“—Bana bir harf öğretenin kölesi
olurum” diyor, büyük Sahabi Hz. Ali. “—Ben ilmin beldesiyim;
Ali, O ilim beldesinin kapısıdır” buyuruyor, Allah’ın
Resulü.
Bizim dinimiz, ilim ve hikmet
dinidir. Zor ve zorba dini değildir. Bizim dinimiz,
vasat(orta yolu)’un üzerinde sevgi ve saygıyı esas alan ulu
bir dindir! Aşırılıklar, sivrilikler, sevgisizlikler yoktur.
İnsan nasıl başıboş yaratılmamışsa; insan hayatı da, ‘—ulu
orta’ gelişigüzel bir yolculuğun adı değildir.
İçinde hayat bulduğumuz, ‘—kâinat
bir kitaptır’ Kâinatta meydana gelen her hadise/olay insana
bir hitaptır! Ne kendimizi akıl dışı ve nede hikmet dışı
düşünce girdabına mahkûm etmeyede hakkımızın olmadığını
söylemek isterim.
Yıllardan beri Elâzığ’da söylenen
bir söz vardır; “—Ağın, bütün Türtiye’nin en fazla okuduğu
ve devlet hizmetinde önemli şahsiyetlerin yetiştiği haklı
iftiharlara layık bir beldemizdir”
Ağın’ın belki nüfusu azdır ama
iklimi kadar sıcak, birçok yürekli bahadırları, ‘Alperen’
ruhuna sahip bu coğrafyayı her bakımdan müsbet anlamda
etkileyen insanları bağrından çıkarmıştır. Türkiye’mizde
beklide Cumhuriyet fikirleriyle en dolu olan bir belde yine
Ağındır! Bu beldemizde, ‘—cezaevi’ yoktur. Dolayısıyla bu
beldemizde, kin ve nefretin toprağa atılan tohumları da
yoktur. Niyazi Yıldırım’ın da şiirinde belirttiği gibi;
“—vatan oğul, iman oğul, bayrak oğul, ezan oğul, mabet oğul”
demiş ve demeye de büyük bir aşk ve yürek dolusu sevda ile
devam etmektedir.
Evet, Ağın’da bir okul var;
“—Abdullah Lutfi İlköğreti Okulu” Bu okula haklı olarak
ismini verdiren şahsiyet; aynı zamanda, ‘—kimliğini de…’ o
kimlikte ki ruhunuda sadece okula değil, Ağın’a ve bu
coğrafyanın ikliminede yansıtmıştır. Ağın’ın internet
sitesinde okul hakkında şu bilgiler yer alıyor; “—Abdullah
Lütfü İlköğreti Okulu
1962–1963 öğretim yılında hizmete girmiştir.
Bilinen ilk müdürü Abdullah Lütfü dür. Daha sonra sırasıyla
Necip Atalay, Mustafa Neşat, Mehmet Yener, Mehmet Sönmez,
Süleyman Nazif, Halim Özkul, Nuri Onat, Mehmet Çicekçi,
Mehmet Akıllı, Mehmet Alp, Mecit Yalçın, Şeref Erdem,
Nurettin Karadağ, Kemal Yılmaz, Selami Yapıcıoğlu görev
yapmışlardır. Çeşitli kaynaklardan edinilen bilgilere göre
1882 yılında Müderris Hüseyin Efendi tarafından Hacı Ali Bey
adına bir medrese yapıldığı, bu medresenin 1928 yılında
okula devredildiği anlaşılmaktadır.”
Abdullah Lütfü, kendisini; bütün hayatını ilme, hikmete ve
eğitime adayan bir mübarek insan! 1885 tarihinde,
İstanbul’da başladığı bu hizmet yolculuğu hayatının özge can
damarı olacaktı. 1987 tarihindan itibaren; Diyarbakır Eğil
Nahiyesi, Diyarbakır İdadi Muallimliği, Mardin Rüşdiyesi
Muallimi Sanisiyesi, Diyarbakır İdadi Muallimliği, Elazığ
Mezreyi Marifet Muallimliği, Pertek Rüşdiyesi Muallim-i
Evvelliği, Ağın Muallim-i Evvelliği, Çemişgezek Muallim-i
Evvelliği, Van Dar'ül Muallim-i Evvelliği, Hakkâri Maarif
Müfettişliği, Elazığ İbtidai Muallimliği, Keban Rüşdiyesi
Muallimliği, Hekimhan İbtidai Muallimliği ve Ağın İbtidai
Başmuallimliği… Emekliliğine itiraz ediyor, 1926'da Keban
İlk mektebi Başmuallimliğine atanıyor.
Abdullah Lütfünün torunu, Feridettin Atatuğ, üzerinde çok
konuşulacak ve bir haylide tartışılacak nefis bir anlatımla
bu kahraman insanın ‘—romanını’ kaleme alıyor. Elâzığ Manas
Yayıncılık, bir 24 Kasım armağanı olarak bu kitabı
okuyucuları ile buluşturuyor. Bu eser aynı zamanda, ‘—Elâzığ
Okuyor’ duyarlı kampanyasına da çok önemli bir katkı
olacağına inanıyorum. Neden derseniz, aynı zamanda kendisi
de bir eğitimci olarak, Milli Eğitim Bakanlığının birçok
birimlerinde hizmet vermiş bulunan Feridettin Atatuğ’un
eserinden dinleyelim; “--Abdullah
Lütfi, soğukkanlılığını koruyarak gülümsedi:—Doğru, ben
bir muallim mektebinden mezun olmadım. Beni hayat
yetiştirdi, ben kendi kendimin muallimiyim. Bilgimi
tecrübelerimle pişirdim, yaşadığım bu tecrübemledir ki hep
okudum. Okuyarak uğraştım, okuyarak öğrendim, okuyarak
düşündüm, okuyarak araştırdım, okuyarak buldum...
(Kaşlarını çatarak sözünün burasında) Kafadar, söyler misin
Allah aşkına, böyle bir ruh iradesine sahip olan insan,
sağlıklı ve huzurlu olmaz mı? Olur, elbette. 83 yaşındayım
dincim, çalışıyorum... Ben bu ruhla okumamı devam
ettireceğim ve bilmediklerimi daha çok okuyarak
öğreneceğim, öğrendiklerimi daha çok okutarak öğreteceğim.
Takdir edersiniz ki öğrenmenin ve öğretmenin yaşı yoktur…”
Bu sözlerle emekliliğine itiraz ediyordu.
Abdullah Lütfü ismi ile birlikte
bizler; bir asır ve ondan daha öte yıllara doğru tarihin
derinliklerine doğru yolculuk yaparız. O İstanbul’da
kalmıyor; Doğu’da Anadolu’da, bir irfan ordusunun mensubu
olarak tpkı cepheden cepheye koşan asker misali, ‘—diyardan
diyara, gönülden gönüle’ koşuyor!
Atatuğ ne diyor eserinde; “--Koca
dünyada tek başımıza kalmıştık. Herkes bize “Hasta!”
diyordu. Bir zamanlar elimizi, eteğimizi öpenler,
dışarıdakilerin kışkırtmalarıyla özgürlük sevdasına
düşmüşlerdi. Kimileri Ermenistan İmparatorluğu’nu, kimileri
de Rum Pontus Devleti’ni hayal ediyorlardı… İşte bu sırada,
1839’da başlayan Tanzimat hareketinden sonra gerek
askerlerimizde, gerekse öğretmenlerimizde dünyaya meydan
okuyan bir gelişme oldu! Büyük bir iştahla imparatorluğumuzu
paylaşmak isteyen iç ve dış güçler, millî bir ruhun
şahlanışıyla karşılaştılar. O ruh, Çanakkale’de Mustafa
Kemal, düşüncede Ziya Gökalp olarak doğarken, “Tahtasız”
dedikleri biri, Anadolu’yu bilgisizlikleriyle tarumar etmek
isteyenlerin karşısına en umulmadık bir anda çıkıverdi! Taa
Fırat’ın bir kenarında rahatını tembellikte bulanların
yollarını kesti ve geçip gitmelerini engelleyerek sordu:
—Kafadar, okuyor musun?
—Kimdi bu, gözlerini diktiği yeri kezzap gibi
oyan, kara sakallı, boğa bakışlı, küçük kara gözlü adam?
—Kimdi bu, beyinlerde okumayı ve yazmayı bir
çıban gibi zonklatan adam?
—Kimdi bu, okul kaçkınlarının alay ettiği,
öğrenmek ve öğretmek için zaman tanımayan adam?
—Kimdi bu, bilgili olan düşmanını, cahil olan
evladından üstün tutan adam?
Yoksa bu adam, çoklarının dediği gibi bir
okuma-yazma sevdalısı mıydı?
Yoksa bu adam, sandıkları gibi cahillerin baş
belası mıydı?
Kararı, onu tanıyanlar şöyle veriyor: “Bu
adam, aklına gelen her şeyi mekân ve zaman gözetmeden okuma
ve yazma uğruna yapan, bunun için de halkının dilinde
“Tahtasız”lıkla efsaneleşen bir adamdı. Hep öyle kaldı.
İsterdim ki onu size, yazdığı alfabenin,
aldığı takdirnamelerin fotokopileriyle, çalışmalarını
kanıtlayan belgeleriyle tanıtayım. Ama bu değer hükümleri,
bir umursamazlığa kurban edilmiştir. Çoğu öğretmen olan
çocukları ile torunları (ki içinde benim babam da var) bu
değer ölçüsünün bekçiliğini ve koruyuculuğunu
yapamamışlardır. Ancak bu hizmeti, öğrencisi rahmetli
eğitimci Nuri Onat Hoca’mız, anılarını bir yöre dergisinde
yayımlayarak yapmıştı. Kendisini rahmetle anıyorum.”
BİR KAÇ SÖZ!
Bütün ömrünü ilme, irfana, hayra
ve hasenata verenlere hayranımdır. Bu millete hizmetin
‘—kuru kalabalıklarla’ ve hele sadece, ‘hamasi nutuklarla’
olamayacağını bilenlerdenim. Marifet odur ki, “—toplumu
düzeltme ve değişim iddiasında bulunanların önce kendilerini
düzeltmeleri” gerektiğidir.
‘—eceklerle, acaklarla’ ve
özellikle de; itham dolu, kin dolu, nefret dolu, husumet
dolu telkinlerle bir yerlere gidilemeyeceğini altını çizerek
belritmek isterim. İlimsiz bir hayatın ve marifetsiz ve
izansız taleğlerin nasıl çorak bir gönlü ve çorak bir
toprağı bizlere hatırlattığını da burada belirtmek isterim.