanlarının büyüklerimizin bir kadirşinaslık örneği
göstererek “Ali Emîrî Efendiye Saygı” programını
gerçekleştiren Elazığ ve Diyarbakır Valiliklerine Fırat ve
Dicle Üniversitelerimize, Elazığ Belediye Başkanlığına
Kültür ve Turizm Müdürlüklerine ve özellikle bu programın
oluşumunu düşünen, gerçekleştiren, en ince ayrıntısına kadar
dört dörtlük hazırlayan Manas Yayıncılığa ve bu kuruluşun
değerli yöneticisi Sayın Şener Bulut’a çok teşekkür
ediyorum.
Bugün Ali Emîrî Efendi hakkında anlatmak istediğim çok şey
var. Ancak bu konuşmamda sizlere kısaca hayat hikâyesini,
Millet Kütüphanesini kurma serüvenini, kendi eserlerini;
biraz sonra arkadaki yansıda tek tek eserin başlangıç ve son
sayfaları ile cilt-tezhip görüntülerinden örnekleri arkadaki
yansıdan görebileceksiniz. Ancak sadece kendi eserlerinin
değil biraz önce hocamızın da dediği gibi bir tesadüf eseri
bulduğu Dîvânu Lugâti’t Türk ve kültürel miras olarak
bizlere bıraktığı diğer eserlerle birlikte örnek
görüntülerle birlikte kısa bilgiler vermek istiyorum.
Hocam, çok konuşursam lütfen beni ikaz edersiniz.
Emîrî, ailesinin son çocuğu olarak 1274/1857 tarihinde
Diyarbakır’da doğan Ali Emîrî Efendi köklü ve aydın bir
aileye mensuptu. Dünyaya geldiğinde annesi çok genç bir
kadın, babası Mehmet Şerif Efendi ise altmış yaşını geçmiş
Diyarbakır-Bağdat arasında kervan işleterek geniş çapta
ticaretle uğraşan bir tüccardı.
Ali Emîrî Efendi’nin doğum tarihi gün ve ay olarak tespit
edilememektedir. Kendisi de Tezkire-i Şuarâ-yı Amid adlı
eserinde doğum tarihini sadece yıl olarak “Velâdet-i
âcizânem 1274 sene-i hicriyyesindedir”. Diyarbakırlı
olduğunu ise V.Murat için yazmış olduğu kasidede “Evet
sultân-ı nazmım şehr-i Âmid taht-gâhımdır “ beyitiyle ifade
eder.
Zengin bir kültür içinde büyümüş, çok erken yaşlardan
itibaren kitap okumaya ve toplamaya başlamış, gençliğinde
ise hat sanatıyla meşgul olmuştu. Güçlü bir hafızaya
sahipti.
Ali Emîrî Efendi’nin hayatı, yaşamı ve milletine duyduğu
derin sevgi ve bağlılığa şöyle bir göz atacak olduğumuzda;
doğum yeri olan Diyarbakır’dan İstanbul’a kadar gelen hayat
serüveninde 67 yıllık ömrüne çok şey sığdırdığını görürüz.
Çocukluğundan itibaren kitap okumaya ve toplamaya başlamış,
Çalışma hayatı memuriyetle geçmiştir. Kâtip ve defterdar
olarak çalıştığı Diyarbakır, Selanik, Adana, Leskovik,
Erzurum, Elazığ Yanya, İşkodra, Halep ve Yemen'den; Osmanlı
coğrafyasında gittiği her bölgeden kitap toplamış, parasının
yetmediği veya sahibi satmadığı için alamadığı kitapları
istinsah etmiş; bir kitaba ulaşmak için tayinini bile
çıkartarak o kitaba ulaşmış bir kişiliğe sahipti.
Ömrü boyunca hiç evlenmemiş, hiç fotoğraf çektirmemiş “nev’i
şahsına münhasır” kişilerden olan Ali Emîrî Efendi adeta
âşık olduğu kitapların satırları arasında dolaşmaktan bîtâb
düşer. Bu yoğun çalışmalarını Divanında şu ifadeleri ile
özetler:
“ Lamba kenarında kitap mütalâa ederken, sabah olmak
defaatla vaki’ oldu. Uyusam kimse yanıma yatamazdı. Okuduğum
kitapları sûret-i alenî ile tekrar edermişim”
Sözleri bize onun kitaplara olan düşkünlüğünü ve de belki
niye evlenmediğini de anlatmak ister.
Bugün hocamıza da söyledim üstünde durmak istediğim önemli
bir konu var. Ali Emîrî Efendi Klasik anlamda bir kitap
koleksiyoncusu sayılmaz. Basmakalıp bir ifadeyle onu
“kitapsever” saymak yanıltıcıdır. Örneklerine Osmanlı kültür
tarihinde sıkça rastladığımız kütüphane kurucularından ise
çok farklı bir kişiliği temsil eder. O halde bu ilginç
kişiliği nasıl tanımlayacağız?
Öncelikle Ali Emîrî Efendi, 19. yüzyıl Osmanlı taşrasının
orta tabaka değerleriyle yetişmiş, muhafazakâr bir
kişiliktir. Kaybolan geleneksel dünyanın bilgisini edinmek
için kitaplara ilgi duymuş, onları bir koleksiyoncu gibi
değil, kitapların kapsadıkları kültürel değerlerini
sahiplenmeye çalışmıştır.
Bu açıdan Emîrî Efendi’nin yaşam felsefesi toplamaktan çok,
okumak üzerinde odaklanır. Küçük yaştan itibaren kitap
toplamayı değil, kitap okumayı düstur edindiğini ısrarla
belirtmesi bundandır. Dikkatlerden kaçan bir başka nokta onu
klasik koleksiyoncu tipinden ayırır. Çeşitli nedenlerle
sahip olamadığı kitapları bizzat kendisi kopya ederek
kütüphanesine kazandırmıştır. 700’den fazla nadir kitabı
istinsah edip kütüphanesine kazandırması bundadır.
Emîri, Osmanlı Devleti’nin farklı coğrafyalarında çeşitli
vesilelerle bulunduğunu Osmanlı Tarih ve Edebiyat
Mecmuası’nda şu şekilde dile getirir: “Rumeli, Anadolu ve
Arabistan kıtalarında on beş vilayette vali ve mutasarrıf
vekâletleri, çeşitli şehirlerde defterdarlık, Rumeli Maliye
Müfettişliği, Muhasebecilik gibi memuriyetlerde birçok
tecrübeler geçirdim… Her vilâyet ahalisi: ‘Bu adam tarafsız
ve çalışkandır. Ahalinin hakkını korur’ diyerek otuz bir
yıllık memuriyet hayatımda hakkımda hiçbir şikâyette
bulunmadılar. Aksine daima saygı gösterip iltifat ettiler.
Ben de onlara kardeşçe davrandım, yardımlarda bulundum.”
Der.
Memuriyet hayatı boyunca ilmî ve edebî faaliyetlerini ara
vermeden sürdürdü.1908 yılında emekliye ayrıldıktan sonra da
hizmete devam ederek Millî Tetebbûlar Encümeni, Tasnîf-i
Vesâik-i Târihiye Encümeni Başkanlığı ile Târih-i Osmânî
Encümeni üyeliği, Başbakanlık Osmanlı Arşivi Dairesi Tasnif
Komisyonu ’nun başında bulunduğu sırada da kendi adına izâfe
edilen “Ali Emîrî Tasnifi”ni meydana getirdi.
Edebiyatçı, şair, usta bir münekkit olan Ali Emîrî
Efendi’nin asıl büyük yanı, hayatı boyunca toplamış olduğu
paha biçilmez değerde kitaplardan oluşan kütüphanesini,
Fatih’te Feyzullah Efendi Medresesi’nde 17 Nisan 1916
yılında kurduğu Millet Kütüphanesi’ne bağışlamasıdır.
Üstelik bütün ısrarlara rağmen kütüphaneye kendi isminin
verilmesini istememiş, “Ben bu kitapları milletim için
topladım ve milletime armağan ediyorum; kütüphanemin ismi de
'Millet Kütüphanesi' olacak!" demiştir.
Kendini ilme ve Milletinin kültürünü yükseltmeye adamış olan
Ali Emîrî Efendi, “MİLLET” isimli şiirinde bu hislerini
şöyle dile getirmiştir.
Hünerverler yetişsin san‘at icad eylesün millet diye
başlayarak
O gafletle geçirse ey Emîrî vakt-i hâzırda
Mezâristan içinde nazmımı yâd eylesün millet
Diye bitirmiştir.
Şiirinde Ali Emîrî Efendi’nin belirttiği gibi, her ne kadar
zamanda kıymeti bilinmemiş de olsa ilerde bir gün mutlaka
kendisinin ve yaptıklarının kıymeti anlaşılacaktı. Ölümünden
sonra yıllarca çeşitli şekillerde anılan, girişimlerimizle
adı İstanbul da bir kültür merkezine verilen ve bu yıl
ölümünün 89. ölüm yılında andığımız Ali Emîrî Efendi
şiirindeki son beyitle sanki ileri görüşlülüğünü ortaya
koymaktadır. Kültür ve Turizm Bakanlığı Türkiye Yazma
Eserler Kurumu Başkanlığımızca da Mirâtü’l-Feva’id’i
baskıdadır. Önümüzdeki yıl 90. ölüm yılında anacağımız Ali
Emîrî Efendi’nin yazdığı bütün eserler başkanlığımızca bir
külliyat halinde de yayımlanacaktır.
Şimdi Ali Emîrî Efendi’nin eserlerinden örnekler
göreceksiniz.
1.Divanları AE Manzum:37.38.39
2.Ezhâr-ı Hakikat: Ali Emîrî Efendi’nin İşkodra'da Berat
sancağının Lusna kazasında iken kaleme aldığı nasihat
türündeki eseridir.,( AE Müteferrik:9150)
3.Levâmîü’l-Hamidiyye: Ali Emirî'nin Sultan Abdülhamit'e
övgü ve tebrik kasidelerinden bazılarını ihtiva etmektedir.
Bu eser padişah tarafından gümüş liyakat madalyasına lâyık
görülmüş ve bir kısmı altın yaldızlı olarak bastırılmıştır.
(AE Manzum: 1080 / 1081)
4.Yanya Şairleri:( AE Ali Emîrî Manzum:1190)
5.Yavuz Sultan Selim Han Hazretleri’nin Türkî Eş’arı
şahanelerinin Tahmisatı: Yavuz Sultan Selim’in Türkçe
şiirlerinin tahmisidir. Emîrî Efendi’nin Osmanlı Tarih ve
Edebiyat Mecmuasındaki makaleleridir . (AE Manzum:53)2
2.Mensur Eserleri:
1.Acâibü’l-Letâif , (AE Tarih:826, 827, 828)
2.Âsafnâme ( AE Tarih: 7)
3.Durûb-ı Emsâl: Millet Yazma Eser Kütüphanesi, AE
Edebiyat:282- 284
4.Esâmî-i Şuarâ-yı Âmid (AE Tarih:781 / 1)
5.Mardin Mülûk-ı Artukiyye Tarihi: (AE Tarih:725)
6.Mir’atü’l-Fevâid Mukaddimesi ( AE Edebiyat:562)
7. Mir’atü’l-Fevâid fî Terâcim-i Şuarâ-yı Âmid: (AE
Tarih:750)
8.Musâhabe-i Edebiyye ( AE Edebiyat: 523)
9. İşkodra Vilâyeti Osmanlı Şairleri: (AE Tarih: 190)
10. Osmanlı Vilâyât-ı Şarkıyyesi:, (AE Tarih:1247)
11.Tezkire-i Şuarâ-i Âmid: (AE Tarih:782)
12.Yemen Hâtırâtı: (AE Tarih:653)
3.Mecmua ve Makaleleri
1.Âmid ( AE Gazete-Mecmûa: 570)
2.Osmanlı Tarih ve Edebiyat Mecmûası (AE Gazete-Mecmûa:571-573)
3.Tarih ve Edebiyat: (AE Gazete-Mecmûa:574)
Ali Emîrî Müteferrik 9774, 13 yk, Rik’a ENMÛZEC TERCÜMESİ,
467/1075 yılında doğmuş 538/1143 yılında vefat etmiş olan
Türk asıllı bir ilim adamı olan Zemahşerî'nin eseridir.
El-Mufassal isimli kitabın özetlenerek yeniden ele alınmış
şeklidir. İstanbul ve Türkiye'nin çeşitli yerlerinde pek çok
yazma nüshası bulunmaktadır. Bu eser Ali Emîrî tarafından
Türkçeye tercüme edilmiştir ancak bu tercümeden şimdiye
kadar kimsenin haberi bulunmamakta idi. Bu tercümenin son
beş sayfası eksiktir. Kanaatimizce Emîrî’nin bu tercümeyi
ölümünden kısa bir süre önce yazdığı ve tamamlamaya ömrünün
yetmediğidir.
Ayrıca Ali Emîrî Efendi’nin kendine ve babasına ait beratlar
da bulunmaktadır.
Ali Emîrî Efendi’nin görüldüğü gibi birçok eseri vardır.
Ancak onun en büyük eseri Kütüphanesidir.
Yahya Kemal’in güzel bir söyleyişiyle
Yekpâre nûr olan bu kütübhâne-i nefîs
Yekpâre servetiydi bu âlemde kendinin
Evet, yegâne servetiydi ve bu servet kolay kazanılmamıştı.
Dişinden, tırnağından arttırarak, birçok zorluğa göğüs
gererek ve diyar diyar dolaşarak.
Şimdi sizlere Ali Emîrî Efendi’nin Kütüphane kurma
serüvenini anlatmak istiyorum.
Ali Emîrî Efendi’nin kütüphane kurmasında milletine karşı
duyduğu büyük saygı ve sevgi, bir diğer sebebi ise eski bir
lâyihada yer alan güzel bir teklifin onda bıraktığı
tesirdir. (Millet Kütüphanesi AE.Mtf 85 numarada kayıtlı) bu
lâyiha Hicrî 1287’de (M.1871) Tahir Münif Paşa tarafından
Maarif Meclisi Başkanlığında bulunduğu sırada, yani paşa
unvanını almadan kaleme alınmıştır
Lâyihada, İstanbul’da devrin ihtiyaçlarını karşılayacak,
Doğu ve Batı kitaplarını da ihtiva eden bir “Millet
Kütüphanesi” kurulması lüzumu belirtiliyor ve bu maksatla
Çemberlitaş’taki yanık Elçiler Hanı arsasına büyük bir bina
inşa edilmesi teklif olunuyordu. Ancak bu teklif hayata
geçirilmemiş sadece yazıda kalmıştı. Bu nedenledir ki Ali
Emîrî Efendi kurduğu kütüphaneye Millet Kütüphanesi adını
verirken bir kenarda unutulmuş olan bu eski lâyihayı da
hatırlamış ve bu fikri gerçekleştirmek istemiştir.
Bu kütüphaneyi kurmasında Şeyhülislam Hayri Efendi ‘den
büyük yardım gören Ali Emîrî kütüphanenin kuruluş sürecini
“Tarih ve Edebiyat Dergileri ile kendi yayınladığı “Osmanlı
Tarih ve Edebiyat Mecmuasında uzun uzun anlatır.
Kütüphane kurması için önce Yerebatan’da bir yer bulunur ama
Emîrî beğenmez onun aklında Ayasofya’daki Şehit Ali Paşa
Kütüphanesi vardır. Şeyhülislam Hayri Efendi ile görüşmesi
sonucunda kütüphane kurması için bu kütüphaneden başka
birçok vakıf binası daha olduğunu öğrenir. Feyzullah Efendi,
Amcazade Hüseyin Paşa ve Damat İbrahim Paşa Medreseleri
bunlardan birkaçıdır.
Emîrî önce Şehid Ali Paşa Kütüphanesi’ni seçer. Ancak bu
kütüphanenin tamire muhtaç olması, savaş sebebiylede bu
tamirin ve savaşın ne zaman biteceği belli olmadığı için bu
sevdasından vazgeçer.
1911 ve 1913 yıllarında çeşitli tamirler gören medresenin
1914’te oldukça harap hale geldiğinden yıktırılıp meydan
olarak halka açılması düşünülmüşse de, 1912 yılında Prens
Said Halim Paşa’nın başkanlığında kurulan İstanbul Âsâr-ı
Atîka Muhipleri Cemiyeti’nin fahri üyesi olan Fransız
büyükelçisi Maurice Bompard’ın (1857-1936) elçiliği
sırasında (1910-1914) eşi Mme. Gabrielle Le Bilignieres
Bompard’ın girişimleriyle yıkımdan vazgeçilmiştir.
Ali Emîrî Efendi (1857-58 Diyarbakır/23 Ocak 1924) bu
sıralarda kendi kitaplarını vakfetmek için bir yer
aramaktaydı. Zamanın Evkaf Nazırı Hayri Bey bu konuyu ele
alarak medreseyi tamir ettirmiş, kalem işlerini yenileterek
Ali Emîrî Efendi’nin kitaplarını buraya getirtmiştir. Ali
Emîrî’nin, kütüphanenin ismini özellikle “Millet
Kütüphanesi” koymak istemesiyle 17 Nisan 1916 yılında
kütüphane bu isimle hizmete girmiştir Ali Emîrî Efendi’nin
kütüphanenin ismini “Millet” olarak koyması büyük bir
ihtimalle Münif Paşa’nın (1246-1830/ 1326-1910)
Lâyiha’sından düşüncesiyle uyanmaktadır. Münif Paşa
“İstanbul’da bir Millet Kütüphanesi” yaptırılması ile ilgili
bu Lâyiha’yı mektupçusu Edhem Pertev Paşa ile birlikte
Sadrazam Âli Paşa’ya sunmuştur (Millet Yazma Eser
Kütüphanesi, Ali Emîrî Müteferrik 85).
Ali Emîrî Efendi’nin 17 Nisan 1916 yılında kurduğu bu eşsiz
kütüphanesinde, başta Türk dilinin ve kültürünün temel
kitabı olan Kaşgarlı Mahmud’un Dîvânu Lugâti’t Türk adlı
eseri olmak üzere kıymetli padişah divanları,
tezhipli-minyatürlü tek nüsha nadir eserler… Kısaca
Türk-İslam dünyasının dil, edebiyat, tarih, coğrafya, tıp,
sanat ve pozitif ilimlerle ilgili paha biçilemeyen el
yazması eserler bulunmaktadır.
Millet Kütüphanesi’nin binası ( 1112 H. / 1700-1701M.)
tarihinde Osmanlı şeyhülislamlarından Erzurumlu Seyyid
Feyzullah Efendi tarafından kurulmuştur. “Darü’l-hadis”
(Hadis İlimleri Fakültesi) Medresesi olarak açılan bu bina
kurucusunun adıyla “ Feyziyye Medresesi” olarak tanınmıştır.
Fevkani dolma bir zemin karşılıklı iki kubbeli bölme ile taş
avludan çıkan bir merdiven ve sağlı sollu iki kapalı revak
altı simetrik, dershane ve kütüphane salonundan ibarettir.
Bu binanın karşısında (L) harfi şeklinde 10 küçük odacıktan
oluşan, bugün kitap depoları ve idare birimi olarak
kullanılan önü revaklı talebe odaları mevcuttur.
Binanın ortasında kalan avlu içinde bir şadırvan ile kesme
taştan ibaret çıkrıklı bir kuyu bulunmaktadır. Bahçesi
köfeki taşından, demir parmaklıklı muntazam bir duvarla
çevrilmiştir.
Osmanlı mimarisinin klasik döneminin sonuna ait değerli bir
anıt olan medresede Lale Devri’nin başlangıcına işaret eden
ayrıntılar varsa da genel olarak klasik çizgiler egemendir.
Dengeli planı ve mimarisiyle ortaya zarif, aydınlık ve ferah
bir mekân olgusu hâkimdir. Ancak gerek cepheyi
hareketlendiren çeşmelerde, gerekse daha geç dönemlerde
yenilenen içteki kalem işi süslemelerde Batılılaşma
döneminin etkileri kendini göstermektedir.
Binanın yan yüzünde nefis kitabeli bir çeşme bulunmaktadır.
Ancak bu çeşmeler Fatih yolu inşası sırasında taş tekneleri
toprağa gömülmüş kullanılamaz durumda idi. Fatih Belediyesi
çeşmenin yolunu düzeltmiş ve kütüphanemizin girişimleri
sonucunda da 2008 yılında bu çeşme kullanılabilir hale
gelmiştir.
Dershane kısmına merdivenle çıkılır. Merdiven kemerinin
üzerindeki oymalı taç arasına, binanın yapılışına Türkçe
olarak düşürülen iki beyitlik kitabesi bir satıra
sığdırılarak yazılmıştır.
Hâce Feyzullah Efendi hazret-i müfti’l-enâm
Eyledi bünyâdına bu dâr-ı ilmin ihtimâm
Lâfzen ü ma’nen dedim itmâmına târîh-i tâm
Bin yüz on ikide hakkâ medrese oldu tamâm
Kütüphane “Feyzullah Efendi ve Ali Emîrî Efendi” olmak üzere
iki ana koleksiyondan oluşmaktadır. 30 bin civarında nadir
yazma ve Arap harfli kitap bulunmaktadır.
Şimdi de Ali Emîrî Efendi’nin kendi eserlerinden başka
bizlere bıraktığı kültürel miras olan kütüphaneyi kurduğu
eserlerden bir kaç örnek de göstermek istiyorum.
Ali Emîrî Efendinin milletine vakfettiği kütüphanesinde
Beylikler zamanında yazılan eserler Aydınoğlu Umur Bey (ö.
749/1348) için Tutmacı adlı bir şair tarafından yazılan (tıp
259/2’de kayıtlı) insanların mizaçlarına uygun yiyecekler ve
içecekler manzum bir şekilde anlatılan Tabîatnâme adlı eser,
Menteşe Beyliği’nden Balat hükümdarı Mehmed Bey’in Barçınlı
Mehmedoğlu Mahmud’a çevirttiği avcılıkla ilgili tek nüshası(
AE Tıp 44 numarada kayıtlı )olan Bâz-nâme,
Hacı Paşa lakabıyla tanınan Celâleddin Hızır (ö. 827/1424?)
tarafından Aydınoğlu İsa Bey (ö. 792/1390’dan sonra) adına
yazılan Teshîl adlı eseri (tıp 259/3)
Aydınoğlu Umur Bey’in isteğiyle Türkçeye çevrilen Müfredât-ı
İbni Baytar
Ve yine tıp konusunda Türkçe yazılmış ilk eser olarak
bilinen ve İshâk bin Murâd tarafından derlenen ( AE e. Tıp
109’da kayıtlı )Edviye-i Müfredât,
Beyliklere ait pek çok nüshası bulunan Candaroğulları
döneminde yazılan 451 yapraklık hacimli bir fıkıh kitabı
Hulviyyât-ı Şâhî, (AE.şeriyye 1292 numarada kayıtlıdır.)
Çoğunun Ali Emîrî tarafından istinsahı yapılan tezkiretü’ş-şu’aralar
dâhil, 15. yüzyılın önemli şairlerinden Şeyhî’nindivanı (AE
.manzum 238)
Avnî mahlaslı Fatih Sultan Mehmed’in divanı (tek nüsha, AE
.manzum 305),
Şehzâde Cem Sultan’ın divanı (AE .manzum 81),
Adlî mahlaslı II. Beyazid’in (AE .manzum 274, 277),
Harîmî mahlaslı Şehzâde Korkut’un (AE .manzum, 104);
Murâdî mahlaslı III. Murâd’ın (AE .manzum 625, 401),
Bahtî mahlaslı I. Ahmed’in (tek nüsha, AE. manzum 53),
Necîb mahlaslı III. Ahmed’in (AE .manzum 529/1),
II. Mahmud’un kızı Âdile Sultan’ın (tek nüsha, AE .manzum
260,),
İlhâmî mahlaslı III. Selîm’in (AE .manzum 63) divanları ve
Ali Emîrî ‘nin üç cilt halinde topladığı Durub-ı emsal’i (AE
.edebiyat, 282-284) ve divanları ,
Müteferrik 143 numarada kayıtlı Muhammed bin Mahmûd
Şirvânî’nin yemek kitabı gibi eserler koleksiyon hakkında
sadece birkaç örnektir.
Bu eserlerin yanı sıra tezhip, minyatür ve konuları
bakımından önemli görülen eserlerden birkaçı da şöyledir.
AE. Arabî 4189. Öncelikle Ali Emîrî koleksiyonu için gerek
yurt içi gerekse yurt dışı yazma kütüphanelerde bulunmayan
ve 1915 yılında Ali Emîrî kendi gayreti ve kitaba olan
merakı ile koleksiyonuna katmış olduğu Türk dilinin ilk Türk
sözlüğü olan Dîvânü lugâti’t-türk adlı eserden bahsetmek
gerekir. Eser, Kâşgarlı Mahmud (ö. 477/1084-85) tarafından
Araplara Türkçeyi öğretmek amacı ile kaleme alınmıştır. Bu
eser Kâşgarlı Mahmud’a Türk dilinin bilinen ilk sözlüğünün
müellifi ve en eski Türk dili araştırmacısı payesini verir.
Bu eser, koleksiyonun en önemli eseridir.
Türklerin başvuru kitabı olarak niteleyebileceğimiz 319
yapraktan oluşan eser hakkında sadece Türkiye’de değil,
bütün yerli ve yabancı Türkologlarca çalışmalar yapılmıştır.
Kâşgarlı’nın 1 Cemaziyelevvel 464/25 Ocak 1072 yılında
başladığı bu eser 12 Cemaziyelâhir 466/12 Şubat 1074
tarihinde bitirilmiştir. 319b’de bu nüshayı aslından
istinsah ettiğini söyleyen müstensih Muhammed b. Ebî Feth
es-Sâvî (daha sonra Dımışkî) eserin istinsah tarihini 27
Şevval 664/1 Ağustos 1266 olarak vermiştir. Eserin şimdiye
kadar dört tıpkıbasımı yapılmıştır.
AE. Coğrafya 1. Pîrî Reis’in (ö. 962/1554) yazdığı Kitâb-ı
bahriyye adlı eseridir. 208 yapraklı bu nüshada Ege ve
Akdeniz kıyılarına ait içinde 136 adet plan ve harita
vardır. Haritacılık tarihi açısından ilk ve daha sonraki
yüzyıllarda bu konuda yazılan eserlere bir esin kaynağı
olması bakımından önemlidir.
AE. Belge 10. Ali Emîrî’nin belgeleri arasında harikulade
ferman ve beratlar da bulunmaktadır. Bir tanesi şöyledir.
Sultan III. Mehmed’in (saltanat yılları 1003/1595-1012/1603)
bir beratın yenilenmesi hususunda verdiği bu berat
115.4x35.3 cm. boyutlarında padişah tuğrası altında celî
dîvânî hatla yazılmıştır.
AE. Tıp 79. Tıp kitapları arasında Sabuncuoğlu lakabıyla
ünlü olan Şerefeddîn Ali b. El-Hâc İlyas (ö. 873/1468’den
sonra) tarafından 870/1465 tarihinde kaleme alınan
Cerrâhiyye-i İlhâniyye’nin üç nüshasından müellif hattı olan
iki nüshasından biri tıp 79’dur. Kitap Fatih Sultan Mehmed’e
sunulduğu için Cerrâhiyyetü’l-hâniyye olarak okunmuşsa da
müellif, eserinin adı için “bu kitâba Cerrâhiyye-i İlhâniyye
diyü ad verdim” demektedir (2b). İkinci müellif hattı nüsha,
Paris nüshasıdır.. Bu nüsha çeşitli ameliyat sahnelerinin ve
aletlerinin minyatürlerini ihtiva etmesi yanı sıra Türkçe
yazılmış ilk cerrahî kitabı olması açısından da büyük önem
taşır,
AE. Tarih 597. Diğer bir konudaki yazma ise bir edebiyat
ustası Nev’î Çelebi Yahya bin Pîr Alî’nin (ö.
996/1587-1588), her türlü konuyu içeren mensur Netâyicü’l-fünûn
ve mehâsinü’l-mütûn adlı çok nüshası bulunan eserinin bu
nüshasıdır. Aslında hacmi oldukça küçük olan tarih, hey’et,
usûl-i fıkıh, fal, rüya gibi on iki fenden bahseden bir
ansiklopedi kitabıdır.
AE. Tarih 772. Âşık Çelebi’nin (ö. 979/1572) 176/ 1568
yılında tamamladığı Türk edebiyatının çok önemli biyografi
eseri olan Meşâ’irü’ş-şu’arâ adlı eserinin bu nüshası
Osmanlı padişahlarına ve şairlerine ait minyatürleri
bulunması dolayısıyla da önemine ayrı bir önem katmıştır.
389 yaprak olan bu nüsha 415 şairin hayat hikâyesi ve
eserlerini içerir. Ayrıca Osman Bey’den başlayarak 11
padişah dâhil olmak üzere 87 minyatür ihtiva eder.
AE. Tarih 803. İsmail Zühdî’nin (ö. 1137/1724-25) Mîzânü’l-hat
‘alâ vaz’ı üstâdi’s-sultanı selef adlı Arapça eser, görsel
açıdan oldukça değerli bir nüshadır
AE. Tarih 822. Yasincizade Seyyid Abdülvehhâb Efendi’nin 20
Ramazan 1225/19 Ekim 1910 yılında elçi olarak İran’a
giderken yolculuğu adım adım izleyen, bu sefaretnamenin hem
yazarı hem de Farsça tercümanı olan Bozoklu Osman Şakir
Efendi’nin (ö. 1817) Musavver İran Sefaretnamesi’dir.
Bozoklu, bu eseri 1226/1811’de yazmıştır. 55 yapraktan
oluşan bu küçük eserin içinde 31 adet minyatür
bulunmaktadır. Üsküdar’dan başlayan yolculukta Tahran’a
kadar görülen önemli şehirlerin minyatürlerini ihtiva eden
bu sefaretnamenin minyatürleri -belki bunlara resim demek
daha doğru olabilir- acemice görünüyorsa da bu yolculukta
görülen yerler hakkında görsel bilgiler vermesi bakımından
önemlidir.
AE. Tarih 836. Yirmisekiz Mehmed Çelebi’nin (ö. 1145/1732)
III. Ahmed tarafından Fransa’ya elçi olarak gönderildiğinde
Fransa’nın kimi şehirlerinde gördüklerini Seferetnâme-i
Fransa adıyla bir eser yazmıştır.
Ae. Tarih? 930. Suyolu haritasıdır. Suyolu Nazırı Davud
tarafından III. Murâd zamanında 992/1584 yılında yapılmış
olup boyutları 27x86 cm’dir. Halkalı Su yolları’na aittir.
AE. Manzum 951. Mir Haydar-ı Meczûb’un (ö. XV. yüzyılın ilk
yarısı) Nizâmî’nin (ö. 611/1214?) Mahzenü’l-esrâr adlı
mesnevisine aynı adda bir nazire yazmıştır. Çağatay Türkçesi
ile yazılan bu eserde müellif kendisinde “Haydar-ı tilbe”
olarak söz eder. Eser, hem yaşadığı dönemin güçlü şairi
olması hem de bu nüshanın üç minyatür ihtiva etmesi
bakımından ayrı bir önemi vardır
AE. Farsça 1058. Firdevsi-i Tûsî’nin (ö. 411/1020) ünlü
destanı Şehnâme adlı eserini 408/1018 yılından sonra
tamamlamıştır. Manzum olarak kaleme alınan eser yazmalara
göre 48000 ile 52000 beyit arasında değişmektedir Eser
Sultan Mahmud’a (ö. 421/1030) sunulmuştur.
AE . Tarih 1216. İnsanların fiziki özelliklerine bakarak
onların kişilikleriyle çıkarımlar yapmaya “kıyafet ilmi”
denmektedir. III. Murâd döneminin önemli tarihçilerinden
Lokman b. Hüseyin’in (ö. 1010/1601’den sonra) 996/1588
yılında yazdığı 63 yapraklık Kıyâfetü’l-insâniyye fî
şemâ’ili’l-Osmâniyye adlı Osman Gazi’den III. Murâd’a kadar
12 padişahın minyatürünü ihtiva eden eserinin tek ve müellif
nüshasıdır. Her padişahın doğum tarihi verilerek kısaca
hayatı anlatıldıktan sonra fiziki özellikleri (hilyeleri)
kaydedilmiştir.
AE. Manzum 1307. Ali Emîrî koleksiyonunda her konuda eser
olduğu daha önceden de belirtilmişti. Lale ve çiçeklerle
ilgili birçok eser olduğunu ifade ettikten sonra Mahmûd
Muhtârî tarafından derlenen Şükûfe-nâme adlı bir mecmuanın
çeşitli çiçeklerin minyatürleri ve o çiçeklerle ilgili
beyitler kayıtlıdır.
Kısaca söylenecek olursa Ali Emîrî Efendi gerçekten çok
değerli yazma eserler toplamış ve her konuda eser toplamayı
hedeflemiştir. Sadece minyatür, cilt ve tezhip bakımından
önemli eserler değil, eserinin önemini düşünerek milletine
ve gelecek nesillere unutulmaz, değerli bir hazine
bırakmıştır. Ali Emîrî Efendi hem kitap meraklısı hem de
aklına koyduğu bir yazma kendisinde yoksa ne yapıp edip ona
sahip olmak isteyen bir kişiliğe sahipti. Elde edemediği bir
eseri bizzat istinsah ederek koleksiyonuna katıyordu.
Mesela tezkire türünden tarih 780’de kayıtlı Yümnî (ö.
1077/1666-1667) tezkiresi,
Manzum 40’taki Seyyid Mehmed Emir Çelebi’nin (ö.
1137/1724-1725) Âmidî mahlasıyla yazdığı divanı gibi.
Bu sadece verilen iki örnektir. Ali Emîrî’nin istinsah
ettiği kitapların bu iki örnekten daha fazla olduğu da
malumunuzdur.
Ali Emîrî Efendi, edebiyatçı, şair, tarihçi ve gazeteci
olarak ilim âlemine birçok eser kazandırmış, 1916 yılında
Feyzullah Efendi Medresesin’de Millet Kütüphanesi’ni kurarak
kültür hayatımıza da büyük bir hizmette bulunmuştur.
Kendisini kitaplara, kitaplarını da milletine vakfetmiştir.
Sonuç olarak:
Diyarbakır’dan İstanbul’a kadar gelen hayat serüveninde
Meşrutiyet’in son yıllarında yaşamış, Cumhuriyet’in
kuruluşuna şahit olmuş ölümüne kadar yani 1924 yılına kadar
kütüphanesinin müdürlüğünü yapmıştır. Mezarı Fatih Camii
haziresindedir.
Ali Emîrî Efendi,’nin ölümü üzerine birçok meşhur edebiyatçı
ve şair yazı yazmıştır.
Ancak O’ nu en iyi anlatan, ebedileştiren şiir, şüphesiz.
Muhtâc isen füyûzuna eslâf pendinin
Diz çök önünde şimdi Emîrî Efendi’nin
Diyen Yahya Kemal’in yazdığı gazeldir. Hepinize çok teşekkür
ediyorum.
Prof. Dr. MUSTAFA S. KAÇALİN
Millet Kütüphanesi Müdürü Sayın Melek Gençboyacı
hanımefendiye teşekkür ediyorum. Kilometrelerce uzaktan
gelerek bu toplantımızı şereflendiren Azerbaycan Milli
İlimiler Akademisi Nizami Gencevi Edebiyat Enstitüsü
filologya ilimleri doktoru Profösör Asif Rüstemli beye söz
veriyorum. Buyursunlar.
Prof. Dr. ASİF RÜSTEMLİ
Teşekkür ediyorum. Biz Azerbaycan’dan dostum Milli İlimler
Akademisi’nin Fuzuli El Yazmaları Enstitüsü Başkanı Prof.
Dr. Paşa Kerimov ile birlikte geldik. Dünden itibaren biz
aslında Ali Emîrî Bayramında yaşıyoruz nefes alıyoruz. Kitap
bayramında özümüzü hissediyoruz. Hem Ali Emîrî’ye saygı hem
kitaba kitap medeniyetine hürmetle ihtiramım çok güzel
numuneleriyle biz tanış olduk ve sevindik; gelin açık itiraf
edeyim ki genel olarak dünyamızda, Türk dünyasında özellikle
Azerbaycan’da güman ediyorum ki Türkiye’de de böyledir.
İnsanların genel kanaati çoğunluğu şimdiki zamanda kitaplar
az okunuyor. Çünkü kitapları avaz eden sosyal şebekeler var,
televizyon kanalları var, matbuat organları var yani bu
düşüncede olanlar özel olarak Azerbaycan’da azlık teşkil
etmiyor ve bu bakımdan Türkiye’de Elazığ’da böyle bir
bayramın geçirilmesi yani kitaba muhabbet bayramının
geçirilmesi büyük ehemmiyet kesb eyleyen bir işdir. Büyük
devletçiliğimize hizmet eden bir işdir. Sizin ezberden
bildiğiniz benim ise hatırlatmak istediğim Gazi Mustafa
Kemal Atatürk’ün bir fikrini vurgulamak istiyorum. Türkiye
Cumhuriyeti’nin temeli medeniyete dayalıdır yani medeniyet
olmadan öz cumhuriyetimizi koruyup saklamak mümkünsüzdür.
Bugünler Ali Emîrî’nin aslında ne doğum yılı kutlamasıdır ve
yahut onun Türk dünyasına bağışladığı, bahşettiği Muhmut
Kaşkari’nin o muhteşem eseri Dîvânü lugāti’t-Türk ’nün de
kutlaması değil aslında ise bana öyle geliyor ki o muhteşem
kutlamalara hazırlığın temelleri atılıyor. Bugünlerde burada
biliyorum ki Elazığlıların geçirdiği bu muhteşem kitap
bayramında hem de Ali Emîrî Efendi’nin doğulduğu yetiştiği
boya başa çattığı Diyarbakır’dan da gelen insanlar var ve
yarın da bu tedbir inanıyorum ki bu güzellikte bu seviyede
devam edecektir. Melek Gençboyacı Hanım çok doğru söyledi
yani 2015 yılında artık Dîvânu Lugâti’t Türk’ün bulunmasının
100. yılı; yani bir asrı tamam olur ve üze çıktığı andan
tapıldığı günden aslında bütün ziyalıların, aydınların Türk
Dünyasının dikkatini celb eden bir hadisedir. Dün de bu
konularda sohbetler yapıldı. Bugün de hususi olarak
vurgulamak istiyorum ki Ali Emîrî’nin Dîvânu Lugâti’t Türk
bulması üze çıkarması onun basılmasına nail olması belki de
ilk bakışta bir o kadar da büyük bir hadise değil. Ancak
hadisenin benim kanatimce büyüklüğü muhteşemliği nehenkliği
ondadır ki bir zergev dakikliğiyle bir mütahassıs gibi
hadisenin migyasını maştabını Ali Emîrî vaktinde zamanında
çok güzel duymuştu ve onun eline geçtiğinde ilk sayfalarına
bakarken bilmişti ki onun her sayfası altınla hesaplanır
veyahut hiçbir altın o kitabın o medeniyet abidesinin
kıymetini değerini meyenleştirebilmez bu bakımdan hesap
ediyorum ki Ali Emîrî Mahmut Kaşgari’yi Türk dünyasına
tanıttı. Ali Emîrî Mahmut Kaşgari’yi bana öyle geliyor ki
gizli karanlıklardan derinliklerden tapıp üze çıkarttı gün
ışığına çıkarttı ve bütün dünya medeniyetine takdim etti.
Ali Emîrî’nin hizmetini hesap ediyorum ki ancak onun 30-33
altın vermesiyle hesaplamak katiyyen doğru değildir. Aslında
Ali Emîrî Mahmut Kaşgari gibi bir nehengi Türk dünyası için
kazandırdı. Biz Dîvânu Lugâti’t Türk’ün mükemelliğini onun
değerini muayyenleştirmeye çalıştırdığımızda malumdur ki
Mahmut Kaşgari’nin hiç de bu kitap onun yegâne eseri değil
tek eseri değil çok ihtimal ki bu mükemel ve güzel bir
abideyi yaratan insanın çok sayılı eserleri olur. Ancak o
eserlerden şimdi elimizde olanı var mı? Yoktur şimdi yoktur
çok güman ki olması ihtimali çok güçlüdür. Çünkü birden bire
hiç kimse eline bir kalem alıp böyle bir mükemel eseri
yazamaz; böyle bir mükemel eseri ortaya konulması birinci
defada mümkün değildir ve uzun bir enane ve tecrübe sözsüz
ki hemin insana tecrübe anane kazandırır ve Türk dünyasında
dünya medeniyetinde bu günleri dünya kitap medeniyetinde
hususi ile tanınan ve seçilen Dîvânu Lugâti’t Türk’ün üze
çıkartılması dünya okuyucularına bağışlanmasında yegâne
hizmet tek hizmet tabii ki Ali Emîrî’dir ben hesap ediyorum
ki Ali Emîrî Efendi Dîvânu Lugâti’t Türk’ün müelliflerinden
biridir. Dîvânu Lugâti’t Türk’ünikinci müellifi ikinci
dünyaya getireni bence Ali Emîrî’dir böyle bir değerlendirme
yaptığımızda Ali Emîrî’nin gördüğü işin ehemmiyetini
kıymetlendirmekte bence mütahıssıslar da zorluk çekiyor ve
ifade etmek istiyorum ki özellikle sözlerimin başında
vurguladığım bir hususu yeniden vurgulamak istiyorum. 15.
yüzyılda üze çıkan Mahmut Kaşgari’nin Dîvânu Lugâti’t Türk
eserinin iki yıl sonra 2015 tarihinde 100. yılı tamam
olacaktır. Bütün dünya Türklerinin iştirak edebileciği bir
kutlama yapılması son derece önemlidir ve zaruridir. Niye
zaruridir çünkü bildiğiniz gibi iki yıl sonra dünya
Türklerinin düşmanı Ermeniler sahte bir soykırım ile alakalı
dünya çapında bir iftira kampanyasını başlatacaklardır ve
şimdiden buna karşı çok ciddi hazırlıklar başlatılmalıdır.
Ermenilerin bu iddalarına karşı bu hususda hakikatlerin
dünyaya anlatılmasında en güzel çalışmalardan biri de hiç
şüphesiz Ali Emîrî Efendi’nin gün yüzüne çıkardığı Dîvânu
Lugâti’t Türk’ün ortaya konulması ve bir kutlama programının
hazırlanmasıdır. Şimdi bana diye bilirsiniz ki bu iki hadise
arasında nasıl bir bağlantı kuruyorsunuz evet, en büyük
alaka odur ki Dîvânu Lugâti’t Türk gibi bir esere kıymet
veren ve onu yaratan halk katliam yapamaz dünyada adaletsiz
bir işi görebilmez ve bu bakımdan öz medeniyetimizin bütün
muhteşemliğini ortaya konumlası için Elazığlılar çok doğru
bir faaliyeti başlatmış oldular. Bu münasebetle Elâzığ
Valiliğini, Belediye Başkanlığını hususi olarak dostumuz
Süleyman Selmanoğlu’nu Fırat Üniversitesi’nin kıymetli
alimlerini Manas Yayıncılığı’n rehberi Şener Bulut’a bu
hizmetlerinden dolayı teşekkür ediyorum. Gelecekteki
muhteşem işlerinde onlara uğurlar arzuluyorum dikkatiniz
için sağolun.
Prof. Dr. MUSTAFA S. KAÇALİN
Asif Rüstemli hocamıza teşekkür ediyorum Ali Emîrî
Efendimizin hemşehrisi Diyarbakırlı sayın Prof. Dr. Kemal
Eraslan hocam sizlere hitap edecek. Kendisi eski Türkçe
-eski Türkçe deyince 1928 öncesi Arap harfli metinler değil
Anadolu’ya gelene kadar yani Malazgirt 1070, 1100, 1200,
Anadolu’ya gelene kadar ki yılların değişik coğrafyalarda
bize sunduğu eserleri Turfan, Kaşgar, Harezm, Saray ve
İskenderiye gibi değişik mekanlardaki sunduğu eserlerin
hocası- eski Türkçe hocası hocam ve Alişir Nevayi
dolayısıyla Çağatayca yazan ülemanın dilini bize aktaran ve
tanıtan kişi. Şimdi kendisini dinliyoruz.
Prof. Dr. KEMAL ERASLAN
Evvela teşekkür ediyorum Sayın Başkana, Sayın Valim, Sayın
Belediye Başkanım, Sayın Üniversitemizin değerli
yöneticileri meslektaşlarım ve misafirlerimiz, hepinizi
saygıyla selamlarım. Ali Emîrî Efendi benim hemşerim olmak
sebebiyle bir daha başka türlü bende tesir uyandırmaktadır.
Şimdi eli öpülecek insan azdır toplumlarda hele mevcut
imkânlarıyla ölmez eser bırakan insan sayısı oldukça azdır.
Ama imkânları çok olup da geleceğe hiç bir şey bırakmayan
insan sayımız da çoktur. Şimdi bununla karşılaştırma
yaptığımız zaman Ali Emîrî Efendi hakikaten eli öpülecek bir
insan bugün ebediyete intikal ettiği için rahmetle anılacak
bir insan böyle bir insanı anmak için demin belirttiler
takdim konuşmasında; kuruluşları valilik Belediye üniversite
ve diğer sivil toplum kuruluşlarını tebrik etmek lazım keşke
kalıcı eser bırakan bu tip eli öpülecek insanları çok daha
güzel bir şekilde ağırlasak tanıtsak gençlere bunlara örnek
versek ben konuşmamda biraz hem nalına hem mıhına vurursam
başta Sayın Valimden ve Belediye reisimden özür dilerim
çünkü bazı şeylere karşı tahammülüm biraz az. Bunda yaşımın
da tesiri olsa gerek, bazı şeyleri kolay kolay
affedemiyorum. Dünya kadar zenginimiz var dikkat ediyorum.
Kültür hususunda biraz cimri davranıyorlar ama başka
hususlarda çok bonkörler ne olur biraz da kültür sahasında
cömertlik gösterin. Şimdi Ali Emîrî Efendi’yi bunlarla
mukayese ettiğiniz zaman zavallı merhum bütün servetini ki o
zamana göre öyle büyük bir servet değil hepsini milletine
hizmet için bağışlamış bir adam. Şüphesiz çok basit bir
hayat yaşıyordu Ali Emîrî Efendi, daha lüks bir hayat
yaşayabilirdi; ama kitap alma sevdası onu başka türlü
yaşatamazdı. Bu kitap alma kütüphane kurma bir hastalıktır.
İnsanın kanına girdi mi aç kalmaya razı olursunuz ama
gözünüze çarpan bir kitabı almaktan vazgeçemezsiniz. Bugün
kütüphane sahibi olanların hepsi kütüphanesini bu şekilde
kurmuştur. Hiçbir zaman bir zengin milyonlarını yatırıp da
bir kütüphane kurmaz mümkün değildir bu; ama okul harçlığını
dahi kitaba yatıran maaşının büyük bir kısmını kitaba
yatıran insanlar kütüphane kurar ve bu kütüphaneyi milletin
istifadesine sunar. Örnek Ali Emîrî Efendi, örnek Konya’da
İzzet Koyunoğlu rahmetli, ben yakından tanıyorum İzzet
Koyunoğlu rahmetliyi. Bu adam demir yollarında bir görevli,
bütün Anadolu’yu geziyor, aldığı maaşı nerde bir kitap görse
nerde bir folklorik eser görse nerde bir arkeolojik değeri
olan eser görse maaşını çıkarıp veriyor onu alıyor. Konya’da
mütevazı bir evde yaşardı. Bütün bu topladığı malzemeleri
gösterirdi. Çoluk çocuğu yok kendisine hizmet eden Ayşe
Hanım isminde bir kadıncağaz vardı. Bu topladığı eserleri,
kitapları diğer unsurları seyredenlerden birer lira alırdı;
o da Ayşe Hanım’ın maaşını karşılamak için çünkü adamcağazın
rahmetlinin ona verecek parası yoktu. Vefatından sonra bütün
kitabı, bütün bu folklorik malzemelerini Konya Belediyesi’ne
bıraktı. Ama Konya Belediyesi de bir kadirşinaslık gösterdi.
Evini “Konya Evi” olarak yeniledi ve evinin yanında güzel
bir müze yaptı. Bütün bu eserleri orada sergiledi. Şimdi
böyle dişinden tırnağından artırarak kütüphane kurmuş pek
çok insan var. Bunların bir kısmı üniversitelere bağışlıyor,
kurumlara bağışlıyor hayatta olmayanları rahmetle anmak
lazım. Ama bir kısmı maalesef bunu yapmıyor kitap piyasaya
düşüyor dağılıyor, bunlardan yine tanıdığım birini misal
vereyim. Bir Ziraat Bankası Müdürü Fahri Bey vardı. Nur
içinde yatsın, bu Kütahya’da Ziraat Bankası Müdürüydü, o
yıllarda asistandım, gittiğimizde ziyaret ettik. Hocam
merhum Ahmet Ateş Bey ile kütüphanesini bize gezdirdi. Dünya
kadar yazma eser de var ve kolleksiyonlar var. Bütün tarih
kolleksiyonları, hatırat kolleksiyonları, ansiklopediler
muazzam bir kütüphane… Aradan seneler geçti İstanbul’a
geldi; bir gün onu İstanbul’da gördüm, emekli olmuş. “Gel
gel Kemal.” dedi. Bir kitapçıya girdik sahaf yazma eser
satıyor. Hiç unutmuyorum Bağdatlı Ruhi Divanı varmış orada,
görmüş 5 liradan istemiş beni şahit götürüyor, 5 lirayı
çıkardı kitabı aldı. Koynuna soktu elimden tuttu haydi
çıkalım sebep kitapçı cayıp da satmaktan vazgeçmesin diye
apar topar dışarıya çıktık. “Oh dedi be, bu kitaba da sahip
olduk.” O duyduğu sevinci 5 yaşındaki çocuk duymaz yahu öyle
sevinci, işte kitap merakı budur. Kitap hastalığı budur,
kitap yoluyla millete hizmet etmek budur. Karısı bir de
çocuğu vardı. Vefat ettikten sonra onlara bir kuruş
bırakmadı çünkü bütün servetini, parasını, maaşını kitaba
yatırmıştı. Ailesi geçinmek için 125 bin liraya bugün için
paha biçilemeyecek kütüphaneyi satışa çıkardı.
Üniversitelerimiz almadı takdir etmek lazım Milli
Kütüphane’nin müdürü Müjgan Hanım derhal işe el koydu, bu
kütüphaneyi bugün Milli Kütüphane’de koruma altına aldı ve
dağılmaktan kurtardı.
Şimdi bunları niye anlatıyorum? Şöyle düşünüyorum: İnsan
hasta olursa hastaneye ihtiyaç var. İbadet etmek isterse
ibadethanye ihtiyaç var. E peki aklını geliştirmek isterse
akıl hastanesi yok, normal akıl için hasta olan akıllar için
akıl hastanesi var ama normal akıl için yok; peki normal
aklın gelişme yeri neresidir? Kitaplıktır, şimdi düşünün bir
kitaplık bırakmak aslında binlerce okuyucunun aklının
gelişmesine hizmet etmek demektir. Böyle bir adamın eli
öpülmez mi, vefatından sonra 40 defa ruhuna fatiha okunmaz
mı, benim hemşerim olduğu için söylemiyorum. Ama o ve onun
gibi herkesi şükranla anmamız vazifemiz. Kütüphane kurmuş
çok güzel bir hizmet keşke imkânı olanlar bunun gibi
binlerce kütüphane kursalar, akıl gelişmesi için kitaba
ihtiyaç var, okumaya ihtiyaç var. Ben bugün üzülüyorum,
kızıyorum, Vapurda otobüste görüyorum okuyanlara bakıyorum
spor sayfası okuyor, başka magazin sayfalarını okuyor, yahu
gazetelerin yarısı spor, yarısı magazin, yarısı reklam, üç
tane yazı içinde ya var, ya yok. Batının gazeteleri bu kadar
reklama spora magazine boğulmuş değil yahu. Tek tük orda
görürsünüz. Bizde maşallah rengârenk magazin. En ciddi
gazete bile magazine bulanmış vaziyette. Gelin de siz şimdi
kızmayın. Benim yaşım 80 yahu. Ben bugüne kadar inandığım
bir yolda yaşamış gelmişim, iyi kötü bir kütüphane kurmuşum.
O kütüphaneyi ben biliyorum, harçlığımı gider Cağaloğlu’ndan
80 kuruşa, 50 kuruşa, 60 kuruşa kitap alırdım. O zaman ki
bundan 67-68 sene evvel Milli Eğitim Bakanlığı’nın çıkardığı
Tercüme Dergisi ve tercüme eserler serisi vardı. 1 lira, 1,5
lira Varlık Kitapevi 1 liraya zamanın hikâyecilerinin
şairlerinin, romancılarının eserlerini yayınlardı. 1 lira,
ben Coğaloğlu’nda gider o kitapları alırdım ve
Coğaloğlu’ndan Çapa’ya kadar yaya gelirdim. Ama o kitabı
alıp da koynuma koyduğum zaman benden daha mutlu daha
sevinçli insan yoktu. Ali Emîrî Efendi bir hizmetiyle bize
aklımızı geliştirecek bize ufuklar açacak, bize geçmişimizi
tanıtacak bize geleceğimize kuvvetle yönelmemizi sağlayacak
bir kütüphane bıraktı.
Bu birinci büyük hizmeti. İkinci hizmeti divan, peki bu
divan denilen eserin önemi ne? Onun gibi birçok yazma var.
Peki, bunun önemi ne? Neden bu eser önemli de Ali Emîrî
Efendi bu eseri bize kazandırmakla ikinci büyük cennetin
ortasını satın alacak kadar. Cennetin ortasını hak edecek
kadar büyük bir iş yapmış oldu. Sebebi şu, bizim
İslamiyet’ten önceki Türk tarihimizi Türk kültürümüzü
anlatan iki kaynak var. Bunlardan biri Göktürklerin
bıraktığı abideler, diğeri de yerleşik hayata geçen
Uygurların bıraktığı eserler. Uygurların bıraktığı eserlerin
yüzde 90’ı Budist dinine ait, eserlerin yüzde 10’u Mani
dinine ait eserler çünkü Uygurların büyük bir kısmı
Budizm’i, az bir kısmı da Mani dinini kabul etmiştir. Orda
Uygur hayatına ait, kültürüne ait, sanatına ait bilgilerimiz
var. Uygurlardan kalan bazı, ibadet manastır türünden
eserler de var. Bunların bir çoğu yıkılmış harab olmuş, ama
bir kısmı ayakta, eserlerinin bir kısmı minyetürlü, biz o
minyetürlerden de Uygurların hayatı hakkında da bilgi
ediniyoruz. Uygurların şehirleri yerle bir olmuş. Turfan
yerle bir, merkezleri Foça toz toprak haline gelmiş çünkü
taş değil kerpiç evler, kerpiç şehirler, aradan bin sene
geçmiş bin senenin iklim şartlarına kerpiç dayanır mı?
Dayanmaz, toz toprak bir tek Bezeklik bugün ayakta. Bir
şehir, tuhaf bir şehir bir dağ yamacı; yol yapmışlar
kademeli ve yolun yanından dağı delmişler, odalar yapmışlar,
orada yaşıyorlar. Bu kademelere giriş yeri bir tane, orayı
kapadılar mı kendilerini emniyete alıyorlar. Ben bir
vesileyle gittim, o bölgeleri gezdim. Bu şehri de gezdim,
odaların duvarları, tavanı renkli minyetürlerle, mozaiklerle
süslü. Gerçi yer yer harab olmuş.
Eski İslam’dan önceki hayatımıza ait bilgilerimiz bu
kaynaktan. İslamiyet’te iki tane, üç tane kaynak var: Bir
Kaşgarlı Mahmut’un eseri, ikincisi Yusuf Has Hacip’in eseri,
üçüncüsü Edip Ahmet’in eseri. Bir kısa devre sonra tercüme
edilen Kuran’ı Kerimler var. Kur’an’ı Kerim tercümeleri,
Kutatgu Bilig İslami Türk düşüncesinin yeniden
yapılanmasını, devlet nizamı olarak sosyal hayat olarak
eğitim olarak insan olarak yeniden yapılanmasını anlatan,
prensiplerini belirleyen, esaslarını ortaya koyan bir eser.
Nur içinde yatsın Yusuf Has Hacip Kaşgar şehirinde kabrinin
üzerine çok güzel bir türbe yapmışlar. Türbenin bütün
etrafında Kutadgu Bilig’ten alınan beyitler… Hayran kaldım.
İkinci önemli eser Kaşgarlı Mahmut’un eseri, bu da Kaşgar
şehrine yakın Opal köyü var. 10 -15 km uzakta köyde eski bir
kabristan var. Kaşgarlı’nın mezarı o kabristandaymış fakat
bugün kabristanın yanında bahçe içinde çok güzel bir türbe
yapmışlar ordaki sandukasını alıp getirmişler. Bu türbeye
koymuşlar. Girişte heykelini yapmışlar ve bir saygı işareti
göstermişler, peki eseri ne. Eseri Türklerin ilk seyyahı,
Türklerin ilk Radlof’u, Türklerin ilk sözlük yazanı, gezmiş
orta Asya’yı Türk kabilelerini gezmiş, Kazakları,
Kırgızları, Çiğilleri yağmalıları Peçenekleri, Oğuzları
hepsini gezmiş ömrünü bu yerleri gezmekle ve halkın
konuştuğu kelimeleri folklor malzemelerini destanlarını
destan parçalarını, tarihi, yaşayışla ilgili bilgileri
toplamış bu eserde. Tek eser; Kaşgarlı’nın bu eseri olmasa
biz o devrin ne diline, ne kültürüne, ne folkloruna, ne
efsanelerine, nede destanlarına sahip olmayacaktık. Bilgi
edinemeyecektik. Böyle bir adama rahmet okunup hayatta olsa
yüz defa eli öpülmez mi? Aradan 6-7 asır 8 asır geçiyor, 8
asır sonra Radlof çıkıyor. 20 sene Orta Asya’yı dolaşıyor
Türk kabilelerinden tespit ettiği kelimeleri dört kalın cilt
halinde Türk dilinin mukayeseli sözlüğünü meydana getiriyor.
Kaşgarlı 8 asır önce bu hizmeti yapmış. Dolayısıyla biz
Kaşgarlı’yı anmak, onu dünyaya tanıtımak ki tanınıyor ama
daha da çok tanıtmak durumdayız. İşte Ali Emîrî Efendi’nin
hizmeti bu çerçeve içinde ele alınmalı; hemşerim olarak ben
kendisini çok daha rahmetle anıyorum. Manen defalarca elini
öpüyorum. Keşke görmek nasip olsaydı. Ama bugün onu anmak,
rahmetle yadetmek benim için bir hemşerilik borcudur. Bu
borcu yerine getirdiğim için de mutluyum çok teşekkür
ederim.
Prof. Dr. MUSTAFA S. KAÇALİN
Hocamıza teşekkür ediyorum. Evet, şimdi de ev sahibimiz
Fırat Üniversitesi Tarih Bölümü öğretim üyelerinden Prof.
Dr. İbrahim Yılmazçelik, bize Melek Ahmed Paşa ile ilgili
bilgi sunacaklar. Buyurunuz.
Prof. Dr. İBRAHİM YILMAZÇELİK
Teşekkür ederim. Sayın Başkan, muhterem dinleyenler. Sayın
başkanım da biraz önce ifade etti. Özellikle Melek Ahmet
Paşa denildiği zaman akla hemen ilk gelen sadrazamlık yapmış
olan Damad-ı şehr-i yâri diye bildiğimiz daha sonra Evliya
Çelebi’nin hamiliğini yapmış Melek Ahmet Paşa’dır. Ancak
bununla beraber özellikle bizim burada hayat hikâyesi
hakkında konuşacağımız asıl Melek Ahmet Paşa ise kendisi
Diyarbakırlı olan Melek Ahmet Paşa’dır. Bunun hayat
hikâyesini ise Ali Emîrî’den naklen vereceğiz. Hayat
hikâyesi hakkında konuşacağımız asıl Melek Ahmet Paşa
kendisi Diyarbakırlı olup, o da Musul valiliği yapmıştır.
Ali Emîrî’yi çeşitli yönleriyle tanıttığımız bu toplantıda
başta Türk dünyasına kazandırmış olduğu büyük eseri, Dîvânu
Lugâti’t Türk hakkında özellikle oturuma katılan hocalarımız
çok kıymetli bilgiler verdiler. Onun eserleri hakkında gayet
güzel bilgiler ortaya konuldu.
Ali Emîrî Efendi’nin eserlerine baktığımız zaman Ali
Emîrî’nin aynı zamanda tarih ilmi ile de uğraştığını ve
tarihle ilgili de oldukça kıymetli eserler meydana getirmiş
olduğunu biz görüyoruz. Mesela bunlar arasında tabii pek çok
eseri var ama özellikle Osmanlı Vilâyât-ı Şarkiyesi’ni ayrı
saymak lazım. Bunun hakkında bilgi veren kaynaklar,
özellikle de Ahmet Vefik bu eserde Ali Emîrî’nin vatanın
hukukunu müdafaa ettiğini ve onun ilk ve son siyasi eseri
olduğunu özellikle altını çizerek söylüyor ki bu da sebepsiz
değildir. Yani bu eser yazılmış olduğu dönemde özellikle
Ermenilerin doğu vilayetleri hakkındaki iddialarına bir nevi
cevap niteliğindedir.
Ali Emîrî memuriyeti dolayısıyla oldukça dolaşmıştır. Ancak
bunlarla birlikte onun Diyarbakır, o dönemin söyleyiş
tarzıyla Diyarbekr şeklinde ifadesiyle Diyarbakır aşkı
bitmemiştir. Dolayısıyla 1908’lerde gelip İstanbul’a emekli
olduktan sonraki süreç içerisinde onun bir dergi çıkardığını
görüyoruz. Bu dergi, hemen onun aklına herhalde uzak kaldığı
için Diyarbekr’i veya Amid’i getirmiş ve dolayısıyla
derginin adını da Amid-i Sevda koymuştur. 1908 ile 1909
yılları arasında derginin sayılarına baktığımız zaman 15
günde bir çıkartıldığı görülmektedir. Ancak bu dergiden
günümüze intikal eden sadece 6 sayı kalmıştır. Bunlar da
zaten Millet Kütüphanesi’nde dijital ortama aktarılmış
bulunuyor.
Ben her ne kadar aslen Elazığlı olmamla beraber, Diyarbakır
tarihi üzerinde çeşitli çalışmalar yaptım. Özellikle de
Diyarbakır ile ilgili bu çalışmalara devam ediyorum.
Yaklaşık bundan bir iki sene önce muhterem dostumuz o da
araştırmacı yazar İhsan Işık Beyefendi, Diyarbakır
Ansiklopedisi çıkartacağını söyledi ve dolayısıyla bu
konuyla ilgili bizden çeşitli makaleler isteyince biz de
kendisine çeşitli makaleler vermeye başladık. Bu arada bu
makaleleri yazarken, özellikle bu Melek Ahmet Paşa yani
Damad- ı Şahr-i yari Melek Ahmet Paşa ile bizim
Diyarbakır’daki Melek Ahmet Paşa’nın aynı kişi mi veya
farklı kişi mi olduğu noktasında bir tereddüt hâsıl olmuştu.
Ben 1995 yılında yazmış olduğum ve Türk Tarih Kurumu’nun
neşrettiği Diyarbakır kitabımda Abdulgani Bulduk’un
”Diyarbekir’in Acemlerden Mütekaib Gelen Valilerin Hayat
Hikâyesi” adlı eserinden istifade ederek, bunun Sadrazam
olan Melek Ahmet Paşa olmadığını yazmıştım. Ama açıkça
itiraf etmek gerekiyor ki o sırada bu konuyla fazla
ilgilenmedim. Ama orda öyle bir kayıt buldum o kayıdı
yazdım. Dedim ki her ne kadar Sadrazam Melek Ahmet Paşa
olarak biliniyorsa da bu değil falan diye. Daha sonra şimdi
bu madde işine geçince tekrardan merak ettim. Açtım baktım
bilgiler ilerledikçe konu daha da açık bir şekilde
anlaşılıyor. Bu arada kısaca Abdulgani Efendi hakkında da
kısa bir bilgi vermek isterim. Özellikle Abdulgani Bulduk
Efendi de yine son dönemde Diyarbakır’ın yetiştirmiş olduğu
ulemadandır. Onu da bu arada rahmetle hatırlıyoruz.
Diyarbakır ve bölge kültürüne önemli eserler kazandırmıştır.
O da eserinde maalesef Ali Emîrî’nin bilgilerine tam
ulaşmamıştır. Daha sonra yine Diyarbakır’dan gelen dostlar
bilirler özellikle Abdulsettar Hayati Avşar, şu anda çok
rahatsız Allah hayırlı şifalar versin, biz zamanında
kendilerinin çok yardımlarını görmüştük. O Abdulgani
Bulduk’un öğrencisi olarak kitabı okurken, oraya bir dipnot
düşmüş. Ben de o kitabın fotokopisi var. Orda diyor ki Ali
Emîrî bunu Amid-i Sevda’da şöyle yazmıştı. Açık söylemek
gerekirse ben de atmamışım. Neyse bu maddeyi yazarken daha
sonra tekrardan Amid-i Sevda’yı çıkartıp özellikle 8 Mayıs
1325 yılında yayınlanan 6. sayısına tekrar baktım. Ali Emîrî
düşünün, 1909 yılında kaleme alıyor bu yazıyı ve o sırada
bunu kaleme aldığı sırada, meseleyi bütün teferruatıyla izah
ediyor. O dönemde yani özellikle bu Melek Ahmet Paşa’nın
Diyarbakırlı Melek Ahmet Paşa olduğunu ve IV. Mehmet yani
1648-1693 döneminde sadrazamlık yapan hatta Kaya Sultan ile
evlenmek suretiyle Saray’a damat olan biraz önce yine
bahsettim Evliya Çelebi’nin hamisi konumundaki Melek Ahmet
Paşa ile bu bizim Melek Ahmet Paşa’nın ve dolayısıyla
Diyarbekir’de şu anda bulunan Melek Ahmet Paşa Camii ve
Melek Ahmet Paşa Hamamı’nın da yine bu sadrazamla alakalı
olmadığını daha 1909 yıllında Ali Emîrî gayet net bir
şekilde ortaya koyuyor. Yani bizim şu an ulaştığımız sonucu
seneler önce Ali Emîrî yazmış. Peki, Ali Emîrî bunu nasıl
yazıyor o dönem gayet geniş bir kütüphanesi var, zaten
Vilâyât-ı Şarkiye adlı eserinde de bahsediyor. Diyarbakır
kütüphanelerinden bahsediyor. Diyarbakır’da olan kitapların
sayılarından bahsediyor, kendi elindeki kaynakları oldukça
iyi bir şekilde kullanmış ve o dönemin bazı kaynaklarını ana
kaynak olarak kullanıyor. Yine doğrudan doğruya Osmanlı
tarihiyle ilgili vesikaları Ali Emîrî yine bu konuyu
yazarken kullanmış. Şimdi ben çok kısa bu özellikle Melek
Ahmet Paşa Diyarbakırlı yani 1529-1592 yılları arasında
yaşamış olan bu Melek Ahmet Paşa’nın hayat hikâyesini Amid-i
Sevda’nın 8 Mayıs 1909’da yayınlanan 6. sayısından
sadeleştirerek sizlere kısaca bir özetliyeyim.
Daha önceden fakir iken ticaret ve ziraat ile uğraşarak,
Amid şehrinin ileri gelenlerinden biri olan ve bir camii
yaptıran Melek Ahmet Paşa, Amid şehrinde nefis bir mimarlık
örneği olan kıymetli çinilerle süslenmiş bir camii
yaptırmıştır. Bu camii her yönüyle dikkat çeken bir
camiidir. Minaresi ak taştan yapılmış olup, iki yollu iniş
çıkış inşa edilmiştir. Melek Ahmet Paşa Camii diye bilinir.
Yine bu zata ait bir hamam vardır.
Gariptir ki bu eserler ilimiz ahalisinden bu zata ait
olmakla beraber zamanla unutulmuştur. Diyarbekir’e
neşrolunun sal-namelerin tamamında bu caminin ve hamamın
sadrazam olan Melek Ahmet Paşa tarafından yaptırıldığı
kayıtlıdır. Oysa ki Diyarbekirli Melek Ahmet Paşa 1529
senesinde Amid şehrinde doğmuştur. Babası Diyarbekir
hanedanından olmakla beraber zamanla fakir düşmüş ve
vefatında oğluna sadece, Amid şehrine bir saat mesafede olan
Payas köyünde yarım hisse bir tarla bırakmıştır. Bu tarlanın
yarısı Ahmet Bey’in akrabası olan kendisinden 15 yaş büyük
Alaattin Bey’e aitti. Ahmet Bey babası öldüğünde 18
yaşlarında ve melek yüzlü bir insan olduğundan (tabii Ali
Emîrî’nin ifadesi bu) dolayı kendisine Melek Ahmet Paşa ismi
verilmiştir. Alaattin Bey otuzlu, Melek Ahmet Bey’de yirmili
yaşlarında olduğu halde Payas köyündeki tarlalarındaki
ekinlerini biçip satarlarmış. Öşür tahsili döneminde, akşama
kadar öşürcü gelmediğinden gece nöbetleşe harmanlarını
beklemeye mecbur olmuşlar, tarlaları birkaç dönümden ibaret
olmakla o sene yağmurlardan dolayı bol mahsul olduğundan
nöbete kalmışlar. Sırayla uyumuşlar. Önce Alaattin Bey
burada nöbete kalmış ve kendi kendine konuşmaya başlamış,
düşünüyor ben evlendim evlat sahibi oldum, dünyada
göreceğimi gördüm, ama henüz Ahmet bekâr evlenmek için
paraya ihtiyaç vardır. Yardım etsem kabul etmez. Bu gece ben
gizlice ona yardımda bulunayım diye düşünerek o tarlada
yığılmış olan hissenin yarısını tutar, Ahmet Bey’in
hissesine katar. Gece yarısı olur Ahmet Bey uyanır, Alaattin
Bey bu sefer tekrar yatar. Bunun üzerine aynı düşüncelere
Ahmet Bey dalar ortağım Alaattin Bey evlidir, oğullarını
mektebe gönderecek, kızlarını evlendirecektir ona yardım
etmek istesem kabul etmeyecek dolayısıyla ben ona gizlice
bir yardımda bulunayım der ve biraz önce bir iki saat
içerisinde ortağının taşımış olduğu o buğdayların yerine bu
sefer kendi hissesinden de fazla katarak, Alaattin Bey’in
hissesinin üzerine katar. İşte o gece bu iki samimi insanın
üzerlerine rahmet kapısı açılmış ve tarlaları nurla
dolmuştur. İkisi de yaptıkları işi unutmuşlar ve ancak o
geceden sonra gerek Alaattin Bey ve gerekse Ahmet Bey
ellerini attıkları topraklar çok bereketli olmaya
başlamıştır. Kısa zaman içerisinde büyük bir servet sahibi
olmuşlardır.
Gerçekten de bu tarihten sonraki süreç içerisinde özellikle
Melek Ahmet Paşa’nın servetine baktığımız zaman onun
servetinin kat kat arttığını görüyoruz. Bu arada Alaattin
Bey ile Melek Ahmet Bey’in ziraatları oldukça ilerlemiş ve
bundan dolayı ticarete yönelmişlerdir. Ticaretle uğraşmışlar
ve ölünceye kadar da ortaklıktan ayrılmamışlardır. Hatta
işin enteresan tarafı ölüme bile beraber gitmişlerdir. Biraz
sonra bunu açıklarım. Bu arada çiftçilere yardım
etmişlerdir. Boş olan arazilerin değerlendirmeleri için
ekinler vermişlerdir. Koyunu olmayanlara koyun yardımları
yapmışlardır. Fakat 1565 senesinde Ahmet Bey, Amid şehrine
bir camii yaptırmayı düşünmüştür ve öncelikle Melek Ahmet
Paşa hamamı diye meşhur olan hamamı inşa etmiş, 1568
senesinde bu hamamı tamamlattırmıştır. Bu arada
Diyarbakır’ın o dönemdeki şairlerinin büyük bir bölümü buna
şiirler yazmak suretiyle tarihler düşürüldüğünü de söylüyor.
Ali Emîrî bu şiirlerin hepsini de vermiştir. Daha sonra bu
ticarette ve tarımda yapmış olduğu bu çalışmalar oldukça
zenginleşmiş ve Diyarbakır’a gelen valilerin de dikkatini
çektiği için bu Melek Ahmet Paşa 1581 tarihinde Amid
defterdarlığına tayin edilmiştir ve bu arada İran seferi
dolayısıyla Diyarbakır’dan geçen devlet adamlarının ve
sadrazamlarının da dikkatini çekmeye başlamıştır. 1584’te
sadrazam olup serdar tayin duran Özdemir-zade Osman Paşa’nın
Diyarbekir valiliği yaptığı sırada da Melek Ahmet Paşa ile
oldukça iyi bir dostluğunun olduğunu görmekteyiz. Nitekim
İran seferinde yapmış olduğu hizmetlerden dolayı 1585
tarihinde Tebriz şehrinin Osman Paşa tarafından feth
edilmesiyle birlikte Melek Ahmet Paşa’nın bu dönemde Musul
vilayetine vali olarak tayin edildiğini görüyoruz 1590
yılına kadar üç yıl burada Diyarbekirli Melek Ahmet Paşa
valilik yapıyor ve bu valiliği bittikten sonra emekli olup
gelip, Diyarbakır’a yerleşiyor ve daha önceden arsasını
aldığı camii yapma işine hemen girişiyor, Bu camii
Diyarbakır’daki camiler içerisinde ayrı bir özelliğe sahip
olan bir camiidir. Her ne kadar son dönemlerde biraz iç
çinilerde tahribat olmakla beraber bunu hemen hemen
bitiriyor.
1592 yılında bu dönemde Diyarbakır valiliğine atanan Deli
İbrahim Paşa, Diyarbekir’in o dönemde ileri gelenlerin en
azından beş-altı tane zatı o dönemde idam ettirmiştir ki,
bunların içerisinde Melek Ahmet Paşa ile ortağı Alaattin Bey
de bulunmaktadır. Yani Diyarbekirli Melek Ahmet Paşa ile
ortağı Alattin Bey aynı sonu paylaşmışlardır. Bugün Melek
Ahmet Paşa’nın mezarının yine Ali Emîrî’nin vermiş olduğu
bilgiye göre, camiinin olduğu yerde olması kuvvetle
muhtemel. Ancak oradaki kitabelerden o isim çıkmıyor. Ama
Allahu a’lem ya kitabesi kayboldu ya da günümüze intikal
etmedi. Çünkü arada Melek Ahmet Paşa’nın mezarının dışında
da başka mezarlar var. Dolayısıyla belki de o mezar taşı da
kayboldu veya kırıldı diye söylemek mümkün. Şimdi sonuç
olarak şunu söyleyeyim. Ben meseleye şöyle bir ayrı açıdan
baktım gerçekten de özellikle Ali Emîrî Efendi sadece Türk
dili açısından, edebiyatı açısından, değil aynı zamanda
tarih açısından da hele hele özellikle bölge tarihi
açısından ve Diyarbakır tarihi açısından da bence yetişmiş
çok büyük bir ilim adamıdır. Çok büyük bir insandır.
Dolayısıyla kendisini bir daha şükranla ve rahmetle
hatırlıyoruz. Konu ile ilgili metin yayınlandığında konu
hakkında çok daha ayrıntılı bilgilere ulaşmanız mümkün
olacaktır. Hepinize saygılar sunuyorum.
Prof. Dr. MUSTAFA S. KAÇALİN
İki değerli arkadaşımız daha var benim kanaatime göre, bir
ara verelim tabi; giderseniz hakkınızdır kalırsanız
nezaketinizdir. Konuşma kadar konuşma arasındaki tanışma ve
bilgi alışverişi de mühimdir. Bu fırsat için ben 10 dakika
ara veriyorum, ondan sonra hemen başlıyacağız çünkü
konuşmayı burda bitirsek ve gitsek arada bir münasebet
olmayacak. Siz orda biz burda Allah’a ısmarladık olacak,
onun için daha sıcak bir münasebet olsun ve on dakika sonra
konuşmamıza devam edelim.
Prof. Dr. MUSTAFA S. KAÇALİN
Şimdi iki konuşmacıya söz vereceğim birincisi Dicle
Üniversitesi’nden Mustafa Uğurlu Aslan öbürü medeniyet
Üniversitesi öğretim üyesi Sadık Yazar. Önce Mustafa
Uğurlu’ya söz verelim, bu iki arkadaşımız bu mevzu üzerinde
birinci derece de çalıştılar, o bakımdan verecekleri
bilgiler çok geniş ve değerlidir. Fakat bu toplantı ilmi
seviyede tartışmaların yapılacağı bildirilerin sunulacağı
bir toplantı değil, manevi seviyede anma ve hatırlama
toplantısıdır. Ona göre size hitap edecekler. Bir de bu
toplantıların yapılmasında işte nerde efendim Ali Emîrî
Efendi bir daha gelmez gibi yakınmalar değil Ali Emîrî
Efendi’yi geçmişi ile ilgili Ali Emîrî çok büyüktür deyip
rotayı geçmişe yönlendirilip bu günü unutmak sırt çevirmek
değil bu toplantıların manası insanları çeşitli
meşguliyetler dolayısıyla meslek, mezhep dolayısıyla günlük
hayatın akışı dolayısıyla tanıma fırsatını belirli
çevrelerin bildiği herkese ulaşamayan değerlerimizi
tanıştırmak. Böyle insanlar sıfırdan kendi imkân ve önemi de
yokken sizin önünüzde böyle bir örnek var daha iyi ileriye
sıçramalar yapabilirsiniz demek için buradayız. Hem kadir
bilmek, göstermek, hem örnek alma için şurda doğdu suları
dışından arada serpiştirilen noktaya geldiler. Tabii ki
kimdir sorusunu cevabı yazdı şöyle büyük onun hevesleriyle
sıfırdan bu yemezdi kitap alırdı bu doğrudur demiyorum
sağlığından kes kitap al demiyorum ama kendisini
engellemiyecek bir biçimde bu hastalığın bu sevdanın
içerisindeydi. Bunu size takdim ediyorum.
MUSTAFA UĞURLU ASLAN
Sayın Valim, Sayın Belediye Başkanım, değerli hocalarım,
kıymetli katılımcılarben sözlerime Emîrî Efendi’nin şu
beytiyle başlamak istiyorum.
Emîrî âlemiñ her kûşesinde söylenir nâmıñ
Zaman-ı evvelinden hayli âlâ oldu encâmıñ
Asırlardan beri büyük ve dahi insanların beşiği olan Anadolu
nice büyük şahsiyetler yetiştirmiştir. Bu engin
şahsiyetlerin bir kısmı zaman içerisinde keşfedilmiş ve hak
ettiği yere oturtulmuş; bazılarının değeri ise aradan yıllar
geçtikten sonra ancak idrak edilebilmiştir. Bu büyük
şahsiyetler daima düşünen, planlayan, yıllardan beri
yıkageldiğimiz ya da kıymetsiz addettiğimiz ruh ve mana
heykellerimizi yeniden ikame etme hareketini temsil eden
düşünce ve aksiyon insanlarıdır. Hiç şüphesiz bunlardan
birisi de Türk Tarihi ve Türk edebiyatı tarihi
araştırırcısı, şair, yazar, gazeteci ve kütüphaneci gibi
vasıfları bünyesinde barındıran müstesna bir şahsiyet Ali
Emîrî Efendi’dir.
Daha çocuk denilebilecek yaşlarda şiire merak saran Ali
Emîrî Efendi, o yıllarda Sultan V.Murad için yazmış olduğu
bir kaside ile şuara zümresi içersinde ciddi bir yankı
uyandırmıştır.
Emiri Efendi’nin Divanından yola çıkarak onun şiir dünyasına
dair bazı tespitlerimizi arz etmeye çalışacağız.
1. Dini Unsurlar: Emîrî Efendi yaşamı boyunca dini
vecibelerini yerine getirme konusunda hassasiyet gösteren
müttakî bir müslümandır. Divandaki hemen hemen bütün
türlerde dini motiflere yer verir ve başta Peygamber ve ehl-i
beyt olmak üzere dört halife için ayrı ayrı kasideler
yazmıştır. Dîvanda 18 yerde Kur’an-ı Kerim’den iktibaslar
yapılmış, Hz. Peygamber’e olan sevginden dolayı Emîrî
mahlasını kullanmaktan bile çekindiğini ifade etmekte ve
Emîrî’deki mim harfini sin harfi ile değiştirerek Esîrî
haline dönüştürmeyi yani Hz.Peygamber’in kölesi olmayı
tercih etmektedir.
Nâmıma artık Emîrî söylemek haddim değil
Mîmi sîn etdim esîrim yâ Habîb-i Kibriyâ
diyerek peygamber sevgisini dile getirir.
2. Osmanlı Sevgisi: Emîrî Efendi Osmanlıya ve Osmanlı
sultanlarına karşı derin bir sevgi beslemektedir. Bunu hem
nazmında hem nesrinde kendisi açıkça beyan etmektedir.
Özellikle dîvanında “Hâkân-ı cem-sîmâ, Tâc-dâr-ı pür-kerem,”
şeklindeki hitaplar ve onun yazmış olduğu Cevâhirü’l-mülûk,
Osmanlı Tarih ve Edebiyat Mecmuası bunun en açık ifadesidir.
Kerîmâ şehriyârâ Husrevâ şâhâ felek-kadrâ
Ey ol sultan ki ben etmem tasavvur zâtıña hemtâ
Osmanlının son dönemlerinde Batı’ya özenti kendi değerlerini
ise küçük görme eğiliminde olan bazı aydınlara karşı da
eleştiri yapmaktan kesinlikle geri durmaz. Hatta böyle
kimseleri cahillikle itham eder ve ne yaparlarsa yapsınlar
fakat ecdada ve onun değerlerine dokunmasınlar der.
Yıksın cihânı isterse ehl-i câhilân
Lâkin yazık mefâhir-i ecdâda değmesin
Zu'munca etsin arşa kadar kesb-i ıttılâ
Geçmiş zamân içindeki üstâda değmesin
diyerek ecdada ne kadar bağlı olduğunu ifade etmektedir.
3. Eleştirel Kişiliği :
Ali Emîrî Efendi eleştirel bir kişiliğe de sahiptir. O
nazmına da nesrine de bu özelliğini bir şekilde
yansıtmıştır. Özellikle Ziya Gökalp ve Fuad Köprülü gibi
kişileri sert bir üslupla eleştirmekten geri durmaz.
Aşağıdaki mısralarda Köprülü’yü şu şekilde eleştirir.
Herkese verdin zekâ ey Hâlık-ı cân-perverim
Kıbleli mahrûmun oldu ey Hudâ-yı ekberim
4. Emîrî Dîvanında Aşk:
Dîvan edebiyatında estetik bir sistem içerisinde zengin
teşbih ve tasvirlerle tarif edilen ve sürekli peşinden
koşulan sevgili, Emîrî Efendi divanında zaman zaman
kendisinden hesap sorulan, yer yer haddini bilmesi gereken
bir tip olarak kendini bulur.
Meh-pâreler de âdet ü erkânı bilmeli
Öğretmemiş o vâlide-i bî-zekâ sana
Hüsnün geçince ben alırım senden intikâm
Nahvet düşer bana o zamâñ ilticâ sana
Dîvanın bütününe bakıldığında Allah aşkı, peygamber aşkı,
kitap aşkı, vatan aşkı, beşeri aşk gibi hem uhrevi hem de
beşeri aşkların dîvanda yoğun bir şekilde işlendiği
görülmektedir.
5.Kitap Sevgisi:
Ömrünü kitaplarına kitaplarını da milletine adayan büyük
bilge Ali Emîrî Efendi, belki de bugün adından çok
zikredilmesini hayatını adadığı kitaplarına borçludur.
Tevfikoğlu onun kitap sevgisini şu şekilde ifade eder: “Ali
Emîrî Efendi’nin ihtiras derecesine varan tek merakı
kitaptı. Son nefesine kadar bu ihtirasla yaşamış,
yoksulluklarını, kederlerini, kırgınlıklarını eski
kitapların yıpranmış ciltlerinde, sararmış yapraklarında
unutmuştur. Birçoğu el yazması binlerce eser, gözünden bile
kıskanarak muhafaza ettiği sevgilileriydi. Dünyasının
ufukları onlarla ağarıyor ve onlarla kararıyordu.
Özellikle şu beyitinden, Emîrî Efendi’nin kitap aşkının
dünyadaki tüm beşeri aşklardan öte bir aşk olduğunu açıkça
anlayabiliyoruz.
Dilber-i nev-hatta bakmam var iken hatt-ı sutur
Yâr-ı canımdır habîb-i nazenînimdir kitap
“Kitabın satırları dururken gençliğe yeni adım atmış bir
güzel karşıma çıksa da bakmam. Çünkü kitap benim nazlı bir
sevgilim ve cânımdır”
6.Hayata Bakışı: Hayatla sürekli iç içe olan devletin önemli
kademelerinde çeşitli görevlerde bulunan ve Anadolu’nun pek
çok şehrini dolaşan Emîrî Efendi’nin şiirlerinden onun
hayata dair bakış açısını da okuyabilmekteyiz. O kâinata bir
kitap nazarı ile bakmakta ve kâinattan yaratıcısını soran
bir seyyah gibi hayatı ve varlıkları sorgulamaktadır.
Kimdir şu âfitâbı eden merkez-i ziyâ
Kimdir şu mâhı eyleyen âyîne-i dücâ
şeklinde devam eden sorularına ilerleyen beyitlerde yine
kendisi cevap vermektedir.
Sensin veren İlâhî baña akl u nutk u cân
Sensin veren İlâhî baña ni’met ü gıdâ
diyerek kainattaki her şeyin yaratıcının kontrolünde
olduğunu verenin de alanın da o olduğunu dile getirmektedir.
7.Vatan Sevgisi:
O kendi nefsi için yaşamamış milleti için yaşamıştır.
Fransız elçisinin malum teklifi, Millet kütüphanesi’ne kendi
isminin yerine MİLLET isminin verilmesini istemesi, Onun
MİLLET şiiri, topladığı binlerce eser ve yazdığı onlarca
kıymetli kitap hep bu millet sevgisinin tezahürleridir. Ali
Emîrî'nin bir şiirinde, şiir boyunca bir sevgili tasviri
yapılmış ve son beyitte sevgilinin vatan olduğu
belirtilmiştir. Şiir bu yönüyle Nâmık Kemâl'in Vâveyla
şiirini hatırlatmaktadır.
Namık Kemal, vaveylasında
Giriyor göz yumunca rü'yâma
Benziyor aynı, kendi hülyâma
Bu tasavvur dokundu sevdâma
Ah böyle gezer mi hiç canan?
Gül değil arkasında kanlı kefen
Sen misin sen misin ey garip vatan!
Ali Emîrî Efendi ise şiirinde
Geldi cânân bu gece nâz ile kâşânemize
Nûr yağdırdı saâdet güneşi hânemize
Âşıkız bir güzele ya'nî Emîrî vatana
Cân ile sa'y ederiz himmet-i cânânemize
8.Devrin Dîvana Yansıması:
Şiirin tarihi bir vesika olduğunu iddia etmek mümkün
olmayacağı gibi özellikle klasik şiirimizi hayattan kopuk
bir şiir olarak algılamak da aynı ölçüde imkân dışıdır. Ali
Emîrî Efendi Osmanlının son dönemlerinde yaşamış, Meşrutiyet
ve Cumhuriyet’in ilk yıllarına tanık olmuş ve ömrünün
yaklaşık otuz yılını çeşitli devlet kademelerinde memur
olarak geçirmiş bir şahsiyettir. Bu dönem içersinde yaşanan
devlet meselelerine kayıtsız kalmamış kalemi ile irşad etme
misyonunu yüklenmiş bir bilgedir.
V.Murad ve Abdulhamid Han için yazmış olduğu kasidelerden
seçmiş olduğumuz aşağıdaki beyitlerde devrin durumu
tablolaştırılmaktadır. Ona göre pek çok kişi hakkından
fazlasını elde etmek için mücadele etmekte, kendi
menfaatlerini ülkenin menfaatlerinin üzerinde tutmaktadır.
Söylenilse de dinleyenin de anlayanın da bulunmadığını ifade
ederek zaman zaman ümitsizliğe kapıldığını dile
getirmektedir.
Ne alçak kimseler âh kim bir maksat uğrunda
Ederler hîleler zâhir kılarlar fitneler peyda
Bakan yok dinleyen yok anlayan yok havf eden yok
Ne vehm-i mahşer-i ferda ne havf-ı Hazret-i Mevlâ
Tüm bu olumsuzluklara rağmen Emiri Efendi kesinlikle ümitsiz
değildir. Tıpkı siyah bulutlar içinde kalan gökyüzü gibi bir
gün bu kara bulutların dağılıp gideceğini ve aydınlık
günlere yeniden kavuşulacağını şöyle müjdeler:
Ricâl-i asrımızın kirli gizli sohbetini
Terennümât-ı bülend-i rübâba benzetirim
Revâ mıdır bu kadar hâinâne yagmalar
Ne rüşvete ne de irtikâba benzetirim
Yine ümîdimi kesmem hayât-ı ümmetten
Sehâb içinde kalan âfitâba benzetirim
Sonuç olarak dîvan şiirinin son temsilcilerinden birisi olan
Ali Emîrî Efendi’nin şiir dünyası sadece estetik açıdan ele
alınması gereken hayali bir dünya değil, adeta devrin sosyal
ve siyasi pek çok yönünü de tablolaştıran belgeler
niteliğindedir denilebilir.
Prof. Dr. MUSTAFA S. KAÇALİN
Teşekkür ediyorum. Son sözü Medeniyet Üniversitesi öğretim
üyelerinden Doç. Dr. Sadık Yazar Ali Emîrî üzerinde çalışmış
çalışmasını bize sunulabilecek olan bazı parçalarından demet
sunacak sizi yormadan bıktırmadan sıkmadan onun için sona
bıraktım. Yorulmayacaksınız. Buyurun.
Doç. Dr. SADIK YAZAR
Teşekkür ediyorum hocam, kıymetli misafirler toplantının son
konuşmacısı olmam hasebiyle tekrar bu kadirşinaslık örneğini
gösteren başta Şener Bey olmak üzere herkese çok teşekkür
ederim ve bu toprakların bağrından çıkmış bir insan olarak
Elazığ’da böyle bir toplantıyı görmek hem de burada olmaktan
dolayı çok mutlu olduğumu söylemek isterim. Bundan sonra
eğer konuşmamda bilimselliğin getirdiği biraz sıkıntılar
olursa onu alışkanlığıma bağlarsanız memnun olurum.
Konuşmamda kısaca Emîrî Efendi’nin kütüphanesinde bulunan
kitapların nadir eserler nokta-yı nazarında, kıymeti
üzerinde durmak istiyorum. Ama bundan evvel Melek Hanım’ın
konuşmasında değindiği bir nokta üzerinde biraz daha durmak
istiyorum. O da kimi çalışmalarda tabiki artniyetsiz olarak
söylenen “Ali Emîrî Efendi, bir bibliyoman bir kitap hastası
ve bir sıradan kolleksiyoncu mudur?” Bu üç kelime aslında
birazcık daha kitap hastası ve bibliyoman ifadeleri arka
planda birazcık kitap okumama sadece kitabın kendisine
hayranlığını da beraberinde getirdiği için bu nokta üzerinde
biraz durmakta fayda var diye düşünüyorum. Aslında bu
konunun bilimsel olarak ölçülebileceğini düşünüyorum. Tabii
ki Emîrî Efendi’yi anmak gerekir onun için toplantılar
düzenlemek gerekir ancak Emîrî Efendi bir insandır
zaaflarıyla üstünlükleriyle burada bir aziz portresi
günahsız bir portre ortaya koymak niyetinde değilim ama bu
ifadelerin sanırım Emîrî Efendi’ye bir haksızlık olduğunu
düşünüyorum. Bu noktada şu hususlar üzerinde durmak isterim.
Öncelikle Emîrî Efendi eserleri kütüphanesine alırken çok
iyi bir seçici olarak hareket eder ve bu noktada mümkün
mertebe nadir olan, başka kütüphanelerde bulunmayan eserleri
kütüphanesine kazandırma yoluna gitmeye çalışır ki bu da bir
bibliyografya bilgisi gerektirir; dolayısıyla aslında
okumayı gerektirir. Bundan dolayı Ali Emîrî Efendi’nin
aslında sadece bir kitapsever olmadığını söyleyebiliriz ama
daha ötesinde kütüphanesindeki kitaplara baktığımız zaman
muhteşem bir tasnif ile karşılaşıyoruz.
Bilindiği üzere Emîrî Efendi kütüphanesini kurduktan sonra
vefatına kadar orada hafız-ı kütüp yani kütüphaneci olarak
çalışmaya devam ediyor. Bu süre zarfında da kütüphanesinde
çalışmalar yapıyor. Bu çalışmalardan bir tanesi de
kitaplarını tasnif etmektir; bu tasnife baktığımız zaman
işte Farisi, Arabî, coğrafya tıp tarih edebiyat manzum gibi
sınıflandırılmış başlıklı tasnife baktığınız zaman bu
tasnifin kitapların en azından belli bir bölümünün okunmadan
yapılamıyacağını görmek çok basit. Manzum kolleksiyonu
üzerinde detaylı bir araştırma yapmış olarak şunu
söyleyebilirim ki Manzum koleksiyon bile kendi içinde tasnif
edilmiştir. Sadece bütün kitaplar başlıklar altına
alınmamıştır aynı zamanda her bir koleksiyon kendi içinde
tasnif edilmiştir. Bu bağlamda Manzum kolleksiyona bakarsak
önce divanlara yer verilir sonra şiir mecmualarına sonra
mesnevilere, mesnevile r de kendi içinde yine türlere göre
sınıflandırılıp gidiyor… Bu da yine kanaatimce Emîrî
Efendi’nin kitap okurluğunun da bir göstergesidir.
Yine Emîrî Efendi’nin yaptığı çalışmalardan bir örnek vermek
gerekirse kütüphanesinde bulunan şiirlerden hareketle bir
şiir mecmuası bugünkü ifadeyle bir antoloji oluşturma
girişimi var ve bu girişiminin ilk adımlarını da kurduğu
dergide Tarih ve Edebiyat Mecmuası’nda anlatıyor, bir
bölümünü yayınlıyor ama maalesef ki devamı gelemiyor. Bu da
yine bir okuma neticesi olması gereken bir şey.
Yine onun Durub-ı Emsal adlı üç ciltlik bir kitabı vardır.
Bu kitabının derlemesi aslında kendi ürünü olan atasözler
değildir. Şinasi Efendi ve Vefik Paşa’nın topladığı
atasözlerinin bir örneklendirilmesidir aslında bu. Oradaki
madde başlıklarını alan Emîrî Efendi kendi kütüphanesindeki
şiir mecmuaları ve divanları kullanarak onları tarayarak
bunları örneklendirme yoluna gider. Emîrî Efendi’nin aslında
Durub-ı Emsal adlı kitabındaki önemli katkısı budur. Bu da
bir okuma gerektirir hasılı bir başlangıç olarak Emîrî
Efendi’nin bibliyoman, kitap hastası olduğunu söylemek ağır
bir niteleme olur; -bunlar belki bir ölçüde doğru olabilir
ancak onun bir kitap okuyucu olma vasfını da ötelenmemesi
gerektiğini düşünüyorum.
Emiri Efendi’nin kütüphanesindeki kitapların kıymeti
noktasında doğrusunu söylemek gerekirse; hattızatında Dîvânu
Lugâti’t Türk sadece kendi başına bu kütüphanenin kıymetini
ortaya koymaya kafidir ama aynı zamanda orda bulunan diğer
çok kıymetli eserleri de biraz geri planda bıraktığını da
söyleyebiliriz. Bu bağlamda aslında diğer kitapların kıymeti
noktasında yapılan çok fazla araştırma olduğunu da doğrusu
pek mümkün değildir. Yeri gelmişken aslında adına
toplantılar düzenlediğimiz Emiri Efendi’nin araştırmacılar
olarak en azından bir özeleştiri yapmak gerekiyor daha bütün
kitaplarını hatta kitapların büyük bir kısmını neşredebilmiş
durumda değiliz. Melek Hanım’ın güzel müjdeleri var ama
umarım bunlar gerçekleşir. Kıymetli arkadaşım Mustafa’nın bu
noktadaki sorumluluğu biraz daha iyi belirlenmiş
sınırlanmış, şiirlerinin bir an önce yayınlanması gerekiyor
diye düşünüyorum. Bir kütüphanenin kıymeti belli açılardan
bakılarak tespit edilebilir bu mümkündür. Ben yukarıda
bahsettiğim çalışmamda kütüphanedeki eserlerin nadirlik
vasfı yani tek eser olma durumu veyahut da nüshaları az
bulunur olma noktasından hareketle bir araştırma yapmak
istedim ancak bu çok basit bir şey değildir. Bunları tespit
etmek bir kütüphanedeki bir eseri tek nüsha durumunda
olduğunu tespit etmek hayli zor olduğu için sadece bir
koleksiyondan hareket ederek bu işi yapmaya çalıştım. Malum
biz edebiyatçıların sıkça kullandığı başvurduğu
koleksiyondan hareketle ulaştığım sonuçlar; Alî Emîrî’nin
kütüphanesindeki manzum koleksiyonda en azından 30 civarında
tek nüsha durumunda olan eserler bulunmakta. Bunun yanında
mevcut iki nüshası da bu kolleksiyonda olan eserler
bulunduğunu gördüm. Peki bu tek nüsha yahut da nüshası az
bulunan eserlerin sonucunda ne ortaya çıkıyor? Ortaya çıkan
sonuç Diyarbakırlı şairler konusunda araştırma yapmak
isteyen birinin bu koleksiyondan bağımsız hareket etmesi
mümkün değil. Neredeyse tüm Diyarbakırlı şairlerin
şiirlerinin bulunduğu divanları Millet Kütüphanesi’nde aynı
şekilde hukuki metinler noktasında da kolleksiyonun aynı
özellikleri taşıdığını görüyoruz.
Bir diğer nokta ise biraz burayı detaylandırmak istiyorum,
beş dakika içinde başkan izin verirse, Osmanlı
padişahlarının eserleri noktasında da biraz bilgi vermek
isterim. Aslında Emiri Efendi’nin Osmanlı hanedanına aşırı
denilebilecek sevgisi ve saygısı sadece bununla kalmıyor.
Emiri Efendi’nin gerek eserleri, gerekse kütüphanesinde
topladığı eserlere baktığımızda onun Osmanlı hanedanına
karşı gerçekten içten, riyasız bir sevgi içersinde olduğunu
görüyoruz. Emiri Efendi’nin bu noktadaki çabalarına
baktığımız zaman özellikle kütüphanesinde Osmanlı hanedanına
şehzade ve padişahların eserlerini toplama gayreti ortaya
çıkıyor. Kendi kurduğu, kendi çıkardığı Osmanlı Tarih ve
Edebiyat Mecmuası’ndada bir sayıda bu topladığı eserlerin
listesini ortaya koyuyor bunları. Daha 9 yaşından itibaren
böyle bir arayış içersine girdiğini; dolaştığı, görev
yaptığı yerlerde Osmanlı hanedanına ait eserleri topladığını
görüyoruz. Nitekim sultan şairler konusunda veyahutta şair
şehzadeler konusunda yapılan araştırmaların Ali Emîrî
koleksiyonundan bağımsız olarak yapılamayacağını gösteriyor
bu eserler. Ama bunun dışında daEmiri Efendi bu sevgisini
ortaya koyuyor. Öncelikle topladığı bu şiirleri neredeyse
tüm padişah ve şehzadelerin şiirlerine tahmis ve tesdis
dediğimiz bir şiire, bilmeyenler için söylüyorum bir şiire
birkaç mısra eklenerek oluşturma, diye bir şiir gayreti
içinde oluyor ve bunun gibi birçok padişaha ait şiirleri
tekrar genişlettikten sonra onları bir arada kitap haline
getirip basıyor. Bunun yanında Levâmi’u’l-Hamidiye adını
verdiği kitabında ise öncelikle padişahların şairlik yönü
üzerinde durduktan sonra tamamıyla II. Abdulhamit hakkında
kaleme aldığı, onu övdüğü kasidelerden oluşturduğu bir kitap
meydana getiriyor. Emiri Efendi’nin Osmanlı padişahlarına
olan sevgisini gösteren bir diğer husus da kurduğu
mecmuadır; mecmuanın kendi ifadesiyle kuruluş amacı
hattızatında bu sevgisinin bir göstergesidir. Zira o Fuat
Köprülü’nün Osmanlı padişahlarına yönelik olarak hakaret
olarak düşündüğü makalelerine cevap vermek üzere bu dergiyi
çıkarttığını söyler ve çeşitli makaleleriyle Fuat Köprülü
hocamızın makalelerine cevap vermek ister; ama bununla da
kalmaz derginin her bir sayısını bir Osmanlı padişahının
şiiriyle başlatır; ayrıca orda diğer Osmanlı hanedanına
mensup kadın şairlerimizden ve şehzadelerden şiirler
neşrettiği gibi Fatih’in okuduğu şiirlerin tanıtımı gibi
kütüphanesinde bulunan Osmanlı hanedenına mensup
padişahların mühürleri gibi birtakım tanıtımlar da yapar.
Hasılı Emiri Efendi’nin Osmanlı hanedanına karşı da samimi
bir sevgi ve saygı içinde olduğu, bu noktada da ürettiği ve
topladığı birtakım kitaplar olduğunu söylemek mümkündür.
Sonuç olarak şunu söylemek gerekir ki Emiri Efendi hakkında
gerçekten son zamanlarda çok önemli bilimsel faaliyetler
olmakta ancak hakikaten gerek onun kütüphanesi gerekse
eserleri noktasında daha yapılacak bir çok şeyin olduğunu
söylemek ve bu noktada da kendimize bir özeleştiri yapmak
zorunda olduğumuzu düşünüyorum, teşekkür ediyorum.
Prof. Dr. MUSTAFA S. KAÇALİN
Doç. Dr. Sadık Yazar’a teşekkür ediyorum. Birkaç söz de ben
söyleyerek toplantıyı noktalayalım. Fatih divan yazmış ve
bedii bir zevk sahibi insandır. Onun Fotokopi yok da bir tek
Ali Emîrî intisah yapmış Fatih’ten kalan tek divan Ali Emîrî
kütüphanesindedir Ali Emîrî olmasaydı Fatih hakkında bir
kanaatimiz hiç oluşamayacaktı. Ve yıl 1915. Osmanlının o zor
günlerinde Dîvânu Lugâti’t Türk bulunuyor bir yandan
Osmanlının dibini oyuyorlar öbür yandan da Ali Emîrî
Efendi’ye diyorlar ki “Gel sana Fransa’da bugünün parasıyla
ayda 10 bin lira ölene kadar yaşa.” “Hayır” diyor ve yine o
mahviyetkar ve mütevazi hayatını İstanbul’da devam
ettiriyor. Ve bunun mükâfatı olarak da şimdi Fatih Sultan
haziresinde medfundur. Ali Emîrî gibi değeri bilinmesi
gereken büyük kişilerden birkaç tanesinin adını da burada
zikretmek lazım. Hüseyin Hüsamettin Yaşar 1938’de vefat
etmiş Amasya Milletvekili arşiv kurulurken arşivin hocası
birçok bilinmez çözülmez işleri ortaya koymuş böyle
insanların da kadrini bilmek lazım. Elazığlılar Ali Emîrî’yi
biliyor ama Elazığlılar Hüseyin Hüsamettin’i de bilirlerse
iyi olur. Bir de muallim Cevdet İnançalp var o zat da mühim
bir kişi bir de Kilisli Muallim Rıfat var. Ali Emîrî
Efendi’nin Dîvânu Lugâti’t Türk’ü ancak muallim Rıfat görsün
o tasnif etsin ona itimat ederim dediği değerli bir
bilginimiz Dîvânu Lugâti’t Türk’ü baskıya hazırlayan Kilisli
Rıfat’ı da rahmetle anıyor ve toplantıyı kapatıyorum.
ALİ EMÎRÎ EFENDİ’YE SAYGI GECESİ
Ömrünü kitaplara, kitaplarını Türk milletine adayarak
gönüllerde taht kuran Diyarbakırlı Ali Emîrî Efendi’nin aziz
hatırasına düzenlediğimiz “Ali Emîrî Efendi’ye Saygı”
programının son etkinliği olan Ali Emîrî Efendi’ye Saygı
Gecesi; 15 Mart 2013 Cuma günü saat: 19.30’da Elâzığ
Belediyesi Kültür ve Kongre Merkezi’nde gerçekleşmişti.
Bu akşamki programda Azerbaycan Millî İlimler Akademisi
Müstâkil Alimler Birliği ve Nizamî Edebiyat Enstitüsü
Alimler Birliği’nin “Azerbaycan Edebiyatı’nın Dostu
Diploması” Elâzığ Valisi Muammer Erol’a takdim edilecekti.
Türk Edebiyatı Vakfınca;Azerbaycan Millî İlimler Akademisi
Fuzulî El Yazmaları Enstitüsü Başkanı Prof. Dr. Paşa Alioğlu
Kerimov’a, Azerbaycan Milli İlimler Akademisi Nizami Gencevî
Edebiyat Enstitüsü öğretim üyesi Prof. Dr. Asif Rüstemli’ye,
Millet Yazma Eser Kütüphanesi Müdürü Melek Gençboyacı’ya ve
Manas Yayıncılık Genel Koordinatörü Şener Bulut’a “Türk
Edebiyatı’na Hizmet Beratı” verilecekti. Fırat Üniversitesi
İletişim Fakültesi Radyo Televizyon bölümü öğrencisi, Ceyhun
Bağcı’nın hazırladığı “Ali Emîrî Efendi” belgeselinin
gösterimi de bu akşam yapılacaktı ve yine Elazığ halkının
büyük bir heyecanla beklemiş olduğu Öğr. Gör. Servet Zeki
Ersoy yönetimindeki “Ali Emiri’ye Saygı Konseri” de birazdan
başlayacaktı. Bu muhteşem gece M. Reşat Bulut’un sunumuyla
Fırat RTV tarafından Elazığ’a canlı olarak yayınlanacaktı.
Bu müstesna geceye Elazığ Valisi Muammer Erol, Elazığ
Belediye Başkanı M. Süleyman Selmanoğlu, Türk Dil Kurumu
Başkanı Prof. Dr. Mustafa S. Kaçalin, Elazığ Kültür ve
Turizm Müdürü Tahsin Öztürk, Türk Edebiyatı Vakfı Başkanı
Servet Kabaklı, Azerbaycan Milli İlimler Akademisi Fuzûlî
Elyazmaları Enstitüsü Başkanı Prof. Dr. Paşa Kerimov,
Azerbaycan Milli İlimler Akademisi Nizami Gencevî Edebiyat
Enstitüsü öğretim üyesi Prof. Dr. Asif Rüstemli, Emekli
Öğretim Üyesi Prof. Dr. Kemal Eraslan, Millet Yazma Eser
Kütüphanesi Müdürü Melek Gençboyacı, Fırat Üniversitesi Türk
Dili ve Edebiyatı Bölüm Başkanı Prof. Dr. Ahmet Buran, Prof.
Dr. Şener Demirel, Okt. Mustafa Uğurlu Arslan, Dr. M. Naci
Onur, Doç. Dr. Zülfi Güler, Şemsettin Ünlü, Doç. Dr. Tarık
Özcan, Doç. Dr. Sadık Yazar, Yrd. Doç. Dr. Süleyman Kaan
Yalçın, Yrd. Doç. Dr. Mustafa Şenel, Yrd. Doç. Dr.
Abdulkadir Kıyak, Yrd. Doç. Dr. Mehmet Ulucan, Necati Kanter,
Osman Çolak, Yurdal Demirel, Diyarbakır Kültür Turizm ve
Musiki Derneği Başkanı Kenan Aksu, Diyarbakır’ın kıymetli
şair ve yazarları; Vedat Güldoğan, Abdulkadir Nur Gördük,
Nesrin Erdoğmuş, Mevlüt Mergen, İbrahim Evirgen, Diyarbakır
Kültür Turizm ve Musiki Derneği üyeleri Remzi Dayan,
Abdulrezzak İnal, Nesih Aktepe, Mert Nedim Ahlas, Turgut
Tirel, Mehmet Ali Cankurt, Simla Deniz, Hüsniye Pınar, Feray
Sayan, Sadık Kaplan, Hazım Özbay, İrem Erdogmuş, Mehmet
Alaska ve Manas’ın değerli üyeleri; Paşa Demirbağ, Mustafa
Döner, Nihat Kazazoğlu, Osman Bulut, Yalçın Turhan, Şükrü
Kacar, Ülker Ardıçoğlu, Hadi Önal, R. Mithat Yılmaz, Muammer
Aksoy, M. Faik Güngör, Av. Doğan Özdal, Gazi Özcan,
Zekeriyya Bican, Bedrettin Keleştimur, Günerkan Aydoğmuş,
Tuncer Sönmez, Hasan Ergün Yılmaz, İhsan Nazik ve Mahir
Gürbüz’ün de hazır bulundukları oldukça kalabalık bir
davetli topluluğu katılmıştı.
Program, sanat ve sanatçıya verdiği değerle Türk milletinin
gönlünde taht kuran, Cumhuriyetimizin kurucusu Gazi Mustafa
Kemal Atatürk ve ebediyete intikal eden şehitlerimiz için
bir dakikalık saygı duruşu ve ardından okunan İstiklâl Marşı
ile başladı.
Gecenin açılış konuşmaları Diyarbakır Kültür Turizm ve
Musiki Derneği Başkanı Kenan Aksu ile Türk Dil Kurumu
Başkanı Prof. Dr. Mustafa S. Kaçalin tarafından yapıldı.
M. REŞAT BULUT: “Saygıdeğer
konuklar, şimdide Diyarbakır Kültür Turizm ve Musiki
DerneğiBaşkanı Sayın Kenan Aksu konuşmalarını yapacaklardır.
Kendilerini kürsüye davet ediyorum.”
KENAN AKSU: “Sayın Valim, Sayın
Belediye Başkanım, Sayın Türk Dil Kurumu Başkanım, Türk
Edebiyatı Vakfı Başkanım, Azerbaycan’dan gelen kıymetli
misafirler, Değerli Elazığlı hemşerilerim. Hoş geldiniz.
Sizleri saygıyla selamlıyorum.
Efendim ben çok heyecanlıyım. Diyarbakır’ımızın yetiştirmiş
olduğu Ali Emîrî Efendi için komşu vilayetimiz olan
Elazığ’da böylesine güzel bir toplantının düzenlenmiş olması
Diyarbakır’dan gelen arkadaşlarım ile birlikte bizleri
ziyadesiyle gururlandırmıştır. Bu kürsüden başta sayın
valimiz olmak üzere bütün Elâzığ halkına şükranlarımızı
sunuyorum.
Bundan iki ay önce Şener Bey Elâzığ Kültür ve Turizm Müdürü
Tahsin Öztürk Bey ile birlikte Diyarbakır’a gelmişlerdi.
Kendileriyle önce TRT Diyarbakır Radyosu’nda görüştük. Daha
sonra da Diyarbakır Kültür Turizm ve Musiki Derneğimizde bir
araya gelmiştik. Şener Bey o ziyaretlerinde Ali Emîrî Efendi
için Elazığ’da bir faaliyet yapacaklarını söyleyip uygun
görürseniz bu faaliyeti sizlerle birlikte yapmak istiyoruz
diyerek bir teklifte bulunmuşlardı. Kendileriyle ilk defa o
gün tanıştığımız Elazığlı dostlarımızın teklifleri doğrusunu
ifade etmem gerekirse bu sıcak ve samimi teklif karşısında
heyecanlanarak arkadaşlarımız ile birlikte seve seve katkı
sunacağımızı ifade etmiştik.
Efendim bizler Diyarbakır’dan derneğimizin yönetim kurulu
üyeleri ile birlikte şair, yazar, sanatçı ve gazetecilerden
oluşan oldukça kalabalık bir heyet ile Elazığ’a geldik.
Elazığlı dostlarımıza çok teşekkür ediyoruz. Her şey çok
güzel planlanmış, dolu dolu geçen bir programlara
katılıyoruz.
Efendim bildiğiniz gibi Dicle ve Fıratbereketli toprakları,
10.000 yıllık geçmişe dayanan bir medeniyetin ve kültürün
doğmasına vesile olmuştur. Göçebe hayattan yerleşik düzene
geçilip, toprağa atılan ilk tohum, bu bereketli coğrafyada
hayat bulmuştur.
İşte bu topraklarda Harput ve Diyarbakır tarih boyunca
Anadolu’nun medeniyet coğrafyamıza açılan iki kapısı olma
hüviyetini korumuş; aynı kültürün şekillendirdiği iki kadim
şehir olarak varlıklarını devam ettirmişlerdir.
Diyarbakır manevi açıdan 541 sahabe, 9 peygamber kabri, 12
peygamber makamını bulundurması münasebetiyle dünyada üçüncü
mukaddes şehir olarak kabul edilmektedir. 3000 seneye
dayanan tarihi ile dimdik ayakta duran 5 km uzunluğundaki
surlar, dünyada tek olma özelliğini göstermektedir.
1890-1894 tarihleri arasında valilik yapan Giritli Sırrı
Paşa Diyarbakır için şöyle der: “Diyarbekir’de gözlerimi
bağlayıp bir cemaate otursam ve elimi atsam tuttuğum ya şair
ya da mürşittir’’.
Evliya Çelebi de ünlü Seyahatnamesi’nde “Diyarbakır’da öyle
yetenekli şairler vardır ki sanki her biri Fuzuli ve Ruhi
gibidir. Birçoğu ile sohbet ettim, hakikaten benzerleri
bulunmayan birer fazilet sahibi kimselerdi.”, demektedir.
Bir araştırmaya göre Diyarbakır’da; 220 şair, 668 fikir ve
sanat adamı yetiştiği tespit edilmiştir.
İşte Anadolu’muzun bu kadim şehrinin yetiştirdiği
değerlerden birisi de ömrünü kitaplara adamış olan Ali Emîrî
Efendi’dir. Hayatını ilme ve milletinin kültür varlıklarının
korunmasına adayan Ali Emîrî Efendi, 30 yıl boyunca Osmanlı
coğrafyasını adım adım gezmiş; “geçmişini tanımayan
milletler geleceklerine yön veremezler”, düsturuna sıkı
sıkıya bağlı kalarak geçmişi geleceğe taşıyan kitaba büyük
önem vermiş ve nerede bir kitap varsa onu bir şekilde elde
ederek 4500’ü yazma eser olmak üzere 16.500 kitap
biriktirmiştir. Biriktirdiği paha biçilmez değerde
kitaplarını da İstanbul Fatih’te Feyzullah Efendi
Medresesi’nde kendisinin kurduğu Millet Kütüphanesi’ne
bağışlamıştır. Bütün ısrarlara rağmen kütüphaneye kendi
isminin verilmesini istememiş, “Ben bu kitapları milletim
için topladım ve milletime armağan ediyorum; kütüphanemin
ismi de 'Millet Kütüphanesi' olacak!" demiştir.
Ali Emîrî Efendi’nin en büyük hizmetlerinden biri de 11.
yüzyıldan beri ismi bilinen fakat varlığı meçhul olan
Kaşgarlı Mahmud’un yazmış oluğu ilk Türkçe sözlük
hüviyetindeki Dîvânu Lugâti’t Türk’ü Türk Edebiyatına
kazandırmış olmasıdır.
Elazığ’da, kardeş şehrimizde Diyarbakır’ın yetiştirdiği bu
güzide insan için tören yapılması bizleri ziyadesi ile mutlu
etmiştir. Ben şehrim adına bu güzel etkinliğin
gerçekleştirilmesine katkı sağlayan Elazığ Valiliğine,
Diyarbakır Valiliğine, Elazığ Belediye Başkanlığına, Fırat
Üniversitesi Rektörlüğüne, Dicle Üniversitesi Rektörlüğüne,
Türk Dil Kurumu’na, Elazığ Ticaret ve Sanayi Odası’na,
Azerbaycan Milli İlimler Akademisi Fuzûlî Elyazmaları
Enstitüsü’ne, Millet Kütüphanesi’ne, TRT Diyarbakır
Radyosu’na şükranlarımı arz ediyorum. Ayrıca bu güzel
etkinliğin mutfağında yer alan Elâzığ Kültür ve Turizm
Müdürlüğü’ne, Diyarbakır Kültür ve Turizm Müdürlüğü’ne, Türk
Edebiyatı Vakfı’na. Manas yayıncılığa da başında bulunduğum
Diyarbakır Kültür Turizm ve Musiki Derneği adına teşekkür
ediyorum.
Biz Diyarbakırlılar o kadar şanslıyız ki, hiçbir şehre nasip
olmayan maneviyata, kültüre ve tarihi değerlere sahibiz.
Dünyanın en bereketli topraklarında Dicle ve Fırat’ın
suladığı kutsal toprakların ortasındayız. Bu denli
zenginliğe sahip olan illerimizden çok kıymetli kültür
adamları çıkmış ve yeni nesillere ilham kaynağı olmuşlardır.
Ben burada bu güzel ve anlamlı buluşmanın devamını diliyor;
peygamberler ve sahabeler şehrinden, Şehr-i Nur’dan,
şehirlerin anası sevgi şehri Diyarbekir’den değerli Elazığlı
hemşerilerimize kucak dolusu sevgi ve saygılarımızı
sunuyorum.”
M. REŞAT BULUT: “Efendim
Diyarbakır Kültür Turizm ve Musiki Derneği Başkanı Sayın
Kenan Aksu’ya teşekkür ediyoruz. Şimdi de Türk Dil Kurumu
Başkanı Prof. Dr. Mustafa S. Kaçalin’i kürsüye davet
ediyorum.”
Prof. Dr. MUSTAFA S. KAÇALİN:
“Aziz Valim, Değerli Başkanım, kıymetli Elazığlılar. Kâşgar,
Bağdâd, Şâm, Diyarbakır, İstanbul… Bu hat bize hem bir
kitabın hem bir kültür akışının hareket seyrini ve
güzergâhlarını vermektedir. Kâşgarlı Mahmud bin Hüseyin bin
Muhammed’in Bağdâd’da, Dicle boyunda yazdığı Dîvânu Lugâti’t
Türk, telifinden iki asır sonra Şâm’da istinsah edilmiş, bu
nüsha neredeyse on asır muhafaza edildiği ellerde gizlenmiş
ve nihayet Diyarbakırlı muhibbi kütüb Ali Emîrî Efendi
tarafından İstanbul’da Millet’e hediye edilmiştir. Meşhur
bir kudsî hadisten ilhamla, ifade, bu abide sözlük için
şöylece yeniden söylenebilir mi? “Ben gizli bir hazineydim.
Bilinmek istedim.” On asır gözlerden nihan olan, âdeta
sırlanan bir metnin bilinmesi ve bulunması, maddî
imkânlarının ve ömrünün tamamını ilme ve kitaba ‘vakfetmiş’
bir kişiden başka kime müyesser olabilirdi? Gerçekten de bu
hazine ile karşılaştığı andan itibaren yaşadıklarının yarı
efsanevî hikâyesi ve bu hazineye göz koyan yabancı gözlerin
baş döndürücü tekliflerine göz dağı vererek müstağni kalan,
kalabilen Ali Emirî Efendi’nin himmeti ve hizmeti, bugünün
değerleriyle ve kelimeleriyle telif edilemeyecek cinstendir.
Bu büyük hizmeti gören zâtı ve etrafındaki zevâtı tanımış ve
müthiş dikkatlerle birkaç kalem darbesiyle resmedebilmiş
önemli yazarlarımızdan Midhat Cemal Kuntay, Mehmet Akif
isimli müstakil eserinde İbnü’l-emin Mahmud Kemal Bey’in
Beyazıt’ta, Mercan yokuşundaki evinin yazı odasını ve bu
odada cuma günleri toplananları tasvir ederken Ali Emirî
Efendi’den de bahseder ve tasvirin nihayetinde şunları
söyler: “Burada her şey eskiydi. Okunan şiirler eski,
oturulan sedirler eski, kelimeler eski, hatta sesler bile
eski. Bu odadan sokağa çıktığım zaman bir devrin cenaze
namazından dönüyorum sanırdım, fakat lâ-akal iki asır eski
olan bu odanın mâzîliğine rağmen burada manevî bir aydınlık
vardı. Buraya gelenler Fuzûlî’nin bir imâlesinden başka tûl-ı
emel bilmezler, burada Naimâ’nın bir nüktesiyle bütün
mahrûmiyetler unutulurdu.” Bu alıntının son satırları, bize
yalnız bir oda dolusu insanın tasviri değil bir medeniyetin
yetiştirdiği gönülleri dingin, dilleri doygun münevver
tavsifini de ifade etmektedir. Bu satırlara ilave olarak Ali
Emirî Efendi’yi zihinlerde canlandıracak birkaç hususiyeti
daha şöyle sıralayabiliriz: Mahfûzâtı genişti. Gençlik
yıllarındaki eğitimi esnasında binlerce beyit yanında Kâmûs-ı
Osmânî’yi ezberlemişti. Meşhur zâtların, bilhassa şair ve
edebiyatçıların nesep bilgilerine son derece vâkıftı.
Silsile-i nesep konusuna merakı, ona bu sahada birkaç eser
yazdıracak derecedeydi. Osmanlıya, bilhassa padişahlarına
karşı harikulade bir hürmeti vardı. Fazîlet ve kemaliyle
birlikte mücadeleciydi. Tarih ve Edebiyat Mecmu’ası’nı, pek
büyük zorluklarla çıkardı. Devlet memuriyeti sebebiyle
Harput, Sivas, Selanik, Adana, Leskovac (Sırbistan),
Kırşehir, Elâzığ, Erzurum, Yanya, İşkodra, Halep ve Yemen’de
bulundu. Kırşehir memuriyeti esnasında Hacı Bektaş-ı Velî
Dergâhı’nın vakfiyesini buldu. Kendi maddî katkısı ve halkın
yardımıyla dergâhı ve çevresindeki bazı yapıları genişletti.
Meşhur kitapseverlerin çoğu gibi hiç evlenmemiş, sevme
melekesini kitaplara hasretmişti. Öyle ki, Yemen’de olduğuna
vâkıf olduğu bir kitabı görebilmek için daha az bir maaş
karşılığında Yemen’e tayinini istedi. Seyyid bir aileye
mensuptu. Dindarlığının derinliği ve yoğunluğu, ona,
neredeyse bir dîvânı doldurabilecek sayıda na’t-ı Peygamberî
yazdırmıştı. Bu şiirlerde Arap alfabesinin noktasız
harflerini kullanma gayretini “Ona (s.a.v.) bir nokta
kondurmak benim haddim değil!” şeklinde izah ediyordu. Tarih
düşürmek merakı vardı. Vefatına bile tarihi kendisi söyledi.
Ölmeden önce çevresindekilere bildirdiği büyük arzusuna
kavuştu. Çok sevdiği Fatih Sultan Mehmed Han’a komşu olarak,
Fatih Camii hazîresine defnedildi. Dîvânu Lugâti’t Türk’ü
milletine hediye ederek Türkçeye bin yıllık emsalsiz bir
genişlik ve hareket alanı sağlayan, Türklerin yaşayış
biçimleri ile ilgili bin yıl önceye dayanan bir çizgiye
sağlam bir istinat direği diken, geniş bir okyanusta yolunu
ve yönünü arayanların daima yön bulmak için gözledikleri
kutup yıldızı gibi bir sabit nokta temin eden Ali Emirî
Efendi’ye göstermemiz gereken vefa, gelecek bin yılın büyük
dîvânlarını telif ederek ve öz hazinemize, onun gibi ve onun
kadar sahip çıkarak gösterilecektir. Herkes musiki
ziyafetini beklerken onu fazla geciktirmemek lazım. Saygıyla
selamlıyorum. Allah’a ısmarladık.”
Açılış konuşmalarının ardından Fırat Üniversitesi İletişim
Fakültesi Radyo Televizyon bölümü öğrencisi, Ceyhun
Bağcı’nın hazırladığı “Ali Emîrî Efendi” belgeseli izlendi.
“Ömrünü kitaplara, kitaplarını milletine adayan adam;
Osmanlı taşrasının önde gelen merkezlerinden Diyarbakır’da
1857 yılında doğdu. Şair ve müderrisler yetiştirmiş
Emirzâdeler adıyla tanınan seçkin ve aydın bir aileye
mensuptu. İyi bir öğrenim görmesinde ve yetişmesinde
ailesinin büyük rolü olmuştur. İlköğrenimini Sulukiye
Medresesi’nde tamamladı. Amcası Fethullah Feyzi Efendi ve
büyük amcası Şaban Kâmil Efendi’den alet ilimleri ve hat
dersleriyle Şiban Kaymakamı olan dayısından da Farsça
dersleri aldı. Kısa zamanda Arapça ve Farsçayı ilerletti. Bu
arada eski tarzda şiirler kaleme almaya başladı. Küçük
yaştan itibaren okumaya ve öğrenmeye olan merakı yaşamı
boyunca da devam eden Ali Emiri Efendi, bunu hayatının
gayesi haline getirmiştir. Bu nedenle memuriyet hayatı
boyunca ilmi ve edebi faaliyetlerini ara vermeden sürdürdü.
Ömrü boyunca hiç evlenmeyen ve hiç fotoğraf çektirmeyen nev-i
şahsına münhasır kişilerdendi.
Edebiyatçı, şair ve gazeteci olarak ilim dünyasına birçok
eser kazandırmıştır. Ali Emiri Efendi’nin asıl büyük yanı
hayatı boyunca toplamış olduğu paha biçilmez değerde
kitaplardan oluşan kütüphanesini, Fatih’te Feyzullah Efendi
Medresesi’nde 17 Nisan 1916 yılında kurduğu Millet
Kütüphanesi’ne bağışlamasıdır. Üstelik bütün ısrarlara
rağmen kütüphaneye kendi isminin verilmesini istememiştir.
Ben bu kitapları milletim için topladım ve milletime armağan
ediyorum. Kütüphanemin ismi de Millet Kütüphanesi olacak
demiştir. Kütüphaneye çoğu nadir ve tek nüsha olan 16.000
cilt eser vakfetmiş ve ölümüne kadar da kütüphanesinin
müdürlüğünü yapmıştır. Çocukluğundan beri milleti için kitap
biriktirmeye başlamış, kendini ilme ve milletinin kültürünü
yükseltmeye adamış olan Ali Emiri Efendi millet isimli
şiirinde bu hislerini şöyle dile getirmiştir:
Hünerverler yetişsin san‘at icad eylesün millet
Hamiyetle çalışsun mülkü abad eylesün millet
Çıkar, seyret ne İbnü’r Rüşdlerle İbn-i Sinalar
Hele bir kerre azm-i rah-ı ecdad eylesün millet”
Ömrünü kitaplara, kitaplarını milletine vakfetmiş olan Ali
Emiri Efendi’nin diğer büyük hizmeti ise yılardır varlığı
bilinen ama kayıp olan Kaşgarlı Mahmud’un Dîvânu Lugâti’t
Türk adlı eserini bulup ilim âlemine armağan etmiştir.
Ali Emiri Efendi yapmış olduğu bu hizmetlerin dışında
Osmanlı Devleti’nin farklı coğrafyalarında çeşitli
vesilelerle hizmetlerde bulunmuştur; ancak çok sevdiği
kitaplarla daha fazla meşgul olabilmek için 1908 yılında
emekli olmuştur. Ali Emiri Efendi 23 Ocak 1924 yılında
Beyoğlu Fransız Hastanesi’nde vefat etti.
Ali Emiri Efendi’nin dünyada iki büyük dileği vardır. Biri
hayatın gayesi olan kitaplarını milletine bağışlamak diğeri
ise İstanbul’un fatihi Sultan Mehmed’in yanına gömülmek idi.
Birinci dileğini kendisi ikincisini ise çok sevdiği milleti
yerine getirmiştir. Bugün Ali Emiri Efendi yurt içinde ve
yurt dışında Dîvânu Lugâti’t Türk ve milletine kazandırdığı
büyük bir kültür hazinesiyle anılmakta, kendisi ve kitapları
hakkında pek çok bilimsel çalışmalar yapılmakta,
sempozyumlar düzenlenmektedir. Dîvânu Lugâti’t Türk sanki
yıllar önce yapılacak olan bu çalışmaları hissetmiş gibi
Divan’ında kendi kendisine şöyle seslenir:
Emiri âlemin her köşesinde söylenir namın
Zaman-ı evvelinde hayli a’la oldu encamın”
Ve hemen ardından da Azerbaycan Millî İlimler Akademisi
Müstâkil Alimler Birliği ve Nizamî Edebiyat Enstitüsü
Alimler Birliği’nin “Azerbaycan Edebiyatı’nın Dostu
Diploması” Prof. Dr. Asif Rüstemli tarafından Elazığ Valisi
Muammer Erol’a takdim edildi.
M. REŞAT BULUT: “Saygıdeğer
konuklar, programımızın bu bölümünde Azerbaycan Millî
İlimler Akademisi Müstâkil Alimler Birliği ve Nizamî
Edebiyat Enstitüsü Alimler Birliği’nin “Azerbaycan
Edebiyatı’nın Dostu Diploması” Prof. Dr. Asif Rüstemli
tarafından Elâzığ Valisi Muammer Erol’a takdim edilecektir.
Şimdi bu ödülü takdim etmek ve konuşmasını yapmak üzere
Prof. Dr. Asif Rüstemli’yi sahneye davet ediyorum.”
Prof. Dr. ASİF RÜSTEMLİ:
“Hürmetli merasim iştirakçileri önce sizin hamınızı
Azerbaycan Milli İlimler Akademisinin 8000’den fazla
üzüvleri adına samimi kalple selamlıyorum ve ifade etmek
istiyorum ki, Azerbaycan Milli İlimler Akademisinin Müstakil
Alimler Birliği’nin ve Azerbaycan Milli İlimler Akademisi
Nizami Adına Edebiyat Enstitüsü’nün Alimler Birliği’nin
birge kararıyla 2013 yılının Mart ayının 6’sında bir karar
alındı. Azerbaycan edebiyatının Türkiye’de hususi olarak
Elazığ’da çok sayılı tedbirler sayesinde tebliğ edildiğine
göre Hazar Şiir Akşamları’nda Azerbaycan şairlerinden hususi
olarak Almas Yıldırım’ın, Bahtiyar Vahapzade’nin, Cefer
Cabbarlı’nın, Nebi Hezri’nin burada hem onlarla bağlı
tedbirlerin geçirilmesinde eserlerinin çap olunmasında
görülen işlere göre Elazığ Valisi Sayın Muammer Erol’a
Azerbaycan Edebiyatının Dostu Fahri Diploması verilsin. Bu
karar kabul edildikten sonra ifade ettiğim gibi Milli
İlimler Akademisi’nin Müstakil Alimler Birliğinin Başkanı
Prof. Dr. Adil Mir Abdllayev benden hayiş etti ki, onun
imzaladığı ve tasdiklediği bu diploma aynı zamanda edebiyat
enstitüsü adından çok hürmetli Mammer Erol’a takdim edilsin.
Onu hususi olarak vurgulamak istiyorum ki, Azerbaycan
Edebiyatının Dostu Diploması sadece edebiyat konusunda
değil; çünkü bir neçe yıl önce biz Bakü’de Elazığ Çelengi
adlı şiirler toplusunu Azerbaycan Türkçesine uygunlaştırıp
çap ederken hemin kitabın ön sözünü yazanlardan biri Sayın
Muammer Erol idi ve Elazığ Bakü kardeşliği adlı bu takdim
yazısında aynı millet ve iki devletin birbiri arasındaki
dostluk alakalarına bağlı olarak son derece güzel bir yazı
yazmıştı ve bana verilen imkândan istifade ederek hem de onu
hatırlatmak istiyorum ki, geçen yıl Azerbaycan’da Elyazmalar
Enstitüsü’nde düzenlediğimiz tedbirlere Elazığ’dan gelen bir
heyet katılmış ve konuğumuz olmuştu. Onlardan hususiyle Türk
Edebiyatı Vakfı Başkanı Servet Kabaklı’nın adını, Elazığ
Belediye Başkanı sayın M. Süleyman Selmanoğlu’nun adını ve
Manas Yayıncılık’ın rehberi M. Şener Bulut Bey’in adını
hususiyetle vurgulamak istiyorum. Bu insanlar bizde Milli
İlimler Akademisinin El Yazmalar Enstitüsünün Başkanı çok
hürmetli Prof. Dr. Paşa Kerimov buradadır ve onun başkanlık
yaptığı Fuzuli Elyazmaları Enstitüsü’nün fahri doktorasıyla
Servet Kabaklı taltif edilmişti ve M. Süleyman Selmanoğlu ve
Şener bulut Beyler Azerbaycan Edebiyatının Dostu
Diplomasıyla bizim için aziz, mukaddes ve muhteşem olan el
yazmalar enstitüsünde bu tedbir töreni gerçekleşmişti. Bugün
ise benim için çok şerefli bir takdim merasimi olacaktır.
Azerbaycan Milli İlimler Akademisi’nin 8000 binden fazla
üzüvlerinin, profesörlerinin, doktorlarının adına bana böyle
bir şeref nasip olmuştur ki, çok hürmetli Valimiz Muammer
Erol’a burada diplomasını takdim edeceğim. İcazenizle ben
sayın Valimiz Muammer Erol’u buraya davet ediyorum.
Prof. Dr. ASİF RÜSTEMLİ:SayınValimiz
Azerbaycanlı ilim adamları adına, Azerbaycan halkı adına
size verilen bu diploma sizlerin Azerbaycan edebiyatına
Elazığ’da gösterdiğiniz sevgi ve alakanın yanı sıra
Azerbaycan medeniyetine, Azerbaycan halkına gösterdiğiniz
dikkat ve kaygının bir remzi olarak Azerbaycan Edebiyatı’nın
Dostu Diploması’nı verecek olmaktan büyük bir şeref
duyacağım.”
Elazığ Valisi MAMMER EROL:
“Efendim ben sadece şunu ifade etmek isterim Elazığımız 4000
yıllık insanlık ve Türk İslam kültürünün mirasçısı ve bu
geçmişiyle övünen güzel insanların bu varlığını bir
mirasyedi hovardalığıyla harcayan değil; her dönemde
üretmeye çalışan gayretkeş güzel insanların şehri. Bu
şehirde vali olarak görev yapmak başlı başına bir övünç
vesilesi ve bu diplomayı almam aslında bu güzel insanların
ve bu çok güzel gayretlerin ve onların bu gayretlerinin
gönüllerindeki nüvesi kaynağıdır ki, o kaynak hep söylüyoruz
iki devlet bir millet hep o bir millet kardeşliğinden
kaynaklanan güzel ve inşallah hiç bitmeyecek tükenmeyecek
bir dostluk ve muhabbet kaynağı olarak devam edecektir. Ben
vesilelerle bu kaynağın ilelebet kardeşleri hep beraber
gönül gönüle, omuz omuza, sırt sırta her zaman yan yana
olmasını da getirecektir diye ümit ediyorum. İnşallah ve
tekrar bu diplomayı şahsıma değil şehrimizin güzel insanları
adına verilmiştir diye şerefle alıp kabul ediyorum.”
Bu törenden sonra da Türk Edebiyatı Vakfı Başkanı Servet
Kabaklı tarafından; Azerbaycan Millî İlimler Akademisi
Fuzulî El Yazmaları Enstitüsü Başkanı Prof. Dr. Paşa Alioğlu
Kerimov’a, Azerbaycan Milli İlimler Akademisi Nizami Gencevî
Edebiyat Enstitüsü öğretim üyesi Prof. Dr. Asif Rüstemli’ye,
Millet Yazma Eser Kütüphanesi Müdürü Melek Gençboyacı’ya ve
Manas Yayıncılık Genel Koordinatörü Şener Bulut’a “Türk
Edebiyatı’na Hizmet Beratı” verildi.
M. REŞAT BULUT: “Saygıdeğer
konuklar, programımızın bu bölümünde ise Türk Edebiyatı
Vakfı tarafından Türk Edebiyatı’na Hizmet Beratı takdimi
yapılacaktır. Öncesinde konuşmasını yapmak üzere Türk
Edebiyatı Vakfı Başkanı Sayın Servet Kabaklı’yı kürsüye
davet ediyorum.”
SERVET KABAKLI: “Efendim
hepinizi hürmetle ve muhabbetle selamlıyorum. Aslında ben
irticali gevezeliği severim. Özkan Abla da bunu bilir; ama
müsaade ederseniz bu yüksek hazirunun önünde birkaç cümleyi
yazdıklarımdan söylemek istiyorum. Evet, efendim şimdi
vefayı İstanbul’un Fatihi’nde bir semt adı olarak görüyor
birileri ve bu adın da ne için verildiğinden de habersizler.
Vefa Hazretleri’nden de habersizler. Bunlar için gerçekten
Allah kurtarsın demek lazım. Hâlbuki vefa Orhun ve Yenisey
ırmakları kıyısına diktiğimiz yazılı bengü taşlarda da
görüleceği üzere bizim milli kimliğimizin en önemli
özelliklerinden biridir. Aynı zamanda cennetmekân Ahmet
Kabaklı Hocamızın o veciz ifadesiyle vefa yüce dinimiz
İslâm’ın gülen yüzüdür. Vefa işte ahde vefa, vakfı getiriyor
arkasından dolayısıyla vakıflarda birer peygamber müessesesi
oluyor. Veren el olmaya çalışıyorlar. Hep ebed müddet
devletimize ve aziz milletimize edep çerçevesinde hizmet
sunmuş milli birliğimizin temeli olan dilimize,
edebiyatımıza, sanatımıza ve hasılı harsımıza sahip çıkmış
büyüklerimize yine mutlaka ve mutlaka edep yahu dairesinde
göstereceğimiz ahde vefa istikbalimizin ve istiklalimizin
teminatı olacaktır. İşte bu çerçevede Elaziz ve Diyarbekir
vilayetlerimizin şair, edip, münekkit, kitap hamisi ve
bağışlayıcısı bir büyük mütefekkir ve münevver olan yazılı
edebiyatımızın ilk eseri Dîvânu Lugâti’t Türk’ü asırlar
sonra bularak milletimize kazandıran Ali Emîrî Efendi’ye
gösterdikleri ahde vefa gönülden alkışlanacak bir
güzelliktir o Ali Emîrî Efendi’dir ki, cihan devleti Osmanlı
vatanının –ben şu coğrafya kelimesinden çok hoşlanmıyorum.
Coğrafya ilminin adı olarak kabul ediyorum. Israrla milli
ifadesi vatandır. Vatan olarak kullanılmalıdır diye de
arkadaşlarıma teklif ediyorum bundan sonrası için. Cihan
devleti Osmanlı vatanın memur olarak vazifelendirip
gönderdiği ve seve seve koşup gittiği üç kıtadaki yedi iklim
dört bucağında topladığı paha biçilmez kitapları işte 16 bin
ciltlik yazma eserler halinde kendi kurduğu Millet Yazma
Eserler Kütüphanesi’ne bağışlıyor ve vefatına kadar da bu
kütüphanenin müdürlüğünü bizzat yapıyor. Şimdi düşününüz
biraz önce sine vizyonda da gördük iki dileği var bu büyük
zatın, bu muhterem insanın, bu örnek insanın iki büyük
dileği var. Birisi hayatını adadığı kitaplarını milletine
vakfetmek bunu bizzat kendisi gerçekleştiriyor. İkinci
dileği İstanbul’un Fatihi Sultan Mehmet Han’ın yakınına
defnedilmek. Bunu da milleti gerçekleştiriyor. Bu mesut bir
ölümdür, bu güzel bir ölümdür. Demek ki, insanların kadrini
kıymetini aslında vefatından sonra değil yaşarken bilmek
gibi bir mecburiyetimiz var. Eğer kıymet verip kıymet
bilmişseniz başınızı dik tutma hakkına sahip olursunuz. İşte
bu çerçevede biz de bu faaliyete bütün gönülleriyle destek
olan dostlarımızdan dördüne böyle yüksek kültürlü bir
hazirunun önünde Türk Edebiyatı Vakfı olarak Türk
Edebiyatına Hizmet Beratı takdim etmeyi bir vazife bildik.
Biraz önce Asif Bey gerekçeleriyle söyledi aziz dostum benim
evet ben de arz etmiş olayım Türk Edebiyatı Vakfı Yönetim
Kurulu’nun 2 Mart 2013 günü yaptığı toplantıda oybirliğiyle
aldığı kararla Azerbaycan Milli İlimler Akademisi Muhammet
Fuzuli Elyazmaları Enstitüsü Başkanı değerli hocamız Prof.
Dr. Paşa Alioğlu Kerimov’a umum Türk edebiyatına yaptıkları
hizmetlerden dolayı evet belki Türk dünyasının en önemli
yazma eserlerini bağrında barındıran bir enstitüdür orası.
Bağdatlı Ruhi’den Fuzuli’ye Ali Emîrîden Ali Şir Nevai’ye
Ali Şir Nevai ki muhteşem bir ifadesi var. Diyor ki, ben bu
milletin söz başbuğuyum. Bu ne demek? Ben şiirimle bütün
milleti birleştirdim diyor. Devir Ali Şir Nevai devridir.
Dikkat edin ondördüncü, onbeşinci yüzyılda söylüyor bunu.
Milleti şiirle, sözle birleştirmek işte o Ali Şir Nevai’nin
çok önemli eserleri bugün Muhammet Fuzuli Elyazmaları
Enstitüsü’ndedir bugün ve gözleri gibi koruyorlar. Gerekçemi
söylüyorum. Vakıf olarak bu eserleri gözleri gibi
koruyorlar. Muhammet Fuzuli Elyazmaları Enstitüsü’nün Türk
Edebiyatı ve Elaziz’in naçiz bir evladı olarak Servet
Kabaklı’nın gönlünde bir başka güzellikleri var. Bunu da
sizlere arz etmek istiyorum. Sayın büyüklerimizin
müsaadeleriyle aziz dostlar “Bir kere kalkan bayrak bir daha
inmez” sözü hepinizin bildiği gibi Türk dünyasının büyük
mücahidi, fikir mücahidi, dava mücahidi Azerbaycan
Cumhuriyeti’nin 1918’deki ilk Cumhurbaşkanı Mehmet Emin
Resulzade’ye aittir. İşte bu söz Azerbaycan Cumhuriyeti’nin
ilan edildiği gün bugün Muhammet Fuzuli Elyazmalar
Enstitüsü’nün görev yaptığı binada söylenmiştir. İki Kafkas
İslam Ordusu Bakü’yü kurtardığında o Kafkas İslam Ordusu’nun
komutanları bir çoğunuz biliyorsunuz Azerbaycan’da neredeyse
o kuşaktan bu zamana birçok Azerbaycan Türk’ü kardeşimize
Nuri değil Nuru Paşa derler. Nuri ve Mürsel isimleri halen
verilegelmektedir. Nuri Paşa ve Mürsel Paşa bu binada ilk
defa ağırlanmıştır. Bakü’ye girdiklerinde işte böyle bir
kuruluşun başında feragatla, büyük bir çoşku ile çalışan
Paşa Alioğlu Kerimov Bey’e Türk Edebiyatına Hizmet
Beratı’nın birinci sahibi Paşa Alioğlu Kerimov Beyefendidir.
Efendim ikinci sahibi elbette Azerbaycan’dan aziz dostumuz
prof. Dr. Asif Rüstemli Bey olacaklar. Asif Rüstemli Bey
birçok Türkiye Türkçesinden Azerbaycan Türkçesine birçok
eseri uygunlaştıran özellikle Elaziz’den işte biraz önce
söylendi Elazığ Çelengi, Kabaklı Hoca’nın Ejderha Taşı’nı,
Harput Efsaneleri adıyla uygunlaştırdı ve birçok eserinde
doğrudan müellifi özellikle umum Türk edebiyatına yaptıkları
hizmetler Elaziz, Türkiye ve Azerbaycan arasında
gerçekleştirdikleri muhteşem hizmetlerden dolayı yine
Azerbaycan Milli İlimler Akademisi Nizami Edebiyat
Enstitüsü’nün emektaşı Elaziz’in fahri hemşehrisi, gönüldaşı,
Türk Edebiyatı Vakfı’nın da fahri üyesi olan Asif Rüstemli
Bey’e takdim edeceğiz. Evet üçüncü beratımız ifade ediyorum
ki işte Ali Emîrî Efendi’yi sine vizyonda seyrettiniz. Bugün
açık oturumda hakkında konuşulanları dinlediniz. Hepiniz
biliyorsunuz onun manevi kızına takdim edilecek. Kim onun
manevi kızı? Ali Emîrî Efendi’yi hiç görmedi; ama Ali Emîrî
Efendi’nin adı sadece akademisyenler arasında belki
Diyarbekirli hemşehrilerimiz arasında belki Elaziz’deki
dostlarımız arasında Türkiye’de bazı insanlar tarafından
bilinecekken Ali Emîrî Efendi’nin adını dünyaya altın
harflerle yazdırdı. 99 depreminde zarar gören, yıkılan
Millet Kütüphanesi’ndeki bütün kitaplar, o elyazmaları, o
muhteşem eserler Beyazıt Devlet Kütüphanesi’nin bir kenarına
taşınmış, kutulara kolilere doldurulmuşken afaki olarak
tayin edildiği Millet Kütüphanesi’nin Müdürlüğü’ne başlar
başlamaz devrin Kültür Bakanı İstemihan Talay’a yalvar yakar
binayı tamir ettiren, restorasyonunu yaptıran; ardından
bütün eserleri yeniden taşıyarak tasnif eden, yerleştiren
evet biliniz ki Melek Gençboyacı Hanımefendi Millet Yazma
Eserler Kütüphanesi Müdiresi Melek Gençboyacı Hanımefendi
bugün bu toplantıdan sonra yarın Diyarbakır’a gidecek,
ertesi sabah Ankara’ya uçacak ve Unesco’ya gelecek yılın Ali
Emîrî Efendi’nin 100. yılı. Unesco’ya bunu kabul ettirmek
için
Unesco heyetine bunu savunacak yani 100. yılı dolayısıyla
Ali Emîrî Efendi yılı olacak; yani dünyada Ali Emîrî Efendi
yılı olarak kabul edilmesi için çalışacak. Önümüzdeki yıl
Dîvânu Lugâti’t Türk’ün bulunuşunun 100. yılı dünya kültür
mirası olarak kabul edilmesi için şu anda her türlü gayreti
yine Kültür ve Turizm Bakanlığı Yazma Eserler Başkanlığı ile
birlikte gösteriyor, takip ediyor. Ona elbette ki ilim
adamları, hocalarımız destek oluyorlar. Fatih’te Ali Emîrî
Kültür Merkezi’ni bilen biliyor. Özellikle yapılmasında çok
büyük emekleri olduğu için o sırada İstanbul Büyükşehir
Belediyesi’nin Genel Sekreter Yardımcısı olduğu için sayın
valimiz biliyor onun emekleriyle muhteşem bir kültür merkezi
yapıldı. İstanbul Fatih’te o kültür merkezine hiç alakası
olmayan kültürle de alakası olmayan birinin adını
vereceklerdi. Melek Gençboyacı Hanımefendi gitti yalvardı
yakardı Ali Emîrî Efendi’yi bütün yetkililere hatırlattı,
anlattı ve bugün o kültür merkezinin adı Ali Emîrî Kültür
Merkezi. Açılışı da muhteşem bir şekilde yapıldı. Biz de o
açılışta bulunma şerefini yaşadık. Bu ne tevafuktur ki, ne
bir güzelliktir ki, bizim Türk Edebiyatı Vakfımızın
bünyesinde Kabaklı Hocamızın bağışlarıyla 22 bin ciltlik bir
Ahmet Kabaklı Kütüphanesi vardı. O devrin Kültür Bakanı
İsmail Kahraman Beyle beraber açmışlardı. Biz vakıfta
restorasyon çalışmaları başlayınca şöyle bir hesap yaptık
Türk Edebiyatı Vakfı yönetimi olarak baktık ki bu
kütüphanenin günde sekizi onu geçmiyor ziyaretçi sayısı,
okuyucu sayısı vakıf bünyesinde bulunan ilköğretim okulu
öğrencileri veya bir doktora öğrencisi bir yüksek lisans
öğrencisi ihtiyacı olduğunda bu edebiyat ihtisas
kütüphanesini ziyaret ediyor. Ne yaparız dedik İstanbul
Büyükşehir Belediye Başkanımız kendisini minnetle ve
şükranla anıyorum Kadir Topbaş Beyle Ali Emîrî Kültür
Merkezi’nin içindeki o muhteşem üçüncü katı neredeyse sanki
İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı düz ayak
hanımefendilerin daha rahat girip çıkabileceği bir yer
bulamıyormuş gibi o üçüncü katı kadın ve aile sağlığı
merkezi olarak düzenlemek üzereyken bizim müracaatımız
üzerine Kadir Topbaş Bey müdahale etti. Muammer Erol Bey de
o sıralar İstanbul’daydı. Sayın valimiz onların da
gayretleriyle o kat Ahmet Kabaklı Kütüphanesi oldu. Kabaklı
Hoca’nın evindeki özel kütüphanesindeki 8 bin ciltlik kitabı
da ekleyince toplam kitap sayısı 30 bin cilt oldu. Ben ve
arkadaşlarım diyelim 5 bin cilt kitap da biz bağışladık.
Dolayısıyla bugün Ali Emîrî Kültür Merkezi’nin, Diyarbakırlı
Ali Emîrî Kültür Merkezi’nin bir katı Harputlu
Şeyhülmuharririn Ahmet Kabaklı adına 35 bin ciltlik Ahmet
Kabaklı Kütüphanesi’dir. Onda da Melek Gençboyacı
Hanımefendi’nin dostluklarını ve desteklerini görmüşüzdür.
Tasnif noktasında ve diğer çalışmalarda evet dördüncünün
sahibi kim olacak aman ha ağabey diyerek epeyce feryat etti;
ama işte bütün bu faaliyetlerin hamalı bütün bu
güzelliklerin bize yansıması için her zaman teklif sahibi ve
hamal olan önayak olan Manas Yayıncılık çevresindeki bütün
arkadaşlarımızı temsilen Manas Yayıncılık Genel Koordinatörü
Şener Bulut’a takdim edilecek Türk Edebiyatına Hizmet
Beratlarının dördüncüsü Şener Bulut’un çalışmalarını
Elaziz’deki gayretlerini sizlere anlatmama zaten gerek yok;
ama biliniz ki, Türk dünyasının neresine giderseniz gidin
sayın valilerimizin, sayın valimizin, sayın belediye
başkanımızın, diğer resmi görevlilerimizin Kültür ve Turizm
İl Müdürümüzün diğer dostlarımızın gayretleri elbette büyük
bir coşku ile anılıyor. Ama bütün bu coşkunun eşiği, hamalı,
anahtarı hep Şener Bulut ve arkadaşları olmuştur. Ben
huzurlarınızda hepsine sonsuz teşekkürlerimi arz ediyorum.
Sayın valimin, sayın belediye başkanımızın, sayın Türk Dil
Kurumu başkanımızın, aziz dostlarımızın, değerli
idarecilerimizin şeref verdiği bu törende bu toplantıda
lütfedip Türk Edebiyatı Vakfı olarak bize bu imkanı
bahşettiğiniz için sizlerin huzurunda bu beratları takdim
etmek üzere eğer lütfederlerse sayın valimi, sayın belediye
başkanımı ve sayın Türk Dil Kurumu başkanımızı benimle
birlikte bu beratları lütfedip Türk Edebiyatı Vakfı’nın
kendileri zaten fahri şeref üyeleri vakıf adına bu beratları
vermek üzere buraya arz ediyorum çok teşekkür ederim.”
SERVET KABAKLI:“Lütfedip kabul
ettikleri için ve lütfedip bu beratı sundukları için sayın
valimize ve Paşa Bey’e ben vakıf yönetimi adına elbette ki
Türk Edebiyatı Vakfı’nın sahibi olan Elazizli ve
Diyarbekirli hemşehrilerim adına teşekkür ediyorum.”
SERVET KABAKLI: “Sayın belediye
başkanımız Bakü’de kendisini ağırlayan bir dakika yalnız
bırakmayan Prof. Dr. Asif Rüstemli dostumuza takdim
edecekler. Asif Rüstemli Bey’i buraya çağırırken elbette bir
hususa dikkatinizi çekmek istiyorum. Sayın başkanım beraber
anmış olacağız burada Azerbaycan’ın büyük kahramanı Karabağ
gazisi büyük kültür ve edebiyat dostu Türk dünyasının
gerçekten büyük kahramanı çok yakın bir zamanda hakka
yürüyen Asif Bey’in, başkanımızın, bizim sayın valimizin,
Şener Bey’in çok yakın dostu Azerbaycan Türklüğünün büyük
evladı Şahit Habibullah Bey’i de rahmetle minnetle anarak
takdim etmiş olalım buyurun efendim.”
SERVET KABAKLI: “Evet Türk Dil
Kurumu Başkanımız Prof. Dr. Mustafa S. Kaçalin Hocamız Ali
Emîrî konusunda beraberce emek verdiği, çok destek olduğu
değerli hanımefendi değerli müdiremiz Millet Kütüphanesi
Müdiresi Melek Gençboyacı Hanımefendi’ye lütfedip takdim
edecekler çok teşekkür ederim.”
SERVET KABAKLI: “Müsaade var mı
efendim bir tanesini de ben takdim edeyim. Israrla sakladım
sona. O benim canım kardeşim Elaziz’in güzel evladı
Elaziz’in aziz evladı Şener Bulut Bey biz kendisine
gerçekten minnettarız. Türk Edebiyatı Vakfı olarak da
minnettarız. Bir Elazizli olarak da minnettarım. O hamallık
yapıyor biz övünüyoruz. Türk Edebiyatı Vakfı olarak yaptığı
faaliyetlere bizleri de yazıyor bizde bir yandan ortak
oluyoruz. Üstümüze de bir vazife düşerse Tahsin Bey bakıyor
bana doğru mudur? Tahsin Bey tasdik ediyorsun. Peki üstümüze
bir vazife düşerse elbette seve seve yapıyoruz. Dolayısıyla
bugün Elazizli, Diyarbekirli bugün Azerbaycan’ı, Türkiye’yi,
Türklük gurur ve şuurunda İslam ahlak ve faziletinde
buluşturan Şener Bulut kardeşime bu beratı takdim etmekle
bahtiyarım, çok teşekkür ediyorum.”
Türk Edebiyatı Vakfı’nın ödül töreninden sonra Millet
Kütüphanesi Müdürü Melek Gençboyacı tarafından Ali Emîrî’ye
Saygı Programı münasebetiyle Manas Yayıncılık Genel
Koordinatörü M. Şener Bulut’a teşekkür plaketi verildi.
Ayrıca Fırat Üniversitesi Kütüphanesi adına Millet
Kütüphanesi Müdürü Sayın Melek Gençboyacı’ya çiçek takdim
edildi.
MELEK GENÇBOYACI:“Efendim Ali
Emîrî’ye Saygı Programı’nı hazırlayan aylardır yorulmadan
didinmeden çalışan Manas Yayıncılık’ın her şeyi Şener Bulut
Bey’e Millet Kütüphanesi olarak benim de bir teşekkürüm var.
Sizlerin huzurunda Şener Bey’e çok teşekkür ediyorum.”
M. REŞAT BULUT: “Efendim Fırat
Üniversitesi Kütüphane Dokümantasyon Dairesi personeli adına
Millet Kütüphanesi Müdürü Sayın Melek Gençboyacı
Hanımefendi’ye bir çiçek takdim edeceklerdir. Çiçeği takdim
etmek üzere Fırat Üniversitesi Kütüphanesi’nden Öğr. Gör.
Saniye Bulut’u sahneye davet ediyorum.”
Öğr. Gör.SANİYE BULUT: “Millet
Kütüphanesi Müdürü Melek Gençboyacı Hanımefendi’ye şehrimize
teşriflerinden dolayı ve Ali Emiri Efendi’ye Saygı
Programı’na katkılarından dolayı Fırat Üniversitesi
Kütüphanesi adına teşekkürlerimizi sunuyoruz.”
M. Reşat Bulut’un kusursuz yönetimiyle devam eden bu
muhteşem program, Fırat RTV’den bütün Elazığ’a canlı olarak
yayınlanıyordu.
Nihayet Şef Servet Zeki Ersoy yönetimindeki TRT Diyarbakır
Mahalli İcra Topluluğu ve Elazığlı sanatçılarımızın sahneye
davet edildikleri o anlarda salondan çok büyük bir alkış
sesi yükselmişti. Diyarbakır’ın ve Harput’un en güzel
türkülerinin okunduğu bu gecede; Paşa Demirbağ’ı, Servet
Zeki Ersoy’u, Hayri Yoldaş’ı, Mustafa Döner’i,İbrahim
Macit’i, Nihat Kazazoğlu’nu, Osman Bulut’u, Yalçın Turhan’ı,
Lütfü Yıldız’ı, Ömer Gürakar’ı ve ayrıca Servet Kabaklı’yı,
Prof. Dr. Paşa Kerimov’u, Prof. Dr. Asif Rüstemli’yi, Prof.
Dr. Kemal Eraslan’ı, Melek Gençboyacı’yı, Prof. Dr. Şener
Demirel’i, Okt. Mustafa Uğurlu Arslan’ı, Dr. M. Naci Onur’u,
Doç. Dr. Zülfi Güler’i, Şemsettin Ünlü’yü, Doç. Dr. Tarık
Özcan’ı, Doç. Dr. Sadık Yazar’ı, Yrd. Doç. Dr. Süleyman Kaan
Yalçın’ı, Yrd. Doç. Dr. Mustafa Şenel’i, Yrd. Doç. Dr.
Abdulkadir Kıyak’ı, Yrd. Doç. Dr. Mehmet Ulucan’ı, Necati
Kanter’i, Osman Çolak’ı, Yurdal Demirel’i, Diyarbakır’ın
kıymetli şair ve yazarları; Vedat Güldoğan’ı, Abdulkadir Nur
Gördük’ü, Nesrin Erdoğmuş’u ve Mevlüt Mergen’i doya doya
alkışlamıştık.
Bu muhteşem gecenin sonunda sanatçı kardeşlerimize, değerli
yazarlarımıza çiçek ve katılım belgeleri takdim edilirken;
ben bu anlamlı geceyi taçlandıran Azerbaycanlı ve
Diyarbakırlı dostlarımız ile kucaklaşarak onlara
teşekkürlerimi sunmuştum.
ALİ EMÎRÎ EFENDİ VE DİYARBAKIR
Azîz vatanımızın, Doğu Anadolu’daki kültür ve sanat
merkezleri Elazığ ve Diyarbakır’ın, gönül birliği ile Ali
Emîrî Efendi’nin aziz hatırasına düzenlediğimiz bu vefa
programı 16 Mart 2013 Cumartesi günü saat 11.00’de,
Diyarbakır’da Ahmet Arif Edebiyat Müzesi’nde yapılacak
sohbet toplantısı ve akâbinde Diyarbakır gezisi ile devam
edecekti.
Üç gün boyunca bilgi şöleni halinde Elâzığ ve Diyarbakır
şehirlerimizi kuşatan etkinlikler, bu iki güzide şehrimizin
kültür ve sanat camiasını bir araya getirmiş ve çok büyük
güzelliklerin yaşanmasına neden olmuştu. Faaliyetlere
katılan bilim adamı, şair, yazar ve sanatçı dostlarımızla
birlikte hepimiz çok mutluyduk. Manas’tan Ali Emîrî Efendi
Anısına Kitaplar, Ali Emîrî Efendi ve yine Fuzûlî ve
Azerbaycan’da Fuzûlî Araştırmacılığı paneli, M. Reşat Bulut
tarafından sahneye konulan İstanbul’da Diyarbakırlı Bir Âlim
adlı tiyatro oyunu, Azerbaycan Edebiyatı’nın Dostu Diploması
ile Türk Edebiyatına Hizmet Beratı takdim töreni, Servet
Zeki Ersoy’un’un yönetimindeki TRT Diyarbakır Mahalli İcra
Topluluğu’nun verdiği Ali Emîrî Efendi’ye Saygı Konseri ve
nihayet bugün Diyarbakır’da gerçekleştireceğimiz Ali Emîrî
Efendi ve Diyarbakır toplantısıyla bu muhteşem faaliyet
nihayete erecekti.
Türkçemizin ilk ve ölümsüz sözlüğü Dîvânu Lugâti’t Türk’ü
asırlar sonra bularak milletimize kazandıran, 16 bin ciltlik
paha biçilmez yazma eserlerini “Millet Kütüphanesi”ni
kurarak bağışlayan, “şair, edib, münekkid, kitap hâmîsi ve
bağışlayıcısı büyük mütefekkîr ve münevver” Diyarbakırlı Ali
Emîrî Efendi, cihan devleti Osmanlı’nın 3 kıt’adaki vatan
topraklarında memur olarak görev yapmış, Elaziz vilayetinde
de defterdarlık ve vali vekilliği görevlerinde de
bulunmuştu. Ömrünü kitaplara, kitaplarını milletine adayarak
gönüllerimizde taht kuran Ali Emîrî Efendi, Elazığ’dan sonra
şimdi de doğduğu topraklarda, Diyarbakır’da anılıyordu.
Diyarbakır’daki programa; Türk Dil Kurumu Başkanı Prof. Dr.
Mustafa S. Kaçalin, Azerbaycan Milli İlimler Akademisi
Fuzûlî Elyazmaları Enstitüsü Başkanı Prof. Dr. Paşa Kerimov,
Millet Kütüphanesi Müdürü Melek Gençboyacı, Prof. Dr. Asif
Rüstemli, Prof. Dr. Kemal Eraslan, Şemsettin Ünlü, Dr. Öğr.
Üyesi Sadık Yazar ve Manas’ın kıymetli Üyeleri Dr. M. Naci
Onur, Hadi Önal, Yurdal Demirel Necati Kanter, Mahir Gürbüz,
Tuncer Sönmez, Murat Bilgin, Necati Demir, Zeynel Abidin
Başaran ve henüz bir ortaokul öğrencisi olan küçük oğlum
Bilgehan’ın da yer aldığı bir heyetle katılmıştık.
Ahmet Arif Edebiyat Müzesi’nde düzenlenen toplantıya
Diyarbakır Kültür ve Turizm İl Müdürü Tevfik Arıtürk,
Diyarbakır Kültür Turizm ve Musiki Derneği Başkanı Kenan
Aksu, Diyarbakır’ın kıymetli şair ve yazarları; Vedat
Güldoğan, Abdulkadir Nur Gördük, Nesrin Erdoğmuş, Mevlüt
Mergen, İbrahim Evirgen, Abdulrezzak İnal ve Diyarbakırlı
bir gurup sanatsever katılmıştı.
Toplantının açılış konuşmaları Diyarbakır Kültür ve Turizm
İl Müdürü Tevfik Arıtürk ve Türk Dil Kurumu Başkanı Prof.
Dr. Mustafa S. Kaçalin tarafından yapıldı.
Ardından da Prof. Dr. Paşa Kerimov, Melek Gençboyacı, Prof.
Dr. Asif Rüstemli, Prof. Dr. Kemal Eraslan, Şemsettin Ünlü,
Dr. M. Naci Onur, Hadi Önal, Kenan Aksu ve Abdulkadir Nur
Gördük’ün konuşmalarını dinledik.
Diyarbakırlı dostlarımızın rehberliğinde;Cahit Sıtkı Tarancı
Müzesi, Ulu Cami, Hasan Paşa Hanı, Hz. Süleyman Camii, 82
burç ve 4 ana kapıdan oluşan Diyarbakır surları, Keçi Burcu,
tarihi Ongözlü Köprüsü ve Gazi Köşkü’nü kapsayan bir
Diyarbakır gezisine katılacaktık. Diyarbakır’da gün boyu
gerçekleştirdiğimiz bu ziyaretler akşam da Diyarbakır’ın
kıymetli sanatçısı Ali Aktaş’ın konseriyle devam etmişti…
Manas’ın faaliyet arşivinde çok önemli bir yere sahip olan
“Ali Emîrî Efendi’ye Saygı” toplantısı; Elazığ’ı ve
Diyarbakır’ı, bilimin ve sanatın aydınlığında yeniden
buluşturmuştu.