MANAS YAYINCILIK 
 
 
 

MANAS YAYINCILIK

ANA SAYFA                  
HAKKIMIZDA
DUYURULAR
YAYINLARIMIZ
YAZARLARIMIZ
FAALİYETLER
BASINDA MANAS
VİDEO GALERİ    
SİPARİŞ FORMU
İLETİŞİM

 

 

 

ATATÜRK VE ELAZIĞ

Tarih: 20Nisan 2018 Cuma
Yer: Elazığ Belediyesi Kültür ve Kongre Salonu

Manas Haber– M. Şener Bulut
Manas Yayıncılık’ın öncülüğünde; Cumhuriyetimizin kurucusu Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün Doğu Gezisi kapsamında17 Kasım 1937 tarihinde Elazığ’ı ziyaretlerinin aziz hatırasına ithafen düzenlenen “Atatürk ve Elazığ” programı 20Nisan 2018 Cuma günü tarihlerinde Elazığlı ve Diyarbakırlı şair, yazar, bilim adamı ve sanatçıların katılımlarıyla gerçekleştirildi.
Elazığ Valiliği, Elazığ Belediyesi, Fırat Üniversitesi, Elazığ Ticaret ve Sanayi Odası, Elazığ Kültür ve Tanıtma Vakfı, Elazığ Musiki Konservatuvarı Derneği, Elazığ Folklor ve Turizm Derneği, Diyarbakır Kültür Turizm ve Musiki Derneği, Fırat Üniversitesi Fotoğrafçılık Öğrenci Topluluğu ve Fırat Üniversitesi Atatürkçü Düşünce Öğrenci Topluluğu’nun katkı sağladığı bu anlamlıfaaliyet, Elazığ Belediyesi Kültür ve Kongre Salonu’nda 20 Nisan Cuma günü saat: 19. 30’da gerçekleşti.
Programa,Elazığ Eski Belediye Başkanı Şükrü Kacar, İl Kültür ve Turizm Müdürü Ahmet Demirdağ, Elazığ Ticaret ve Sanayi Odası Başkan Yardımcısı Mustafa Tavuş, Devlet Sanatçısı Mustafa Turan, Elazığ Kültür ve Tanıtma Vakfı Başkanı Mehmet Çağlar, Diyarbakır Kültür Turizm ve Musiki Derneği Başkanı Kenan Aksu, Diyarbakır Kültür Turizm ve Musiki Derneği üyeleriBurhanettin Atalay, Abdulkadir Arslanoğlu, Gamze Filiz, Dicle Üniversitesi Devlet Konservatuvarı Öğretim Görevlisi Tayfun Kırmızıgül, Dicle Üniversitesi Devlet Konservatuvarı öğrencisi Abdullah Güzer, Elazığ Folklor ve Turizm Derneği Başkan Yardımcısı Ziyaeddin Akgüneş, Türk Ocakları Elazığ Şubesi Başkanı Dr. Birol Bulut, Elazığ Musiki Konservatuvarı Derneği Başkanı Mehmet Kemal Perk, Palu Kültür ve Yardımlaşma Derneği Başkanı Fadıl Ülgen, Fırat Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mehmet Çevik, Prof. Dr. Mukadder Boydak,Dr. Öğr. Üyesi Yavuz Haykır, Dr. Öğr. Üyesi Tamer Kavuran, Işık Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Melih Boydak, fotoğraf sanatçısı Fehmi Şedele, Feridun Şedele ve Öğr. Gör. Recep Bağcı,sanatçı Naci Sönmez, Nüzhet Dede’nin torunu Erhan Saraçoğlu, araştırmacı yazar Günerkan Aydoğmuş, Bestekar Doğan Sever, mahalli sanatçılarımız Emekli Albay Lokman Tasalı, Nihat Kazazoğlu, Fethi Açıkgöz, Yalçın Turhan ve Enes Uçkun’un da yer aldığı seçkin bir davetli topluluğu katıldı.
Sunuculuğunu NGK İletişim Lisesi öğrencileri Beray Nur Teneke ile Yusuf Dilbaz’ın üstlendiğitoplantının oturum başkanlığını gazeteci yazar Bedrettin Keleştimur yaptı. Program İstiklal Marşı’nın okunmasıyla başladı.Ardından da açılış konuşmasıiçinDiyarbakır Kültür Turizm ve Musiki Derneği Başkanı Kenan Aksu kürsüye davet edildi.Bu anlamlı toplantıda Atatürk ve Elazığ adlı eseri kültür dünyamıza kazandıran Fırat Üniversitesi Tarih Bölümü Öğretim ÜyesiYavuz Haykır,Cumhuriyetimizin kurucusu Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün Doğu Gezisi kapsamında 17 Kasım 1937 tarihinde Elazığ’a yapmış olduğu ziyareti dikkat çeken yönleriyle anlattı.Doğan Sever’in bestelemiş olduğu Günerkan Aydoğmuş’unElazığ Garında Ata’yı Beklerken adlı şiiriusta sanatçı Naci Sönmez tarafından seslendirildi.
Nüzhet Dede’nin torunu Erhan Saraçoğlu,“Nüzhet Dede’nin Hatıralarında Atatürk ve Milli İrade”;fotoğraf sanatçısı Fehmi Şedele,“Kemal Şedele’nin Hatıralarında Atatürk”;Işık Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Melih Boydak,“Atatürk’e Sunulan Elazığ Ezgileri ve Anılar”;Dicle Üniversitesi Devlet Konservatuvarı Öğretim Görevlisi Tayfun Kırmızıgül,“Atatürk’e Sunulan DiyarbakırEzgileri ve Anılar” son olarak Fırat Üniversitesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mehmet Çevik,“Atatürk ve Milli Hakimiyet”başlıklı konuşmaları ile bilgi şölenine dönüşen toplantı, konuşmaların ardından “Atatürk’e Sunulan Elazığ ve Diyarbakır Türküleri” konseri ile devam etti. E. Alb. Lokman Tasalı, Nihat Kazazoğlu, Fethi Açıkgöz, Yalçın Turhan, Öğr. Gör. Tayfun Kırmızıgül, Gamze Filiz, Burhanettin Atalay, Enes Uçkun ve Abdullah Güzer’in okuduğu Elazığ ve Diyarbakır türküleri bu güzel geceyi taçlandırdı.
Atatürk ve Elazığ adlı programın konser bölümünün tamamlanmasının son bölümünde programın hazırlanmasına katkıda bulunan kişi ve kurumlara plaket takdimi yapıldı. Bu münasebetle Atatürk ve Elazığ adlı eseri kültür dünyamıza kazandıran Dr. Öğr. Üyesi Yavuz Haykır’a ve toplantıya katkı sağlayanProf. Dr. Melih Boydak, Prof. Dr. Mehmet Çevik, Fehmi Şedele, Erhan Saraçoğlu ve Günerkan Aydoğmuş için hazırlanan plaketlerİl Kültür ve Turizm Müdürü Ahmet Demirdağ tarafından verildi. Naci Sönmez, Doğan Sever, Öğr. Gör. Recep Bağcı ve Bedrettin Keleştimur’aplaketleriniElazığ Kültür ve Tanıtma Vakfı Başkanı Mehmet Çağlar;E. Albay Lokman Tasalı, Nihat Kazazoğlu, Öğr. Gör. Tayfun Kırmızıgül, Kenan Aksu ve Yalçın Turhan’ınplaketleriniElazığ Ticaret ve Sanayi Odası Başkan Yardımcısı Mustafa Tavuş;Ziyaeddin Akgüneş, Mehmet Kemal Perk, Fethi Açıkgöz,Burhanettin Atalay, Gamze Filiz, Abdurrahman Güzer, Beray Nur Teneke ve Enes Uçkun’a plaketlerini Devlet Sanatçısı Mustafa Turan ve son olarak da Fırat Üniversitesi Atatürkçü Düşünce Öğrenci Topluluğu Başkanı Zeynep Çağlar, Fırat Üniversitesi Fotoğrafçılık Öğrenci Topluluğu BaşkanıMehmet Orak ve NGK İletişim Lisesi öğrencisi Yusuf Can Dilbaz ’a plaketlerini Prof. Dr. Mukadder Boydaktarafından verildi. Plaket töreninin ardından Dr. Öğr. Üyesi Yavuz Haykır hazırlamış olduğu Atatürk ve Elazığ adlı eserini okuyucularına imzalayarak onlarla sohbet etti. İmza programının ardından çekilen toplu hatıra fotoğrafı ile bu güzel gecedavetlilerin alkışlarıyla sona serdi.

ATATÜRK VE ELAZIĞ
Dr. Öğr. Üyesi Yavuz Haykır
Manas Yayıncılık, 2017, S.300, Elazığ
Mustafa Kemal Atatürk, Türk Milleti’nin en zor anında, Milli Mücadele hareketini başlatıp, vatanın kurtuluşu ve milletin bağımsızlığını elde ederek yeni Türk Devleti’ni kurmuştur. Türk Devleti’nin sağlam bir şekilde ilelebet yaşaması ve Türk Milletinin muasır medeniyet âlemi içinde seçkin bir yer edinmesi için gerekli gördüğü inkılap ve yenilikleri cesurca gerçekleştirmiştir. Atatürk bu safhalarda tek dayanak olarak hep Türk Milletini görmüş ve ondan kuvvet almıştır. Yapmış olduğu işlerde hep halkıyla birlikte olmak ve onların desteğini arkasında görmek istemiştir. Atatürk, cumhurbaşkanlığı döneminde, ülkenin durumunu, problemlerini görmek, halkın dertlerini, istek ve ihtiyaçlarını bizzat öğrenmek ve alınacak tedbirleri yerinde tespit etmek için belli aralıklarla yurt gezilerine çıkmıştır. Bu gezilerden biri, 1937 sonbaharında yapmış olduğu, içinde Elazığ vilayetinin de bulunduğu Doğu Gezisi’dir. 1867 tarihinde “Harput” vilayet ismi, şehrin, yanı başındaki mezra denilen ovaya inmesiyle “Mamuratü’l-aziz” olmuş; halk ve devlet ricali şehrin ismini kısaltarak “Elaziz” diye kullanmış ve 70 yıl sonra da Türkiye Cumhuriyeti’nin banisi Mustafa Kemal Atatürk’ün 1937 sonbaharında Doğu Gezisi sırasında, şehrin ismi Elazığ olarak değiştirilmiştir. Bunun yanında Atatürk, bölgede incelemelerde bulunarak, bölgenin gelişmesi ve kalkınması için yapılacak işlerle ilgili gerekli talimatlar vermiştir. Özellikle Hazar Gölü kıyılarında modern bir tatil beldesi oluşturmak istemiştir. Bu kapsamda hemen projeler hazırlanmıştır. Atatürk’ün Elazığ halkı ile kucaklaşmasından kısa bir süre sonra ebedi hayata intikali, bu projelerin yarıda kalmasına neden olmuştur. Yıllar sonra Atatürk’ün bu fikri, özel girişimcilerin ve Elazığ halkının çalışmaları ile bir nebze olsun gerçekleşmiştir. Elazığ vilayeti Atatürk’ü candan seven ve onun koymuş olduğu ilke ve inkılaplara bağlılığını her dönem gösteren, vatanperver bir vilayet profili çizmiştir. “Atatürk ve Elazığ” ismindeki bu çalışma, arşiv belgeleri, tetkik eserler, süreli yayınlar, hatıratlar, fotoğraflar ve sözlü tarih çalışması kullanılarak Atatürk’ün Elazığ’la buluşmasını konu edinmiştir. Ayrıca Elazığ şehir tarihinde yer alan Atatürk ve Elazığ’la ilgili bazı önemli kesitlere de yer verilmiştir. Dr. Öğr. Üyesi Yavuz Haykır’ın kaleme aldığı bu eser, Cumhuriyetimizin kurucusu Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün Doğu Seyahati kapsamında 17 Kasım 1937 tarihinde Elazığ’ı ziyaretlerinin aziz hatırasına hazırlanmış ve Elazığ’da faaliyet gösteren Manas Yayıncılık tarafından da büyük bir vefa örneği sergilenmek suretiyle, Aralık 2017 tarihinde yayınlanmıştır.

ELAZIĞ GARINDA ATA’YI BEKLERKEN
Cumhuriyetimizin kurucusu Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün Doğu Gezisi kapsamında 17 Kasım 1937 tarihinde Elazığ’ı ziyaretlerinin aziz hatırasına ithafen düzenlenen “Atatürk ve Elazığ” programı münasebetiyle Günerkan Aydoğmuş’un yazmış olduğu Elazığ Garı’nda Ata’yı Beklerken adlı şiiriDoğan Sever tarafından bestelendi.Hüseyni makamındaki bu güzel eser değerli sanatçı Naci Sönmez’in muhteşem yorumuyla icra edildi.
Doğan Sever,bestelemiş olduğu bu eserhakkında yaptığı konuşmasında şu ifadeleri kullandı: “..,Atatürk’ün Elazığ ziyareti münasebetiyle yapılacak olan bu faaliyetinhazırlığı için Manas’ta toplanmıştık.Şener Bey, benden araştırmacı yazar Günerkan Aydoğmuş’un Elazığ Garı’nda Ata’yı Beklerken adlı şiirini bestelememi istiyordu.Şiir serbest vezinle yazılmıştı. 17 Kasım 1937 günü Elazığ tren istasyonunda yaşanan o büyük heyecananlatılıyordu.Ancak oldukça uzun bir şiirdi. Besteiçin uygun olamayacağını düşünmüştüm, fakatŞener Bey ısrarcı olmuştu. Hatta şiirin ilk satırlarını melodik bir sesle kendince okumuştu.
Hiç vakit kaybetmeden bu şiiri aldım ve üzerinde çalışmaya başladım. Yapacağım bestenin makamını Hüseyni makamı olarak düşündüm. Zira Hüseyni makamı, Anadolu havasını burcu burcu yansıtan herkesçe aşinalığı olan bir makamdı. Elazığ halkıda bu makamın sevdalısıydı. Serbest vezinle yazılmış olan bu şiiri, ben de serbest ve ritmik olarak düşündüm. Şiir dört bölüm olarak yazılmıştı. Başlangıç ve devam eden ikinci ve üçüncü bölümlerinin ilk satırları, Yıl 1937 Kasımın 17’si şeklinde tekrar edildiğinden bestede de aynı melodinin serbest olarak tekrarlanmasının uygunolacağını düşündüm.Eserin başına ve bölüm aralarındaki ritmik melodiler, şiirde anlatımlarına göre konulmuştur.
Şiirin son mısraında yer alan “Ve Elazığ’da o gün her gakgoş / Mustafa Kemal oldu” ifadesinin tiz kararla bitirilmesine özen gösterilmiştir.

YUSUF CAN DİLBAZ
Ankara-Elazığ Kültür ve Tanıtma Vakfının çok değerli temsilcileri, Diyarbakır’dan teşrif eden çok kıymetli sanat ve edebiyat dostları, basınımızın güzide temsilcileri ve siz kıymetli misafirlerimiz,
Elazığ Valiliği, Elazığ Belediyesi, Fırat Üniversitesi, Elazığ Ticaret ve Sanayi Odası’nın katkılarıyla; Ankara-Elazığ Kültür ve Tanıtma Vakfı, Elazığ Musiki Konservatuvarı Derneği, Elazığ Folklor ve Turizm Derneği, Diyarbakır Kültür Turizm ve Musiki Derneği, Fırat Üniversitesi Fotoğrafçılık Öğrenci Topluluğu, Fırat Üniversitesi Atatürkçü Düşünce Öğrenci Topluluğu ile Manas Yayıncılık’ın birlikte Cumhuriyetimizin kurucusu Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün Doğu Gezisi kapsamında 17 Kasım 1937 tarihinde Elazığ’ı ziyaretlerinin aziz hatırasına düzenlediğimiz “Atatürk ve Elazığ” programına hoş geldiniz.

BERAY NUR TENEKE
Bu müstesna programın, 23 Nisan Milli Hâkimiyet ve Çocuk Bayramının hemen arifesinde yapılması bu güzel gecemize daha farklı anlamlar katmaktadır. Bugün sizlerle Milli Mücadele yıllarına gideceğiz. Sakarya’da, Dumlupınar’da zaferler kazanan bir milletin efsaneleşen hatıralarıyla buluşacağız. Malazgirt’ten Kocatepe’ye o muhteşem tarihimiz bizlere yol gösterecek daha büyük işler yapmak için rehberlik edecektir.
Sizlere programın akışını sunmak istiyoruz
Açılış (Saygı Duruşu ve İstiklal Marşı)
Coğrafyayı Vatan yapan Gazilerimiz ve Şehitlerimiz, Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve Silah arkadaşlarının Aziz Hatırası için sizleri bir dakika Saygı Duruşuna ve akabinde İstiklal Marşına Davet Ediyoruz.

YUSUF CAN DİLBAZ
Atatürk denilince ilk aklımıza; Milli Mücadele Yılları, Milli İrade ve Milli Hâkimiyetimizin temsil yeri olan Türkiye Büyük Millet Meclisi, Anadolu coğrafyamızı tekrar inşa ve ihya etme yolunda gösterilen özverili çalışmalar, milli tarihimiz, kültürümüz, sanatımız, musikimiz, edebiyatımız, bilumum değerlerimiz gelir.
Bizler bu köklü ve yüce değerlerimizi geleceğe taşımak için bugün bir araya geldik. Bugün sizlerle birlikte Atatürk’ün Doğu Anadolu gezisini ve bu gezinin tarihi hatıralarını paylaşacağız.
Elazığ ve Diyarbakır coğrafyamızın iki kadim şehri… Bu faaliyetin düzenlenmesinde her iki şehrimizin aydınları birlikte çalıştılar. Birlikte bu güzel programı gerçekleştirmek için bugün burada bizleri de bir araya getirdiler. Huzurunuzda Elazığ ve Diyarbakır illerimizin kültür ve sanat camiasına teşekkürlerimizi ifade etmek isteriz.
Kürsüye açılış konuşmalarını yapmak üzere Diyarbakır Kültür Turizm ve Musiki Derneği Başkanı Kenan Aksu’yu davet ediyoruz.

KENAN AKSU
Çok Değerli Kültür ve Turizm Müdür’ümüz, Çok Kıymetli Hemşehrilerimiz,
Elazığ’ımızın güzel insanlarıyla yeniden birlikte olduğumuz için çok mutlu olduğumuzu ifade ederek konuşmama başlamak istiyorum.Bizler Diyarbakır’dan sahabeler, peygamberler şehrinden sizlere kucak dolusu selamlar getirdik. Çok zengin bir kültüre, çok zengin bir tarihe sahip olan Diyarbakır ve Elazığ şehirlerimizin dördüncü buluşmasında yeniden bir aradayız. Bu anlamlı buluşma için Manas Yayıncılık’a ve benim kıymetli dostum Şener Bey’e çok teşekkür ediyorum. İnanın bürokrasinin yapamadığını defalarca dile getirdiğim bu düşüncemi sivil kültür kuruluşlarımız yapıyor. Diyarbakır ve Elazığ şehirlerimizin bu dördüncü buluşmasında Cumhuriyetimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün Doğu Gezisi kapsamında gerçekleştirdiği Malatya, Diyarbakır, Elazığ ve Tunceli ziyaretleri münasebetiyle yeniden bir araya geldik. Daha önce “Elazığ-Diyarbakır Kültür ve Sanat Buluşması”nı gerçekleştirdik. Bu faaliyet kapsamında Celal Güzelses ve Enver Demirbağ hatırasına toplantılar yapıldı. Ali Emiri Efendi için Elazığ’da Diyarbakır’da düzenlediğimiz toplantılar hem Diyarbakır’da hem de Elazığ’da çok büyük yankı uyandırdı. Ve yine Diyarbakırlı ve Elazığlı şairlerimizin, yazarlarımızın, sanatçılarımızın katılımlarıyla gerçekleştirdiğimiz toplantılar bizleri daha da yakınlaştırdı. Elazığlı dostlarımızla birlikte gerçekleştirdiğimiz bu faaliyetlerin kültür ve sanat dünyasında da büyük takdir topladığını biliyoruz.
Büyük Atatürk’ün Diyarbakır’a gelişlerinde; Diyarbakır halkı tarafından istasyona girişinde büyük bir coşkuyla karşılandığını, Diyarbakır Halkevi Orkestrası’nın verdiği bir konseri izlediğini, resmi ziyaretlerini yaptıktan sonra da Diyarbakır’da Kolordu Komutanı olarak görev yaptığı tarihlerde kalmış olduğu Gazi Köşkü’nü ziyaret ettiğini, Diyarbakır’ın tarihi eserlerini, bilhassa surlarını, incelediğini; Diyarbakır – İran ve Irak demiryolu hattının temel atma törenine de katıldıktan sonra Elazığ’a hareket ettiğini biliyoruz. Atatürk’ün yapmış olduğu bu ziyaretler hakkında biraz sonra Fırat Üniversitesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi Haykır Hocamız daha detaylı bilgiler verecektir. Ben konuşmamı çok daha fazla uzatmak istemiyorum. Diyarbakır’ın kültür ve sanat camiasını temsilen katıldığımız bu anlamlı toplantı vesilesiyle Elazığlı çok kıymetli hemşehrilerimizi saygıyla selamlıyorum.

YUSUF CAN DİLBAZ
Diyarbakır Kültür Turizm ve Musiki Derneği Başkanı Kenan Aksu’ya teşekkür ediyoruz.
Elazığ ilimiz de, milli mücadeleye yürekten destek veren bir ilimiz olmuştur. Doğu Anadolu Müdafa-i Hukuk Cemiyeti’nin bir şubesi de Elazığ’da kurulur. Elazığ’ın aydınları bu cemiyet içerisinde çok önemli görevler üstlenirler.Elazığ diğer Anadolu şehirlerimizde olduğu gibi 1920 yılında milli mücadeleye destek veren bir gazete çıkarır. Elazığ’da çıkarılan bu gazete, “Satvet-i Milliye Gazetesi’dir.” Anadolu basını aynı zamanda, “Gazi Basını” olarak da anılır.Elazığ Şehrimiz; bir ilim, kültür ve irfan şehridir. Ve tarih boyunca çalışmalarıyla, yetiştirdiği bilge kişilerle de Türkiye’ye örnek olmuş; şimdi ki ismiyle de anılan; “bölgesinin huzur ve güven adasıdır”

BERAY NUR TENEKE
Kıymetli misafirler, gecemizin programını yönetmek üzere gazeteci yazar hocamız Bedrettin Keleştimur’u kürsüye davet ediyoruz.

BEDRETTİN KELEŞTİMUR
Evet,ben İletişim Lisesi öğrencilerimize teşekkür ederek sözlerime başlamak istiyorum. Onlar geleceğin iletişimcileri olacaklar inşallah. Bu şehire İletişim Lisesi’nin ne kadar gerekli olduğunu, İletişim Fakültesi’nin he kadar gerekli olduğunu basınımız içinde idrak etmekteyiz. Evet ben sayın protokola hoş geldiniz diyorum. Ankara’dan sanat ve edebiyat dostlarımız var. Vakıf başkanımız ve etrafındaki güzel şahsiyetler var. Kendilerine hoş geldiniz diyorum. Ve yine Diyarbakır’dan sanat ve edebiyat dostlarına hoş geldiniz diyorum. Elazığ’dan gelen tüm değerli katılımcılara da ayrıca hoş geldiniz diyorum.
Ecdat ne diyorlar; “Önce Selam, Sonra Kelam” “Önce Refik, Sonra Tarik”
Bizleri biraraya getiren söz meclisinin, sanat meclisinin, İlim ve irfan meclisinin adına Elazığ’da; “Kürsübaşı…” Diyarbakır’da; “Velime…” diyoruz. Bu sohbet geleneği Anadolu’nun değişik illerinde değişik isimlerle anılır.
Bizim, sanat ve edebiyat camiasının refiki/ yol arkadaşı şehrimizin siz ilim, irfan sahibi, marifet sahibi, ehli hal sahibi şu nezih/ güzide topluluğudur.
1937 tarihinde Gazi Atatürk’ün doğu gezilerinde iki güzide ilimiz; Diyarbakır ve Elazığ…
Gazi bu gezilerinde her iki şehrimizin canlı, diri, dinamik yaşayan sivil kültürü karşısında duygulanıyor; hayranlıklarını ifade ediyorlar…
Fırat Üniversitesi Dr.Öğr. Üyesi Yavuz Haykır, 1937 yılı doğu gezilerini/ Atatürk’ün Elazığ’a gelişlerini; “arşiv belgelerini, süreli yayınları, fotoğrafları, tetkik eserleri, sözlü tarih çalışması kullanarak…” bir dönemi bütün veçheleriyle günümüze taşıdılar.
“Atatürk ve Elazığ” eseri, Manas Yayıncılık’ıın 75. eseri olarak bugün; bu edebi sofrada sizlere takdim ediliyor.
Manas Yayıncılık; şunu rahatlıkla ifade edebilirim ki; bir Türkiye modeli… Prof. Dr. Ahmet Buran’ın ifadeleriyle; “Manas Enstitüsü…” Bizler bilgiyle, ‘geleceğe-aydınlık Türkiye’ye yürüyeceğiz’ Bu gecelerin amacı; “şehrimizi ortak bir akılda ve ortak bir kültürde buluşturmak; Farabi’nin ifadeleriyle; “şehir ve erdemli insan ufkunu…” dünden bugünlere; Büyük Türkiye idealine taşımaktır.
Doktor Yavuz Haykır’ı; Gazi’nin aziz hatırası için hazırlamış olduğu eseri tanıtmak için kürsüye davet ediyorum.

Dr. Öğr. Üyesi YAVUZ HAYKIR
Kıymetli Protokol, Değerli Misafirler,
Bu etkinliğimize şeref verdiniz, hoş geldiniz. Ben kısa bir konuşma yapacağım. Daha çok kitabın içeriği hakkında kısa bir bilgi vereceğim. Daha sonra konuşmacı hocalarımız Atatürk ve Elazığ ile ilgili Atatürk’ün Türk milletine yapmış olduğu önderliği daha geniş bir şekilde anlatacaklardır.
“Atatürk ve Elazığ” isimli bu çalışmam iki bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde Elazığ vilayetinin kuruluşu, Atatürk’ün Birinci Dünya Harbi sırasında Elazığ ve havalisinde yapmış olduğu görevler ve bu dönemde Elazığ bölge halkıyla teması, İzmir suikastında Elazığ’dan verilen tepkiler, 1931 yılında belediye başkanı olan Hürrem Müftügil’in Atatürk’ü Elâzığ’a daveti, Elâzığ Halkevi, gazi heykeli ve kültür mahallesi projesinin uygulamaya konulması başlıkları altında cumhuriyetin ilk yıllarında Elazığ ve Atatürk ile ilgili bölümler yer almaktadır. Hem cumhuriyetimizin ilk yıllarındaElazığ’ın tarihsel gelişimi hem de Atatürk’ün Elâzığ halkıyla olan bağlantısı bu bölümde incelenmiştir.
Çalışmamın ikinci bölümünde ise Atatürk’ün Doğu Gezisi konu edinilmiştir. Bu bölümde geniş bir şekilde Elâzığ gezisi ve bu gezide yapılan faaliyetlerden dönemin yazılı ve sözlü kaynakları geniş bir şekilde kullanılarak anlatılmıştır. Yine bunun yanında Mamuratülaziz olan şehir isminin Elâzığ olarak değiştirilmesi ve bu günün Elazığ Belediyesi tarafından “Atatürk Günü ve Gecesi” olarak kabul edilmesi ve her yıldönümünde de anılması hakkında da yine geniş bilgiler verilmiştir.
İşte bu ikinci bölümde bu ziyaretgeniş bir şekilde incelenmiş, o dönemin kaynaklarıyla yazılmıştır. Yine ikinci bölümde Atatürk’ün vefatı dolayısıyla Elazığ’da bir matem töreni yapılmıştır. Bu matem töreni Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi başta olmak üzere o dönemdeki süreli yayınlar ve o dönemin fotoğrafları da kapsamlı bir şekilde kullanılarak yine bu kitabımızda yer almıştır.
Şimdi baktığımızda Atatürk 1937 yılında Doğu Gezisi’ne çıkmıştır. Ve yine bildiğimiz gibi büyük Atatürk Milli Mücadele’yi gerçekleştirdikten sonra ikinci bir mücadeleye başlamıştır. O da modern bir Türkiye, muasır bir medeniyet seviyesine ulaşmış bir Türkiye idealidir. Bu amaçla birçok inkılaplar gerçekleştirmiştir. Atatürk’ün bu muasır medeniyet idealine ulaşma mücadelesinde yapmış olduğu bu inkılapları yerinde görmek için birçok defa cumhurbaşkanlığı döneminde geziler düzenlediğini görmekteyiz. O dönemin ulaşım şartları da göz önüne alındığında gerçekten zor şartlar altında birçok bölgeye gittiğini de görmekteyiz. Yine biz çok iyi biliyoruz ki, Cumhuriyetin ilk yıllarında Ankara’dan öteye yol yok. Demiryolu Ankara’da bitiyor, zaten karayollarına baktığımızda hak getire. Ankara’dan öteye bir karayolu şebekesinin, bir demiryolu şebekesinin olmadığını da çok net görmekteyiz. Ve baktığımız zaman Cumhuriyet idarecilerinin en çok önem verdiği konulardan biride ulaşım olmuştur. Bu anlamda ulaşımda demiryoluna öncelik verilmiştir.
Fevzi Çakmak Paşa’nın bir sözü her zaman benim aklıma gelir. Diyordu ki,“Eğer Ankara-Erzurum demiryolu olsaydı biz Sarıkamış’ta bir facia yaşamayacaktık. Biz Sarıkamış’ta bir mağlubiyet yerine zafer kazanacaktık.” Bunu vurguluyordu. Fevzi Çakmak raporlarda gördüğümüz kadarıyla mutlaka ve behemehâl ülkenin her tarafına ulaşan bir demiryolu ağının kurulmasını sürekli dile getiriyordu. Bu anlamda Cumhuriyeti kuran kadroların başta Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere gerçekten ulaşım konusuna büyük bir önem verdiklerini görmekteyiz.
Zaten Atatürk’ün,Elazığ’ın da içinde bulunduğu, Doğu Gezisi’ne çıkış sebeplerinden birisi de Diyarbakır’da demiryolunun temel atma törenine katılmaktır. Sivas-Malatya-Yazıhan-Sivrice-Elazığ Diyarbakır hattı üzerinde bir Doğu Gezisi düzenlemiştir. Daha sonra Mersin taraflarına giderek 21 Kasım 1937’de bu geziyi tamamlamıştır.
Bu gezdiği bölgelerde halkın şikâyetlerini ve dertlerini dinlemiştir. Gerçekten halkın devlete nasıl baktığını, neler düşündüğünü, neler hissettiğini görmek istemiştir. Yine bu gezide bildiğiniz gibi Tunceli’de Singeç Köprüsü’nün açılışını gerçekleştirmiştir. Halkın kültürel, sosyal ve iktisadi yönden gelişmesi için yetkililere ciddi bir şekilde görevler verdiğini de biz görmekteyiz. Bu gezi sırasında şehir tarihi içerisinde bazı önemli şeylerinde gerçekleştiğini görmekteyiz. İşte bizim Gölcük Gölümüz yine bir Türklük şuuruyla büyük Atatürk’ün teklifi ile Hazar gölü ismini alıyordu. Gölcük Gölünün Hazar Gölü olarak adlandırılması talimatı veriliyordu. Yine bildiğiniz gibi Elazığ bir yeni şehir, 1867’de kuruluyor. Daha önce Harput olan vilayet merkezi, 1867’den sonra yani Harput önemini kaybettikten sonra dönemin idarecileri şehrin taşınmasına karar veriyorlar. Ve şehir mezra dediğimiz şimdiki bölgeye iniyor. O dönemin padişahı sultan Abdulaziz idi. Sultan Abdülaziz’e izafeten Mamuratülaziz ismi 1867’de veriliyordu. Daha sonra, Abdulaziz’den sonra ise yerine geçen yeni padişahlar döneminde Mamuratülaziz kelimesinin şehir ismi olarak çok kullanılmadığını görüyoruz. Kısaca Elaziz deniliyor. Birde halk kullanım kolaylığı,ağız alışkanlığı olarak Elaziz’i kullanıyor.
1900’lerden itibaren belgelere baktığımızda Mamuratülaziz isminin pek kullanılmadığını, Elaziz isminin tercih edildiğini görmekteyiz. Nihayetinde Atatürk’ün Doğu Gezisi’nde yani 1937 yılında Elaziz ismi Elazığ olarak değiştiriliyordu. Yani “azığı bol memleket” anlamında bu isim değişikliği gerçekleşiyordu.
İsim değişikliği Elazığ halkevinde yapılan kültürel gecede konu edilmiş ve dilbilimcilerin ve edebiyatçıların katılımıyla bu isme karar verilmiştir. Yine aynı şekilde Diyarbekir isminin Diyarbakır’a çevrildiğini görmekteyiz. Bölgenin maden anlamında çok bereketli olduğu tarihsel bir gerçektir. Bölgesindeki bakır madeni zenginliğine izafeten Diyarbekir isminin Diyarbakır olarak değiştirildiğini görmekteyiz.
Mustafa Kemal bu isim değişiklikleri için “Bu ülke, bu topraklar falancanın, filancanın değil, milletin malıdır.” diye vurgu yapıyordu. Milletin kültürüne, geleneğine, tarihsel yapısına uygun isimler verilmesini elinden geldiğince yapmaya çalışıyordu. Ve millet kavramını Kürt, Laz, Çerkez, Alevi, Sünni vs. etnik ve mezhepsel bir ayrım yapmadan bir millet şuuru oluşturmaya çalışıyordu.
Baktığımız zaman Mustafa Kemal Atatürk bunu çok ciddi bir şekilde başarmış yani etnik farklılıkları bir tarafa bırakıp büyük Türk milleti şuurunu oluşturmuştur. Türkiye’nin gerçekten birlik ve beraberlik içerisinde yaşama azminde olduğunu yaşadığımız olaylarda göstermektedir.
Günümüzdeki siyasi mülahazaları, dini ve etnik unsurlarıbir tarafa bırakırsak her kesimden insanın bu çatı altında, bu birlik altında yaşama hissiyatının daçok yüksek olacağını ifade edebiliriz.
Çalışmamızda Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi,Cumhurbaşkanlığı Arşivi ve Elazığ Belediyesi Sicil Arşivlerinden faydalanılmıştır. O dönemin ulusal yayın yapan dergi ve gazeteleri taranarak çalışmada kullanılmıştır. Ayrıca çalışmamıza konu olan dönem içerisinde Elazığ’da yayın hayatını sürdüren Mamuratülaziz,Turan,Elazığ gazeteleri ile Cumhuriyetten sonra Elazığ’da yayınlanan ilk dergi olan Altan Dergisi de bu çalışmada yine kaynak olarak kullanılmıştır. Yine bu çalışmada hatıratlar taranarakonların konumuzla ilgili kısımlarından istifade edilmiştir. Çalışmamızda o dönemin bakış açısı,o dönemi bizzat yaşayanların hissiyatı ve tecrübesine sunularak yorum yapmalarına zemin hazırlanmıştır. Bu kapsamda sözlü tarih çalışması da yapılmış, o döneme tanıklık etmiş kişilerden ve onların anılarından istifade edilmeye çalışılmıştır. Bu anılar elden geldikçe diğer kaynaklardaki bilgilerle karşılaştırılmış, doğruluğu teyit edilmiş, ondan sonra kullanılmıştır. Veya farklı bilgiler dip notlarda belirtilmiştir. Araştırma sürecinde yapmış olduğumuz görüşmelerde bize katkı sağlayan Prof.Dr. Melih Boydak, Prof.Dr. Kerim Sunguroğlu, emekli öğretmen Cahide Dalokay Özdemir, klasik filolog ve fotoğraf sanatçısı Feridun Şedele, inşaat mühendisi Tarık Tahiroğlu, emekli gazeteci Mecit Ergene, araştırmacı yazar Lütfü Ergene, yüksek makine mühendisi Nurhan Sunguroğlu, Gürkan Yalçınkaya, Hayriye Akar, öğretmen Mehmet Akar ve Sedat Çağlayan’a burada teşekkürlerimi sunarım. Ayrıca çalışma esnasında görüştüğümüz ve kitap yayınlanmadan vefat eden Elazığ Eski Belediye Başkanı Kemal Şedele’nin kızı Sevin Şedele, yine merhum büyüğümüz Ziya Çarsancaklı, emekli konsolos Hasip Memişoğlu,emekli tabip Tuğgeneral Nihat İlhan ve klarnet sanatçısı Mevlüt Canaydın’ı da burada saygı ve rahmetle anmak istiyorum. Yine bu çalışma sırasında Elazığ musikisiyle ilgili kendisine başvurduğum sık sohbet ettiğimiz şu an yoğun bakımda tedavi görmekte olan Elazığ Folklor ve Turizm Derneği’nin başkanı kıymetli abimiz Bünyamin Eroğlu’na da burada acil şifalar dilemek istiyorum.
Ayrıca “Atatürk ve Elazığ” isimli böyle bir faaliyetin düzenlenmesi dolayısıyla Elazığ Valiliği, Elazığ Belediyesi, mensubu olmaktan gurur duyduğum Fırat Üniversitesi başta olmak üzere düzenlemede yer alan Elazığ Kültür ve Tanıtma Vakfı, Elazığ Musiki Konservatuvarı Derneği, Elazığ Folklor ve Turizm Derneği, Diyarbakır Kültür Turizm ve Musiki Derneği, Fırat Üniversitesi Fotoğrafçılık Öğrenci Topluluğu, Fırat Üniversitesi Atatürkçü Düşünce Öğrenci Topluluğu’na teşekkürlerimi sunuyorum. Ve son olarak da tüm bunların yanında hem kitabın yayınlanmasında hem de böyle güzel bir gecenin tertip edilmesinde öncülük eden, bir anlamda Elazığ’da Çırpanizade Ali Haydar Bey’den başlayıp merhum Fikret Memişoğlu’yla devam ederek günümüze kadar gelen kültür ocağının merkezi Manas Yayıncılık’a ve Şener Bulut’a şükranlarımı sunuyorum. Ayrıca bu anlamlı geceye teşrif ettiğiniz için siz kıymetli misafirlerimize teşekkür ederek sabrınıza ve affınıza sığınıyorum. Teşekkür ediyorum.

BEDRETTİN KELEŞTİMUR
Evet, Dr. Öğr. Üyesi Yavuz Haykır’a çok teşekkür ediyorum. Bizlere bir kaynak eser kazandırdı. Özellikle ben Milli Eğitim Müdürlüğü’nü de burada önemli bir göreve davet ediyorum. Çünkü her okulda bulunması gereken bir kaynak eser. Manas Yayıncılık’a da bu eseri bizlere kazandırdığı için teşekkür ediyorum.
Şiir, ‘gönle doğan ilham…’ olarak ifade edilir.
O ilham için Allah Resulü (asv) “şiirde hikmet vardır” diye buyururlar.
Fuzuli için şair, “gam kervanının yolcularıdır” der.
Bizim tarifimizde şiir, ‘gönüllerden süzülen söz billurları!’
Günerkan Aydoğmuş’un “Elazığ Garı’nda Ata’yı Beklerken” şiirinde;
Zaman tünelinde yolculuk yapacaksınız... Bir dönemi, tarihi yaşayacaksınız.
Eğitimci-Yazar-Şair Günerkan Aydoğmuş’u bu güzel şiirini okumaları için kürsüye davet ediyorum.

GÜNERKAN AYDOĞMUŞ
Yıl 1937, Kasımın 17’si
Tatlı bir rüyada bugün Elazığ
Ellerde ayyıldızlı bayraklar
Yollarda koşuyordu insanlar
Durmuştu zaman Elazığ Garı’nda
Türkülerle gelip türkülerle giden trenler
Bir türlü düdük çalmıyordu uzaklardan.

Yıl 1937, Kasımın 17’si
Çanakkale’de kükreyen aslan
Dumlupınar’da Başkomutan
Ve Türk’ü cihana tanıtan o büyük insan
Elazığ Garı’na girecekti birazdan.

Yıl 1937, Kasımın 17’si
O gün kartal yuvası Harput’tan
Fatihler iniyordu Mezire’ye
Güz mevsimi esen tatlı bir rüzgâr
Soğuk, karlı dağlara inat
Yemen türküleri getiriyordu.

Elazığ Garı’nda tatlı bir telaş
Caddelerde bir heyecan
Ve beklenen düdük çaldı uzaklardan
Gözler çakmak çakmak
Gözler ışıl ışıldı
Elazığ Garı’nda durdu bir tren
Gelen yorgun bir savaşçı
Gelen Anadolu’ydu.
Ve Elazığ’da o gün her gakgoş;
Mustafa Kemal oldu.

BEDRETTİN KELEŞTİMUR
Günerkan Aydoğmuş Beye çok teşekkür ediyorum.
Bir şiiri, bir sözü; ‘hoş bir sedaya dönüştüren…’ Bestekârlarımızdır.
Sayın Günerkan Aydoğmuş’un; “Elazığ Garı’nda Ata’yı Beklerken” şiiri,
Bestekâr, Doğan Sever tarafından bestelendi…
Doğan Sever ağabeyimizi, “Elazığ’ın Itri’si…” olarak tanımlamak istiyorum.
Bu güzel insan, “300’e yakın eserin bestesini…” yapmışlar!
Elazığlı, “şairlerimizin…” eserleri artık geleceğe taşınıyor!
İnşallah, Fırat’ta, Dicle’de; “şairlerimizin ses coğrafyası…” olacak!
Bu şehirde, ‘yeni sanat güneşleri…’ doğacak!
Söz, “sanat güneşine…” gelmişken ilk hafızalara;
Elazığ’ın, “sanat güneşi…” Naci Sönmez Beyefendi hafızalara gelir!
Naci Sönmez, bir eseri okurken; “o esere bütün ruhunu veren…” şahsiyet!
Güftesi Şair Günerkan Aydoğmuş’a, Bestesi Doğan Sever’e ait olan,
“Elazığ Garında Ata’yı Beklerken” eserini kıymetli sanatçımız Naci Sönmez’den dinleyeceğiz
Buyurun Naci Sönmez Beyefendi…

BEDRETTİN KELEŞTİMUR
Bu nezih çalışmanın 23 Nisan Milli Hâkimiyet ve Çocuk Bayramının hemen arifesinde Yapılmış olması; Bu gecenin ‘ifade ve mana cephesini de…’ güçlendirmektedir. Bu anlamlı geceden bizler büyük bir feyiz alıyoruz. “Milli Mücadele büyük bir Destandır” Böyle onurlu destanlar da, “bin yıl İslam’ın bayraktarlığını yapmış bu millete yakışır elbette…”
İstanbul’un fethini müjdeleyen Hacı Bayram Veli’nin makamı Ankara’dadır. İlk Meclis Üyeleri; açılış öncesi o makamı ziyaret edecekler. “Türkiye Büyük Millet Meclisi dualarla açılacaktır” O ruhu bugünlerde bir daha düşünüyorum;
Atatürk Sivas’ta, “İrade-i Milliye Gazetesi’nin…” isim Babası olacaktır!
Ankara’da, “Hâkimiyet-i Milliye Gazetesi’nin…” aynı zamanda isim Babasıdır!
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin, özünde ne vardır?
“Hâkimiyet Kayıtsız Şartsız Milletindir…”
O irade, ‘erdemli insan…’ yetiştirecektir.
O irade, ‘tarihi tefekkür…’ edecektir.
O irade, ‘yükselen bir nesli…’ geleceğe hazırlayacaktır.
Şu anda sizlerin huzurunda; Atatürk’le birlikte “İlk Meclisi…” düşünmekteyim!
İlk meclis, bilge kişilerden oluşan nezih bir meclis
Nezih Meclis’te yer alan bu diyarın yürekli insanı; “Dede Nüzhet”
ilk Meclis milli mücadeleyi yöneten olağanüstü meclistir!
İlk Meclis’teki Milletvekillerinin o dönem ülke şartları dikkate alındığında;
Vekillerin, yüksek bir eğitim düzeyine sahip oldukları görülür!
İlk Meclisin Gerçekleştirdiği faaliyetler arasında;
“Batı Anadolu’da düzenli ordu kuruldu,
Doğu, güney ve batı cephelerindeki zaferlerle Anadolu işgalden kurtuldu,
1921 Anayasası ve İstiklal Marşı kabul edildi,
Mudanya Ateşkes Antlaşması imzalandı,
Lozan görüşmelerine başladı…”
Dede Nüzhet, Atatürk’ün sanat ve edebiyatını takdir ettiği, fikir ve görüşlerini aldığı bir şahsiyet… Dede Nüzhet Harput’ta meftun İmam Efendi’nin en yakın yol arkadaşı, tasavvuf ehli ve aynı zamanda nüktedan bir şahsiyettir…
Dede Nüzhet Kimdir? Onun şahsiyeti, kimliği hakkında torunları emekli eğitimci-yazar büyüğümüz Erhan Saraçoğlu bizlere anlatacaklar…

ERHAN SARAÇOĞLU
‘’Bırak beni haykırayım, susarsam sen matem et.
Unutma ki şairleri haykırmayan bir millet,
Sevenleri toprak olmuş öksüz çocuk gibidir.’’
Mehmet Emin Yurdakul o günlerde böyle haykırıyordu.
Bir başka Mehmet, Mehmet Akif ise o muhteşem Çanakkale Şehitleri isimli şiirinde şöyle haykırıyor ve:
‘’Asımın nesli diyordum ya nesilmiş gerçek
İşte çiğnetmedi namusunu çiğnetmeyecek.’’ diyordu.
Bu haykırışlarla, bu telkinlerle ve milletinin damarlarındaki asil kandan da gücünü almak suretiyle aslında Türklüğün ifadesi olan ve Asım’ın nesli olarak isimlendirilen bir nesil vücuda getirilmişti. İşte Mehmet Akif’in, Asım’ın nesli olarak vasıflandırdığı ve bu isimle tesmiye ettiği, namusunu çiğnetmemiş ve çiğnetmeyecek olan nesil sizlersiniz. Verdikleri millî telkinlerle, aşıladıkları yüce ve ulvi ruhla bizi bu günlere ulaştıran büyük şairlerimizin huzurlarında huşuyla ve saygıyla eğiliyorum.. Kendilerine Cenab-ı Hakk’tan rahmetler diliyorum. Onların telkinleri, verdikleri moral gücünün, millî ruh ve coşturan şiirlerinin hasıl ettiği, yetiştirdiği, bugüne getirdiği, bu ruhu aşıladığı Asım’ın nesline yani bu milletin fertleri olan sizlere saygılar sunuyorum, huzurunuzda huşu ile eğiliyorum.
Ulu önder Atatürk’ün Elâzığ’ı teşrifleri münasebetiyle hazırlanan bu programda, ilk mecliste Mustafa Kemal’in davetiyle meb’us olarak görev alan Nüzhet Dede’den, meclise iştirakinden, Mustafa Kemâl‘e olan dostluk ve yakınlığından bahsedecek, o devri anlatan ve yansıtan şiirlerinden okuyacağım. Erzurum ve Sivas Kongrelerini müteakip merkezi Ankara’da olmak üzere Anadolu Meclis-i Meb’usanının kurulmasına karar verilmişti. Teşkil edilecek meclis bir kurucu meclistir. Anadolu genelinde temayüz etmiş, ilim ve irfanından faydalanılacak, vatan-perverliğine güvenilir ve çevresinden, muhitinden yararlanılabilecek şahıslar Meclise davet edilmektedir. Şahıslar, Mustafa Kemâl’in riyasetindeki heyetler tarafından tespit edilmekteydi. O günlerin tek iletişim aracı olan telgraf vasıtasıyla ilgililere tebliğ ediliyor ve onların Meclise iştirakleri sağlanıyordu. Nüzhet Dede’ye de Ergani meb’usu olarak Meclise iştiraki hususunda arka arkaya üç telgraf gelmişti. O telgraflar yakın tarihlere kadar bizde mevcuttu. Nüzhet Dede meclise çok yaşlı bir döneminde iştirak ediyor. Ankara’ya giderken yolda karşılaştığı tanıdıkları veya arkadaşları, Dedebey, yaşlı adamsın biz gittik gördük kurtuluş ümidi yok, sen de gidip görüp döneceksin diyenler var ise de onların bu telkinlerine aldırmıyor ve onlara “Evladım ben artık halkımla, memleketimde hemşerilerimle vedalaştım bu yola baş koydum ya muvaffak oluruz ya da oralarda kaybolur gideriz” der ve bu zihniyetle yoluna devam eder, meclise dahil olur. O günler çok buhranlı günlerdir. Bunları anlatmaya yürekler dayanmaz, zamanlar yetişmez. Akif’in bir şehit için “Gömelim gel seni tarihe desem sığmazsın’’ dediği bu yüce milleti ve tarihini nereye gömelim? Nereye sığdıralım. Maceralarını, yaşadıklarını, zaferlerini, asaletini, adaletini neyle nasıl ifade edelim ve nerelere sığdıralım? Bu mümkün değil.
Dede meclise geldiğinde vaziyetin vehametini yakından görür. Meb’uslar mahzun, ümitsiz, umutsuz. Meclis binası beyt-ül hazene dönmüştür. Gayet tabii mecliste hava çok bozuk, moraller çok bozuk, ülke bir yangın yeri halinde, cayır cayır yanıyor, yakılıp yıkılıyor. Nehirlerinden su yerine kan akıyor, yeryüzüne asırlarca adalet dağıtmış bu asil millete her türlü zulüm, eza ve cefa reva görülüyor. Hıristiyan âleminin bu defa tümüyle İslâm’a karşı giriştiği dokuzuncu haçlı seferidir bu sefer. Bu sefer evvelkiler gibi kalkan kılıçla değil; topla, tüfekle, en ağır silahlarla, uçaklarla, donanmalarla yapılmaktadır. Top sesleri meclisten duyuluyor. Yunan Polatlı’ya kadar gelmiş, bu arada Bursa da işgale uğramıştır. Meclis’in Kayseri’ye nakli düşünülmektedir. Böyle vahim günler yaşamış bu Türk Milleti. Fakat bunları evel-Allah bertaraf etmek suretiyle bizleri bugünlere ilk meclis ve o meclisin değerli üyelerinin say ve gayreti getirmiştir. Hep özlediğimiz, zaman zaman övgüyle ve sitayişle bahsettiğimiz ilk meclis ruhu dediğimiz ruh, işte bu ruhtur. Medyunuz, minnettârız ve müteşekkiriz. Ben o günlere temas etmeden ve Nüzhet Dede’nin o günlere ait şiirlerinden okumadan evvel bu başarıları elde eden Türk milletinin ne olduğunu, kim olduğunu kısaca anlatmaya çalışacağım. Tarihten aldığımız bilgiye göre ta Çin Seddi’nden ve ötesinden, Büyük Okyanus’tan Atlas Okyanusu’na kadar asırlarca at koşturmuş çok sayıda cihan imparatorlukları kurmuş bir millettir Türk milleti. Bu hususu Ahmet Hikmet Müftüoğlu Çağlayanlar isimli eserinde şöyle ifade eder: ‘’Ey Türk! Sen şarkın kınına girmeyen kılıcısın, dövüle dövüle tavlanır, vurula vurula kırılırsın, gene her parçandan bir kıvılcım, her kılıcından bir yıldırım doğar; ne bitmez ve tükenmez bir feyzin var. Ey Türk!’’
Namık Kemâl ise bunu teyid eder mahiyette ve bir kıvılcımından yıldırımlar doğar sözüne mümasil bir ifadeyle:
"Biz ol al-i himem erbab-ı cidd ü içtihadız kim,
Cihangirâne bir devlet çıkardık bir aşiretten" demektedir.
O aşiret (Kayı Boyu) bir kıvılcımdı. Ondan bir cihan imparatorluğu (Osmanlı İmparatorluğu) hasıl oldu, vücûd buldu. İşte Türk budur.
Kaşgarlı Mahmut Divanü Lügati’t Türk isimli eserinde: Türk kavmine Türk adının Ulu Tanrı tarafından verildiğini söylüyor ve bir Hadise istinad ederek şunları ilâve ediyor. ‘’Benim bir ordum vardır, ona Türk adını verdim. Onları doğuda yerleştirdim. Bir ulusa kızarsam Türkleri o ulus üzerine musallat kılarım.’’ diyor. İşte bu Türkler için bütün insanlığa karşı bir üstünlüktür. Çünkü Tanrı onlara ad vermeyi kendi üzerine almıştır. Onları yeryüzünün en yüksek yerlerine yerleştirmiş ve onlara (kendi ordum) demiştir.
Çanakkale harbinde ve bilhassa Bedir Gazvesinde Cenab-ı Hakk’ın bu millete ve İslam’a manevi yardımı oldu. Bedir Gazivesindeki aşikar (Enfal Suresi 17.Ayet) Bedir’de Hz. Muhammed, Cebrail (Aleyhisselâm’ın) tavsiyesi üzerine yerden bir avuç kum alarak müşriklerin üzerine attı. Bu atış onların hezimetine vesile oldu. Görünüşte Hazret-i Muhammed attı. fakat Allah u Tealâ, “Onları öldüren siz değildiniz onları öldüren Allah’tı, attığın zaman da sen atmadın Allah attı’’ buyuruyor. Çanakkale için de aynı şeyler söylenir. Yardımcı olan bu manevi güçlere cünud-i gayb diyoruz. Gayb’ın orduları, Gayb’ın askerleri demektir.
Nüzhet Dede!nin şiirlerinde de cünud-gayb (gaybın askerleri) ifadesi geçer. Peyam-ı Sabah muharriri Bican efendinin Dede hakkında kaleme aldığı bir mak’alesine mukabil, Nüzhet Dede’nin yazdığı (bizi) redifli gazelinde:
Bu gılaf-ı tende setretmiş edeb erkân bizi,
Görmemişken canlılar görmüş bugün bi-can bizi

Şad-kâm ol, şad-kâm ol müjde olsun hoş peyam,
Çekti iklim-i halâse ‘’ HAZRET-İ KUR’AN ‘’bizi.

Minnet etmez Müslümanlar şah u mahe serfüru
Çünkü ümmet eylemiş’’Peygamber-i Zişan’’ bizi.

MECLİS-İ MİLLÎ çelikten pek kavî bir kal’adır;
İhtimâli var mıdır mağlûb ede Yunan bizi?

Ağzını yırtar CÜNUD-İ GAYB ile Allah (ı) bil,
Bi-kes ü bî-vâye mi zanneyliyor düşman bizi?

Ger kesilse kang-ren olmuş derûn-i yâremiz;
Arayıp bulmaz mı ya her yerde, her derman bizi?

Onsekiz bin âleme sığmaz vücûdum zevrakı;
İstiab etmez, sakın depretme bu meydan bizi.

Nüzhet’a, bas ağzına mühr-i sükûtu, ebkem ol;
Sen de bi-can ol ki bir can, etmesin seyran bizi.

Duymamışken sem-i cânım böyle bir zurna-yi aşk,
Bu sâdâ, gâh eyledi giryan, gâhi handan bizi.
Mısralarıyla kaleme alınmış olan manzume bu durumu ifade etmektedir.
Günler, aylar, yıllar gelmiş geçmiş, zaman ve şartlar değişmiştir. Şarkın kınına girmeyen kılıcı vurula vurula yeniden kırılmıştır. Kırılan bu kılıç, Osmanlı’nın artık bittiği andır. Muhakkak ki kırılan bu kılıçtan kıvılcımlar ve bu kıvılcımdan da şimşekler doğacaktır ve nitekim doğdu da. İşte doğan o şimşek, yeni Türk Devleti’dir. Türkiye Cumhuriyeti’dir. İnşallah büyüyeceğiz ve yeniden dünyaya hükmeden, adalet dağıtan cihan devleti halini alacağız. Her şey aslına rücû eder.
Sevr Anlaşmasına göre Anadolu her taraftan işgal altına alınmıştır. Doğudan, batıdan, kuzeyden, güneyden akın akın gelen Hıristiyan orduları, bin yıllık Müslüman Türk yurdunu kirli ayaklarıyla çiğnemekte, asil Türk milletinin karşısında duydukları aşağılık kompleksini telâfi etmek amacıyla Türk Milletini yeryüzünden silmek istemektedirler.
İşgal günlerinde Türk Milletinin yaşadığı acı ve feci olayları, duyduğumuz elem ve ıztırabı M. Akif’in Bülbül şiirinden de okuyor ve öğreniyoruz. Lirik tarzda yazılmış olan bir şiiridir. Fakat hüzünlü bir şiirdir. Zira Akif bu şiiri Bursa’nın Yunanlılar tarafından işgali üzerine yazmıştır. Bursa yemyeşil bir memleket, zümrüt gibi bir şehir, orada güller, gülistanlar var. Güller içerisinde göğe ser çekmiş selviler var. Tahtını zümrüt dallar üzerine kurmuş bülbüller var. Bülbülle kendisini, bülbüllerle milletini mukayese eder. Bülbülün yuvası zirvelerdedir çiğnenmez, benim vatanım ayaklar altında çiğnenmektedir. Ey bülbül feryat edecek biri varsa benim, senin bir damlacık göğsünü parçalarcasına bu feryadına sebep nedir? Vatanı yakılıp yıkılmış, esaret altındaki milletine her türlü zulüm, eza ve cefa reva görülmüş, tarihine, kutsallarına el atılmış, tahrip ve tahrif edilmiş biri olarak matem de, feryat da benim hakkımdır. Ey bülbül sen sus artık.
Mehmet Akif’in bülbül şiirini konuşmamın sonunda okumak istiyorum. O vahim günleri ve anları yaşamış, bizlere de bir ders-i ibret olmak üzere şiirleriyle yansıtmış ve yaşatmış İstiklâl Marşı şairimizi de bu vesile ile anmak istiyorum.
İslâmiyeti yeryüzüne yayan, onu daim ve kaim kılan, Tanrı’nın benim ordularım dediği Türk Milletinin uğradığı bu tahammül-fersa elim ve vahim, acı ve feci durum karşısında Mehmet Akif, isyan eder ve şu şekilde haykırır:
Yâ Râb, bu uğursuz gecenin yok mu sabâhı?
Mahşerde mi bîçârelerin, yoksa felâhı!
Nûr istiyoruz... Sen bize yangın veriyorsun
Yandık! 'diyoruz... Boğmaya kan gönderiyorsun!
……………………………………………………

Yetmez mi musâb olduğumuz bunca devâhi?
Ağzım kurusun... Yok musun ey adl-i İlâhî!
Buyurun bakalım. Lâ yus’elu ammâ yef’al olan, sorgudan sualden münezzeh olan Cenabı Hakk’a karşı bu dini bütün insanın vebali de göze almak suretiyle bile bile bu şekilde sorgu ve sual tevcih etmesi işte o günün ıstıraplarının en bariz bir ifadesidir. Eğer bu acıyı yüreğinde hissetmemiş olsaydı Akif gibi bir insan böyle haykıramazdı.
Mustafa Kemâl’in başkanlığında kurulan ilk mecliste, Akif’le birlikte dedem, Nüzhet Dede de bulunmaktadır. Nüzhet Dede’nin şiirlerinde mealen birbirine tezat iki cephe, iki tarz göze çarpar. Bu tarz şiirlerin bir türü mensup olduğu tarikatın telkini ve genç yaşlarından beri gönül kaptırdığı tasavvufi görüş ve düşünüşün etkisiyle yazdığı uhrevi alemi, mana alemini konu olarak ele aldığı şiirleridir. Genç yaşlarında tanıştığı Osman Bedreddini Erzurumi Hazretleri’nin ve Erzurumi Hazretleri’nin tanıştırdığı, bilâhare Nüzhet Dede’nin de şeyhi ve mürşidi olacak olan Mahmudi Samini Hazretleri’nin tasavvufi telkinleri ile tasavvufi konuda şiirler vermiştir. İntisab ettiği, gönülden bağlanmış olduğu Mahmudi Samini Hazretleri’nin müridi ve ayrıca Osman Bedreddini Erzurumi Hazretlerinin de ihvanı ve dostu olarak bütün varlığı tasavvufi görüş ve düşünüşle yoğrulmuş, ruhu mana alemiyle ve manevi duygularla haşr u neşr olmuştur. Bilhassa Osman Bedreddin Hz.nin, Nüzhet Dede’ye ait olan Çemişgezek’teki evinin bir bölümünün Erzurumi Hz. ne tahsisi ile her iki ailenin on beş sene bir ev gibi birlikte yaşamış olmaları, Dede üzerinde çok etkili olmuştur. Bariz olan en önemli etki tevekküldür. Bu tevekkül ile Nüzhet Dede, o buhranlı günlerde Akif kadar kuşkulu ve endişeli değildir. Türk Milleti’nin bir gün bu esaret gömleğini yırtacağından, boynuna geçirilen boyunduruğu kıracağından, kollarına takılan esaret zincirlerini parçalayacağından emindir. Cünud-i gayba inanmakta ve güvenmektedir.
Tasavvuf harici bir başka tarz şiirleri ise hicviyeleridir. Her ne kadar tasavvufi konularda, uhrevi mevzularda eserler verse de o uhrevi âlemin dışında bir de şu maddi alem var ve yaşamakta olduğumuz, yaşamaya mecbur olduğumuz bir alem var ki burada envai çeşit rezaletler cereyan edip durmaktadır. Bu rezaletlerin karşısında da sükut edemez. Bir mutasavvıf olsa da işte o zaman hicviye dediğimiz şiirlerinde küfür yoğunluktadır. Artık onun ağzını kimse bağlayamaz. Onu susturmak mümkün değildir artık. Ben şimdi bunları huzurunuzda okumaktan hicab duyuyorum. Meselâ meclisin karatahtasına yazdığı hicviyeyi okuyacağım ama teeddüp ediyorum. Utanç duyuyorum. Ama bir taraftan da Nüzhet Dede’nin bu şiirleri kime karşı ve niçin yazdığını düşünüyorum. Bizi inim inim inleten işgal kuvvetlerinin devlet başkanlarına, başbakanlarına, krallarına veya diğer makamlardaki görevlilerine, komutanlarına hitaben bu küfürleri kullanmış. Niye kullanmasın ki? İngiliz başvekili Lord Corc, Çanakkale harbinde İngiliz savaş bakanıdır. Yasak olmasına rağmen askerlerimizin üzerine zehirli gazlar ve kimyevi silahlarla taarruz ediyor. Vicdan sahibi bazı matbuat mensupları, yazarlar, bilhassa kendisine muhalefet eden İngiliz kraliyet hava kuvvetleri mensuplarının ‘’ne yapıyorsunuz, bu silahlar yasak değil mi, bunlar insanlara karşı kullanılmayacak denmedi mi?’’ Onları ikna için verilen cevaba bakın: ‘’Ben onları insanlara karşı kullanmıyorum Türklere karşı kullanıyorum.’’ der. Nüzhet Dede küfretmişse büyük bir hata mı yapmış der ve kendi aramızda okuruz ve dinleriz bu küfürleri, beis yok zannederim.
Nüzhet Dede, ‘’ben çocukluğumda ağlamışımdır, ama yetişkin olduktan, biraz kendimi bildikten sonra ağladığımı hiç hatırlamıyorum’’ der. Bir insan olaylar karşısında nasıl bu kadar metin olabilir diye denemek isterler. Evinin selamlık bölümünde ve yemekte olduğu bir sırada ziyaretine gelen Fikri efendiye, -‘’hoş geldin Fikri buyur, gel beraber yiyelim.’’ Fikri efendi-‘’ Ne geleyim Dede bey, ne diyeyim, nasıl söyleyeyim bilemiyorum. Yaşlı adamsın, dışarıda duyup perişan olmayasın diye evde duyurmayı uygun gördük’’ Dede:-‘’ Ne geveleyip duruyorsun ne ise açıkça söyle.’’ – ‘’Dede bey, mahdumun Hıfzı efendi köyde bir sekte-yi kalp neticesinde sizlere ömür vefat etmiş.’’ Diyen Fikri efendiye – ‘’Ya! Takdir-i İlâhi oğlum ne diyelim, bir gün ölmek için doğmuştuk demek ki sıra onunmuş. Ben pek ilgilenemem, yaşlıyım; sizler arkadaşları olarak neye karar verdiniz, orada mı defnedeceksiniz, yoksa buraya mı nakledeceksiniz? Hele gel, gel yemeğimizi yiyelim de düşünürüz.’’ der. Fikri Efendi bu metanet ve tevekkül karşısında şaşkına dönmüştür.
Bir şiirinden aldığı şu mısra da onun aleme ve bu yaratılışa nasıl baktığını ifade eder.
"BU HİLKAT ZANNEDERSEM AĞLAMAKTAN GÜLMEYE LÂYIK”
Böyle bir tevekküle sahip Nüzhet Dede diyor ki: -‘’Meclis’in bir tatil saatiydi. Milletvekili arkadaşlarımdan bir grup etrafımı aldı ve –‘’Dede bey bu halimiz ne olacak ?’’ diye sordular. Meclis’in yaşlılarından olup, çeşitli devlet görevlerinde bulunmuş bir kişi olarak benden teselli verecek sözler duymak istiyorlardı. İşte o zaman konuşamadım. Kelimeleri telaffuz edemiyor, boğulacakmış gibi oluyordum. Konuşsam ağzımdan, hançeremden boğuk bir ses, bir hıçkırık, bir feryat çıkacağını hissediyordum. Bu bir evlâdın ölüm haberi değil, Koca bir milletin yok edilişi, bir vatanın elden gidişiydi.
Bu halde Meclisin karatahtasına geçtim ve cevabımı irticalen yazdığın şu mısralarla ifade etmeye çalıştım. Affınızı dileyerek okuyorum.
Sakarya Harbi İçerisinde Mebuslara Teselli Vermek ve Kuvve-yi Maneviyyeyi Düzeltmek İçin Yazılan Beyit
İnkıbâz olmuş ise âlem-i İslâm bütün;
İngiliz tuzu içer, Malta’da Yunan sıçarız.

Afganistan kadehi ile çekeriz Hint yağını;
Gâh Loyd Corc, gâhi Körzon, gâhi Kostan sıçarız.

Bolşevikler ile teşrik-i mesâ-i ederiz
Kızıl ordu gibi etrafa kızıl kan sıçarız.

Bizi bir katra bile saymâdılar deryâda.
O köpekler ne bilr, katrandan ummân sıçarız.

Ecnebiler dil uzatmış Arabistan bokuna;
Sonra bilmez işeriz, başına her ân sıçarız.

Boklarız ortalığı pâk edemez deryâlar.
Akıbet İngiliz’in burnuna, reyyân sıçarız.

Ermeni milletine ver bu peyamı NÜZHET
Her sabah Ali Kemâl’in üstüne, mihrân sıçarız.
Ali Kemal Osmanlı’nın dahiliye nazırıdır Millî mücadele aleyhinde bulunmuş ve biz zaferi kazandıktan sonra halk onu İzmit’te linç etmiştir. Ali Kemâl’in torunu bugün İngiliz hükumetinde hariciye nazırıdır (dışişleri bakanıdır.)
Nüzhet Dede bu şiiri yazdığı esnada Mustafa Kemâl Meclis binası dışında imiş. Meclisi teşriflerinde karatahtaya yazılı şiiri okur, mahlas beytinde geçen Nüzhet isminden kimin yazdığını anlar. Gelir Dede’ye sarılır.
O günlerde ümitsizliğe düşmüş bir kısım milletvekilleri Mustafa Kemâl’i itham ediyor ve İstanbul hükümeti galib devletlerle (Sevr anlaşmasını kasden) bir anlaşma yapmış ve bize de Konya ve havalisinde bir kısım toprak bırakmışlardı. Şimdi oralar da elimizden gidecek diyorlar ve Meclis’i terk ediyorlardı. Şiiri okuyan Mustafa Kemâl kürsüye geçer, hakkındaki ithamlardan bahseder ve hitabetine: ‘’Dede bey gibi benimle bu mücadeleyi devam ettirecekler var ise onlarla birlikte mücadelemize devam ederiz. Onlar da istedikleri zaman terk edebilirler. O ki bu mücadeleyi ben başlattım, bu gaileyi milletin başına ben açtım, sonuna kadar da ben götüreceğim Şöyle ki bütün Türk yurdu işgal edilse, kürsüde bir ayağını kaldırır ve bu ayağımı kaldırdığım yer de işgal edilmiş olsa, diğer ayağımı bastığım yer ancak benim mezarım olacaktır’’ der. Meclis hüngür hüngür ağlamaktadır. İşte İlk Meclis ruhu budur. Ruhları şad olsun.
Büyük mücadeleler sonucunda zafer kazanılacaktır, kazanılmıştır. Kazanılan zaferleri şiirlerle taçlandırmak, gelecekteki nesillere intikal ettirmek gerekir. Zaferlerle ilgili olarak ve o günleri yansıtan şiirlere Nüzhet Dede’nin divanında çokça rastlamaktayız. Birkaç örnek verelim:
Z a f e r n a m e
Arş (i)den ferşe dikilse yeri var tak-ı zafer.
Ebr-i zulmet dağılıp eyledi işrak-ı zafer.

Yüzünü şems ü kamer yer yüzüne sürse ne var?
Bugün eflâki tutar nara-yi ezvak-ı zafer.
.
Hamdulillah galebe çaldı çelipaye hilâl
Etti yunanlıların bağrını ihrak (ı) zafer.

Pek büyük milleti temsil eden aza-yı feham,
Bağlayıp birbirine eyledi misâk-ı zafer.

Oynasınlar, kol açıp hoplasın ebna-yi vatan;
Tutsun âfakı bütün müjde-yi eşvak-ı zafer.

Milletin başına bir tac-ı bülent olsa nola?
Başkumandan’ımızın başına müştak-ı zafer.

Üç yıl oldu DEDE NÜZHET yazalı hayrı dua
(Eyyühe nnas) okunur işte bu evrak-ı zafer.
EYYÜHE NNAS: Ey insanlar demektir C. Hakk’ın insanlara yaptığı bu hitap, Kur’an-ı Kerim’in 19 ayetinde geçer. *Bu ayetlerde insanlara, Allah ve Peygamber inancı, doğruluk, iyilik, güzellik, yanlışlardan kaçınma, kötülüklerden korunma şeytana uymama gibi güzellikler ve hasletler telkin edilmekte ve buyurulmaktadır.
İşte bu zafer evrakında da insanlığa yapılan bir hitap mevcuttur ve okunmaktadır.
İnsanlık alemi kuvvetlinin zayıfı ezdiği, zulmün ve haksızlığın kol gezdiği bir alemdir. Türk milletinin kazandığı bu zaferler bütün insanlığa esaretten kurtuluş için bir örnektir, bir yol gösteriştir. Bu zaferde ve zafer evrakında insanlığa kurtuluş yolunu gösteren bir hitap vardır.
Nihayet zafer kazanılmış, Nüzhet Dede ZAFERNAME şiiriyle zaferimizi kutlamış, tebrik ve tescil etmiştir. Lâkin bu büyük zafer tarihinin de tespit ve tescili gerekir. Edebiyatımızda ebced usulü ile tarih düşürme sanatı ve geleneği mevcuttur. Bu geleneğe göre bir ibarede (beyit, mısra vs.) geçen harflerin değişmez yani mutlak rakamlarının toplamı; anlatılan olayın tarihini verir. Şiirde geçen (GALEBE KEMAL’DEDİR) mısrasındaki harflerin mutlak değerlerinin toplamı zaferin tarihini vermektedir.
Tarih-i Zafer
Arkamız şimâldedir.
Yunan izmihlâldedir.
Loyd Corc ne haldedir?
Galebe Kemâl’dedir.

Loyd Corc’un işleri;
Açık kaldı dişleri.
Türkiye’nin şişleri,
Sanma ki zevaldedir.
Galebe Kemâl’dedir.

Bu Nüzhet’in hâmesi.
Kırık, yırtık câmesi.
Sevr ahid-nâmesi,
Bilmem ne me’âldedir.
Galebe Kemâl’dedir. Der.
Mustafa Kemâl’in liderliğinde başlayan Anadolu hareketi nihayet başarıya ulaşmış, Sevr Anlaşmasıyla “yangolar, mangolar” arasında piyango çekercesine taksim edilip dağıtılmış olan mülkün bütünlüğü Misak-ı Milli esaslarına göre sağlanmıştır. Bin yıllık Türk Yurdu işgalcilerin elinden kurtarılmış, yapılan anlaşmalarla asıl sahibine teslim edilmiştir. Hariçten gelen fitne ve fesatlar silinmiş, dahilde ihtilâllerden eser kalmamıştır. Bütün bunlar Mustafa Kemâl’in askeri dehasının, vatan ve millet sevgisinin eseridir. Öyleyse takdire şayan ve şayeste olan bu dehayı övücü sözlerle ifade etmek gerekir. Nüzhet Dede bu amaçla aşağıdaki medhiyeyi kaleme almıştır. Diyebilirim ki bu şiir Mustafa Kemâl hakkında yazılan ilk medhiyedir. On iki beyitten oluşan bu şiirin ilk on bir beytinde Mustafa Kemâl’e övgüler yağdırılır, son beyitte ise Dede’nin, ona karşı olan sevgisi, saygısı, bağlılığı ve ulvi bir aşk derecesine varmış olan muhabbeti ifade edilir. Bu beyti kısaca açıklayalım:
Divan edebiyatımızda aşığın gönül kuşu maşuğunun (sevgilisinin) zülüflerine takılır. Bu zülüfler kuş avına çıkan avcıların, avlarını yakalamak için serdikleri ağ gibidir. Kuşların ayakları ağa takılır ve avcılar da kuşları yakalarlar. Kuşlar ağdan kendilerini kurtaramazlar. Nüzhet Dede’nin methiyesinin son ve mahlas beytinde buna telmih yapılmaktadır.
“Nüzhet senin gönlün o sevgilinin (Mustafa Kemâl’in) zülüflerine takılmış, gönül kuşun o ağlara dolaşmış. O ukdeyi, o düğümü senin bu anlamsız nazmın (şiirin) çözer mi? Bu manasız nazmınla kendini ondan kurtarabilir misin? Onu anlattım diye mutmain olup, bu kâfidir diyebilir misin? O ukdeyi çözdün mü O’nu lâyıkıyla ifade edebildin mi?
M E D H İ Y E
Mushafta ser-veraktır, ser safha-yı cemâlın.
Kandîl-i nûr-i Hak’tır ey Mustafa, kemâlın.

Estikçe bâd-ı nusret,Îslâm’a geldi kuvvet,
Verdi semâya ziynet ,mevci kızıl hilâlın.

Başından eksik olmaz seng-i belâ Bilâl’ın.
Senden okundu elhak ezânı, zülcelâl’ın.

Ey Kâ’be-yi mu’azzâm, vey kıblegâh-ı âlem;
Câ’iz mi cem’i bilmem, tahtında çar, kralın?

Her kişver-i Müsülman, Efkân ü Hind ü İrân,
Akvam-ı ehl-i iman, nalende-yi visalın .

Envar-ı şems-i âlem birdenbire kapansın;
Ayineler kırılsın göstermesin zevâlın.

Bu hâk-i pâke karşı ettin fedâ hayâtın;
İmdâdına yetiştin bu halk-ı bî-mecâlın.

Hariçte sildin ahir her fitne vü fesadı;
Sâyende yok vücûdu dâhilde ihtilâlın.

Çekmişti yango, mango, bu mülke bir piyango.
Mâtetti şâh u ferzi temkin ü i’tidâlın.

Sen gibi bir bahâdır, tarihte nâmı nâdir;
Olmak sana berâber, mümkün mü İbn-i Zâl’ın?

Sende o hüsn-i niyet, bende ki bu dua var;
Hangi teres bükermiş ol kadd-i nev-nihalin?

Nüzhet, dilin dolaşmış giysû-yi dil şikâre;
Ol ukdeyi çözer mi bu nazm-ı bî-me’alin
Mustafa Kemâl de Nüzhet Dede’yi sever. Onun için,’’Dede bey meclisin gülüdür’’ demektedir. Onun bu sevgisinde etkili olan en önemli amil, muhakkak ki o buhranlı günlerde Meclis tahtasına yazdığı ve şiirinin başına: (mebuslara teselli vermek ve kuvve-yi maneviyeyi düzeltmek için yazılan beyit) ibaresini koyduğu, düşmanı ve liderlerini hicveden şiiridir. Dede’nin tevekkülünde tasavvufu, pervasızlığında kendi ruhunu müşahede eden Mustafa Kemâl, onun vatanı uğruna hiçbir fedakârlıktan kaçınmayacağının da farkında ve idrakindedir. Peyam-ı Sabah gazetesinde (oğlum Hıfzı efendiye vasiyetname) ismi altında yayınlanmış olan şiiri de Gazi’nin nazar-ı dikkatinden kaçmamıştır. Sarıkamış hareketinde (1914) donduğu için kangren olmaktan ayak parmakları kesilerek kurtarılan oğluna vasiyetinde:
Perişan et bütün halkı perişan olmak istersen.
Bu külfethanede vahşetle zi-şan olmak istersen.

Diye başlayan şiirine
……………..
Şehid- i hançer-i yunan olursan gözlerim aydın.
Bu meslekten köpeksin ger girizan olmak istersen.
………………
Şiirin bir başka beytinde ise:

Ferid ol, feylesof Arten Kemal ol gayret et oğlum.
Eğer yunan gibi murdara ihvan olmak istersen.
…diye devam eder.
Şiirde geçen isimler: Ferit=sadrazam Damat Ferit paşa, Arten Kemal =Dahiliye nazırı Ali Kemal’dir.
Mustafa Kemâl’in oturduğu sıra kürsünün hemen önündedir. Sırasına geçerken yolu Dede’nin oturduğu sıranın önünden geçmektedir. Nüzhet Dede’yi o kadar sever ki her sabah sırasına geçişinde onun sakalını okşamadan geçmezmiş. Bir gün Dede sorar:-‘’Paşam bu hareketinizle bana bir şeyler ima etmek istiyorsunuz, her ne ise açıkça söyleyiniz.’’ Gazi: -‘’Dede Bey senin sakalını seviyorum.’’ der. Dede: -‘’ Paşam sen sakalı sevmezsin. Bana öyle geliyor ki sakalımı kesmemi ima ediyorsunuz, yalınız şunu biliniz ki ben Dersim’de bu sakalla geziyorum. Bana da çok itibar ediyorlar. Şayet maksadınız bu ise, et Dersimi ihya, kes sakalımı.’’ der.
Nüzhet Dede ve birkaç arkadaşının Mustafa Kemâl’i makamında ziyaret ettikleri bir gün konu ittihatçılardan açılmıştır. Nüzhet Dede’nin İttihat Terakki partisi hakkında yazdığı bir hicviyesi vardır. İttihad ve Terakki ileri gelenleri Osmanlı Devletini Birinci Dünya Harbine sokmuş, Osmanlı devletinin yıkılmasına ve Anadolu’nun işgaline de sebep olmuşlardı. Savaş kaybedilince Talat, Cemal ve Enver paşalar savaş suçlusu sayılmış ve yurt dışına kaçmışlardı. Talat Paşa Berlin’de bir Ermeni militan tarafından, Cemal Paşa da Tiflis’te gene bir başka Ermeni militan tarafından şehit edilmiş, Enver Paşa ise batı Türkistan’da Ruslarla savaşırken şehit düşmüştü. Sultan Abdülhamid’in tahttan indirilmesi olayına karıştıkları ve birçok yanlışlıklara ve yolsuzluklara sebebiyet verdikleri için İttihatçılar, halk nazarında da itibarlarını kaybetmişlerdi.
Nüzhet Dede, hicviyesinde bu halleri, bu olayları dile getirmektedir. Mustafa Kemâl’i ziyaretleri esnasında bu şiirden haberdar olan bir arkadaşı: Mustafa Kemâl’e "Paşam, Dede Bey’in bu konuda bir şiiri var, emir buyurunuz da okusun dinleyelim.’’ der. Mustafa Kemâl, “Dede bey okuyunuz dinleyelim.’’ Nüzhet Dede nasıl okuyabilirdi. Mustafa Kemal de o partinin kuruluşunda yer alanlardandı. Hakaretlerle dolu olan şiiri yüzüne karşı nasıl okuyabilirdi? Korktuğundan değil. Hiçbir şeyden perva etmeyen, çekinmeyen bir mizaca sahiptir. Fakat diğer arkadaşlarının yanında hicve konu olan hususların ifade edilmesi hiç de uygun değildi. Bu bakımdan ‘’Paşam, her ne kadar bu konuda bir şiirim varsa da şu anda yanımda değil müsaade ederseniz bir başka zaman okuyayım’’ diyerek tevil yoluna kaçar. Mustafa Kemâl, -‘’Dede bey, ben senin zekânın ve hafızanın ne kadar güçlü olduğunu bilirim. Sen bir şiiri yazarken o anda ezberleyecek bir hafızaya sahipsin. Bana öyle geliyor ki okumak istemiyorsun.’’ –‘’Evet Paşam’’ -‘’Neden? -‘’Korkuyorum Paşam’’-‘’Kimden korkuyorsun? –‘’Kimden olacak zat-ı alinizden.’’ Bu konuşma üzerine Mustafa Kemâl: -‘’Dede bey, şunu biliniz ki hicviyelerinizde doğrudan şahsımı hedef almış olsanız bile benden size hiçbir zaman zarar gelmeyecektir.’’ der ve Nüzhet Dede de her bendi altışar mısradan oluşan dokuz bendlik şiirini okur. Dede, ikinci bendi okuduğunda Mustafa Kemâl zile basar. Odaya giren yaverine: --‘’Oğlum, Dede bey’in okuyacağı şiiri yaz.’ der. Nüzhet Dede, -‘’Okumuyorum Paşam, ne dediniz ne yapıyorsunuz? Zapta geçmenin gereği var mı? Mustafa Kemâl –‘’ Hayır Dede bey zapta geçmiyorum, çok beğendim. Bir nüshasının da bende olmasını istiyorum. Her ne kadar başlangıçta ben de o partiye girmiş idimse de çok şükür yanlışları ve hataları zamanında gördüm ve ayrıldım. Bu bakımdan hicvinizdeki ağır sözler ve küfürler bana dokunmuyor.’’ Der.
ŞİİRİN TAM METNİ ŞÖYLEDİR:
(İttihatçılar için yazdığı hicviye)
(Me fâ î lün/ Me fâ î lün/ Me fâ î lün/ Me fâ î lün)
Şikest olsun kalemler, hep kırılsın böyle parmaklar
Niçin teşhir edip yazmaz nedir bunca fırıldaklar?
Sataşmış canına halkın, bu dernekler, bu oymaklar.
Kenef etrafına sanki dizilmiş tâze bardaklar.
Bu mülkün sâhibi kimdir, düşünmez mi bu ahmaklar?
Çekil artık, yeter, ey kahpeler, kancıklar, alçaklar.

Diyânet bağ(ı) banım katledip, bağı harâbettin.
Kilîsâlar, nice bin kâbeler zîr-i türâb ettin.
Esîr-i nefs olup bilmem nedendir inkılâb ettin?
Kız oynattın, kemân ü tef çalıp,nûş-i şerâb ettin.
Bunu isbâta kâfidir bu yaşmaklar, bu kalpaklar.
Çekil artık, yeter, ey kahpeler, kancıklar, alçaklar.

Bu hürriyyet midir, yâ kat’i zürriyyet midir bilmem?
Bu mülk ü milleti mahvetmeye niyyet midir bilmem?
Bu bir boktan mürekkep, yoksa cem’iyyet midir bilmem?
Bu nazmımla ölürsem canıma minnet midir bilmem?
Çalınsın başına Nemrûd-veş ateşli tokmaklar.
Çekil artık, yeter, ey kahpeler, kancıklar, alçaklar.

Edepsiz gözlüğünü tak, sıkça bak, âlem harâb oldu.
Kadınlar sayenizde dul kalıp, bağrı kebab oldu
Ocaklar söndü, evler hep yıkıldı, sedd-i bâb oldu.
Bugün zâr-ı vatan kâşâne-yi bûm-ı gurâb oldu.
Sizi tel’in edip şâm u seher ağlar bu topraklar.
Çekil artık, yeter, ey kahpeler, kancıklar alçaklar.

Senin hep cânına, evlâdına, ahfâdına lânet.
Önünde diz çöküp ders aldığın üstadına lânet
Bütün ahyârına, eşrârına, efradına lânet.
Bu halka ettiğin imdâdına, irşâdına lânet.
Yetişmez mi frenkâne bu alkışlar, bu şakşaklar.
Çekil artık, yeter, ey kahpeler, kancıklar alçaklar.

Nedir bu şem’â-yi ikbâl ü istikbâli söndürdün.
Niçin kânun-i aşk u şevk ü zevk ü hâli söndürdün.
Hayâsız sen çerağ-ı bezm-i istiklâli söndürdün.
Sirâc-ı ilm-ü irfânı, bütün ensâli söndürdün.
Kalır mı yanına sandın bu almaklar, bu satmaklar.
Çekil artık, yeter, ey kahpeler, kancıklar, alçaklar.

Seni Allah’tan, Allâh’ı senden pek irağ ettin.
Soyup bu milleti hayfa dal yar.ğ ettin.
Serâpâ mülkü verdin, devleti âhir çerâğ ettin.
Behey kâfir, niçin küffara bu mülkü ferâğ ettin.
Ne oldu, nerde kaldı bu vilâyetler, bu sancaklar.
Çekil artık, yeter, ey kahpeler, kancıklar alçaklar.

Didip dindân-ı hırsınla lûhûm-i kavm-i ma’sumi.
Yedin mi çatlayınca, patlayınca zehr ü zıkkumı?
Hıyânetle kazandın akıbet bu nâm-ı mevhûmi.
Ne yaptın doğru söyle, hazret-i hâkan-ı merhûmi?
Kırılsın kasteden eller, ayaklar, öyle tırnaklar.
Çekil artık, yeter, ey kahpeler, kancıklar, alçaklar.

Bırak Yârab bu zâlimler, deniler târ ü mâr olsun.
Dağılsın ebr-i zulmet, şems-i tevhîd âşikâr olsun.
Gebersin bu köpekler, yerleri dûzahta nâr olsun.
Bu nazmım ehl-i hâle âcizâne yâdigâr olsun.
Gider şimden geri durmaz bu çaylaklar, bu laklaklar.
Çekil artık, yeter, ey kahpeler, kancıklar alçaklar

KASİDE (Tasavvufı)
(Mef û lü / Me fâ î lü / Me fâ î lü / Fe û lün)
Bir meyle olup Âdem ü Havvâsı’da sarhoş;
Ol cam ile iblisi de, igvâsı da sarhoş.

Mest-i ezeldir ki döner başı semânın;
Arşın bile ta kubbesinin tası da sarhoş.

Çekmiş nice bin şems ü kamer, necm-i piyâle;
Hep sabit ü seyyâr ü süreyyâsı da sarhoş.

Zerrât-ı cihan birbirine âşık u mâşuk;
Zerrât-ı değil, Kaf’ı da,Anka’sı da sarhoş.

Ol bade idi çarhı bütün şevka getirdi.
Bu şevk ile dünyâsı da, ukbası da sarhoş.

Ol cur’a idi eyledi Mecnun’u melâmet;
Bir Kays değil, akıl-i Leyla’sı da sarhoş.

İzhar eden ol cur’a idi kenz-i hafayı;
Olsa nola sugrası da , kübra’sı da sarhoş.

Kadıları, va’izleri, müftüleri hayran;
Seccade vü tesbihi de , fetvası da sarhoş.

Evradi ki ağzında anın kaleyekul ;
Ol ta’ifenin cahil ü dânâsı da sarhoş.

Hep nârı da, envarı da,esrarı da baygın;
Musa’sı da, Davud’u da, Îsâ’sı da sarhoş.

Mahmur olarak kustu, Süleyman’ı da ahir alır
Asefleri, hem mühr ü mu’allası da sarhoş.

Ben hastalığım, hikmet-i Lokman’a değişmem
Ol derbederin, hikmet-i eczası da sarhoş.

Gelmiş dolanır şah u gedâsı heme sersem;
Gitmiş nice İskender ü Dara’sı da sarhoş.

Bir nutfe içinde nice bin kafile mahmur;
Her kafilenin noktası, imlâsı da sarhoş.

Aldanma gönül ( la ) sına, (illa) sına dehrin.
Evradi de, ezkâri de, esması da sarhoş.

İmânımızın sageridir küfr ü kemiyyet.
İşbu nüketin sırrı, mu’amması da sarhoş.

Bu meygedenin buy-ı ıtırnakına karşı;
Cennette biten nerkis-i şehlâsı da sarhoş.

Saki, kadehin ismine “ Kün “ lafzını verdi.
Bak hak ü yel ü ateş ü deryası da sarhoş.

Memnun büyün meclis meyhanecisinden
Her dairenin ziri de balâsi de sarhoş

Bilmem ne olur ahiri, iş bu cereyanın.
İnsanı da, hayvanı da, eşyası da sarhoş.

Nazmımla beni taşlama ey zahid-i hodbin;
Hoş gör ki, anın lafzı da, mânâsı da sarhoş.

Yanıp, yıkılıp durma hararetle şarab iç;
Madem ki peyigamber ü Mevlâsı da sarhoş.

Senden sana miracedegör gizlice NÜZHET,
Bu marekenin leyle-i esrası da sarhoş.

Buldum hûm-i cebr içre bu dava-yi sâkimi.
Bak Nüzhet’in eş’arı da, dâvâsı da sarhoş.
Bu kasideye edebiyat çevrelerinde RİNDİYE tabir edilir. Burada geçen sarhoş kelimesi alkollü içkilerin verdiği sarhoşluk değildir. Bazı beyitlerde İlâhi aşkın hasıl ettiği kendinden geçiş hali; bazılarında ise bilmezlik, idrak edememe, nefsine mağlup olma, gurura ve kibire kapılma hallerinin ifadesidir. Sarhoş kasidesini burada zikredişimin sebebi: Mustafa Kemâl’in, Nüzhet Dede’ye ait bu kasideyle birlikte İttihatçılar için yazdığı hicviyeyi çok beğendiğini devamlı yanında bulundurduğunu belirtme gayesine matufdur.
Büyük mücadeleler sonunda kırılan kılıçtan çıkan kıvılcım, bir yıldırım doğurmuş, yeniden ve yepyeni bir Türk Devleti hasıl olmuştur. İmparatorluk devri kapanmış, 29 Ekim1923’te Cumhuriyet devri başlamıştır. Yeni devir, yeni idare sistemi beraberinde de bazı yenilikleri getirecektir. Dünya hızla değişmektedir. Bizim de bu değişikliklere ayak uydurmamız zorunlu hale gelmiştir. Çeşitli mevzularda yapılan bu değişiklikler, inkılâblardır. İnkılâbların birçoğuna intibak etmede zaman zaman zorluklar yaşanmış, direnişler, karşı çıkışlar olmuştur. Asırların hasıl ettiği gelenek, görenek, örf ve adetleri değiştirmek, yeniliklere intibak etmek bir kısım insanlara ve o insanların teşkil ettiği topluluklara çok zor gelmiş, bilhassa kıyafet konusunda problemler yaşanmıştır. Kıyafeti din ile ilgili ve dini de kılık kıyafette gören bazı zümreler devlete başkaldırma cüretinde dahi bulunmuşlardır. Dinde tesettür esastır fakat giyim kuşamın şekli ve rengi konu değildir. Sarık yerine bir başka serpuş takmanın, cübbe yerine ceket veya palto vs. giymenin dinden çıkmakla alâkası yoktur. Dini, kıyafette görenlere, kıyafetle din arasında ilişki kuranlara Nüzhet Dede, bir tarikat ehli ve bir mutasavvıf olarak şiirinde şöyle hitap eder ve gerekli telkinlerde bulunur.
(Fâ i lâ tün/ Fâ i lâ tün/ Fâ i lâ tün/Fâ i lün)
Halkı aldattın yeter, ey hâce efkârın bozuk.
Bu riyâ vü ucb ile her yerde her kârın bozuk.

Kisve-yi cehlin değil mi nası iğfal eyleyen?
Yüzde elvânın güzeldir leyk astarın bozuk.

Gerçi Kur’ân-ı Kerim’e herkesin îmânı var;
Fark-ı mâ’nâ etmedim va’zında güftârın bozuk.

Kendi keyfince beni attın cehennem nârına;
Yakmadı aşıkları Nemrûd-i veş nârın bozuk.

Lâ şebih olmak dilerken şapka koydun başına;
Küfre girdin galiba, Allah’a ikrârın bozuk.

Hep kışırdın bildiğin ey (men’aref) den bî-haber.
Dini ser-puşun düzeltmez belki izmârın bozuk.

Cübbe vü destara bakmaz, kalbe nâzırdır Hüdâ,
Akl-u fikrin, niyyetin, mikdâr u mi’yârın bozuk .

Her kumarbaz-ı ma’aniden dilin çek oynama
Soyunup uryân olursun sofiyâ zârın bozuk.

Çeşm-i huffaşınla bakma her hükûmet âdemi;
Senden âlâ müslümandır vezn ü kantarın bozuk.

Her bozuk ta’mirine koştun, koşuldun Nüzhetâ,
Sen de bil noksânını bu nazm-ı eş’ârın bozuk.
Seksen iki yıllın ömrünün son yıllarında, bu fani alemde geçirdiği son demlerinde cumhuriyete rağmen beklediklerini ve umduklarını tam olarak bulamayışın da hüzün ve ıstırabını yaşamaktadır. Bilhassa devrin idarecilerinden müştekidir. Bu konularda birçok müfredbeyit, kıt’a ve şiirleri mevcuttur fakat hepsine yer veremiyoruz.
( Nafı’a Vekili Recep Peker Beyefendiye)
( Me fâ î lün/ Me fâ î lün/ Me fâ î lün/ Me fâ î lün)
Bizim de hissemiz vardır cihânın âfitâbında
Hemişe hâk ü bâd ü ateşinde, ab ü tâbında.

Dilendirmek size, ancak dilenmek mi bize lâyık?
Bu düstûr-ı mezâlim var mı bir millet kitabında?

Tükenmez ihtiyaç altında ezmek var ise göster.
Bu bir meb’usi aç koymak, kitabın hangi bâbında?

Kusûrum yok, nedir bilmem atıldım haps-i nisyâne.
Aceb kimden geri kaldım, otuzbeş inkılâbında?

Kefen boynumda, kellem koltuğumda gezdiğim demler;
Ne yuhalar tecelli eylemişti şeyh ü şabında.

Beyim ikrarımız, imanımız,hep gayemiz birdir,
Kurulmuş nur-i cumhuriyyetin zevk ü azabında.

Halâsa yok mudur çâre beni bu derbederlikten?
Yeter koştum, yeter artık, bu vâdinin serâbında.

Bu âlem bir sumât-ı sufrâ-yi nahn ü kasemnadır.
Denâettir bulunmak rızk için cer irtikâbında.

Vefâ ummak bu derh-i pîrezenden, mahz-i cinnettir.
Nice kendüm gibi kendim öğütmüş âsiyâbında.

Nice mâ’mureler gördük harâb ender harâb olmuş;
Hayât ümmîd eden kimdir bu deryanın hubâbında?

Nice bülbüllerin yurdun, yuvasın; zağılar tutmuş.
Nice kâşâneler gördüm, öteler baykuş harâbında.

Ne simin sakler, billûr pazular,ne sâkiler;
Tutarlar câm-ı mey ammâ ,zehirler var şarâbında.

Hirâsan olma kal’a-yı vîsâl-i yâr-i ikbâle;
Ne kanlar kustuğun gördük nice şevket- meâbın da.

Alınsa sözlerim sencinde-yi mizân-i insâfe;
Görürler her kelâmım devreder hadd-i nîsâbında.

Çalınsın başına her neş’esi, mi’yâr olan dehrin;
Bütün âlem esîr olmuş, şu bir ölçek türâbında.

Açık hakkım, açık haksızlara kurban olup gitti.
Kavânin ü evâmir sızlanır zîr ü nikâbında.

Gücendimek nedir bilmem, gücenmekten mu’arrâyı
Yanılmaz şâ’ir-i şi’rin edalar hiç zehâbında.

Vilâyet halkını tanzir için izhâr-ı acz eyle;
Kirâmen kâtibin olsa şu Mirnahi hesâbında.

Yürürsem iftihârım, şanım artar ömrüm oldukça;
Re’isim Hazret-i Gâzi gibi zâtın rikâbında.

Senin Nüzhet, derûnun lâne-yi simurg-ı vahy olmuş;
Anınçün kaydı yok dilde günâhın da, sevâbın da.

Gel olma yan bakanlardan bana ey Vâli-yi Zîşân;
Demâdem bir duâhânım huzurunda, gıyabında.
Konuşmamın sonunda o elim ve vahim; o acı ve feci günleri hazin bir ifadeyle anlatan ve İstiklâl Marşımızın da yazarı olan merhum Mehmet Akif Ersoy’un Bülbül isimli şiirinde bir bölüm okuyacağımı arz etmiştim.
BÜLBÜL
Eşin var, âşiyanın var, baharın var ki beklerdin
Kıyâmetler koparmak neydi, ey bülbül, nedir derdin
O zümrüd tahta kondun, bir semâvî saltanat kurdun
Cihânın yurdu hep çiğnense, çiğnenmez senin yurdun
Bugün bir yemyeşil vâdi, yarın bir kıpkızıl gülşen
Gezersin, hânmânın şen, için şen, kâinatın şen
Neden öyleyse mâtemlerle eyyâmın perîşandır
Niçin bir damlacık göğsünde bir umman hurûşandır
Hayır, mâtem senin hakkın değil... Mâtem benim hakkım
Asırlar var ki, aydınlık nedir, hiç bilmez âfâkım
Teselliden nasibim yok, hazân ağlar bahârımda
Bugün bir hânmansız serseriyim öz diyârımda
Ne husrandır ki: Şark'ın ben vefâsız, kansız evlâdı
Serâpâ Garba çiğnettim de çıktım hâk-i ecdâdı
Ne zillettir ki: nâkûs inlesin beyninde Osman'ın
Ezan sussun, fezâlardan silinsin yâdı Mevlâ'nın
Ne hicrandır ki: vahdet-gâhı dînin devrilip, taş taş
Sürünsün şimdi milyonlarca me'vâsız kalan dindaş.
Dolaşsın, sonra, İslâm'ın haremgâhında nâ-mahrem
Benim hakkım, sus ey bülbül, senin hakkın değil mâtem
Efendim hülasa:
Mevzu geniş zaman dar
İşte benden bu kadar
Küçüklere sevgim var,
Büyüklere saygılar.

BEDRETTİN KELEŞTİMUR
Sayın Erhan Saraçoğlu’na çok teşekkür ediyorum. Bizi tarihe götürdü. Ben Manas Yayıncılık’a özellikle rica ediyorum. Nüzhet Dede’nin hatıralarının kitap haline getirilmesi gerekiyor. İnşallah bu hatıraları da bir kaynak eser olarak kitaplığımıza kazandırırız.
“Atatürk ve Elazığ” eserinin en dikkate şayan yönü nedir? O dönemin fotoğrafları… Her biri belge! O resimler, o fotoğraflar bizleri 1937’lerin Elazığ’ına götürüyor…
Resimlerde, bir ufuk ve gaye şehri gözlerinizin önüne süzülerek geliyor… O resimlerle hafızanız güçleniyor, hatıralar dile geliyor; sanki sizlerle konuşuyor… Şuna dikkat çekmek isterim; Bu şehirde, “Turan Ailesiyle…” Üç nesil-dört nesil devam eden Turan Gazetesi; Basınımız akla gelecektir. “Şedele Ailesiyle…” Bu şehri, bir asır boyunca resmeden; insanıyla, mekânıyla, bütün değişimiyle günümüze taşıyan “Şedele Ailesidir…” Onlara müteşekkiriz. Fehmi Şedele bizlere, “Kemal Şedele’nin Hatıralarında Atatürk” konulu sohbetlerde bulunacaklar…

FEHMİ ŞEDELE
Merhabalar efendim. Herkese saygılar sunuyorum, sevgiler sunuyorum. Sayın hocamın veciz konuşmasından sonra, ben o kadar hatip değilim beceremem ama sizlere bir fotoğraf hikâyesi anlatmaya çalışacağım. Bu, fotoğrafı çekenin ve o anıyı yazanın hikâyesi. Gazi Elazığ’a geldiğinde rahmetli Amcam Paki Şedele askerdir. Fotoğraf çekmek için izin alır ve Elazığ’a gelir. Şehirde bir heyecan, bir telaş, istasyon mahşer… Lisenin sonuna kadar halılar döşenmiş. Efendim, Paki amcam şu an benim heyecanlandığım gibi hatta daha fazla heyecan duyar. Ve on kare fotoğraf çeker, çekebilir. Şöyle anlatır o olayı: Fotoğrafı çekmek için gözlerden net yapılır, gözbebeklerine bakılır. Atatürk’ün gözüne bakınca elleri titrer. O fotoğrafı arkadaşlarımız biraz sonra gösterebilirlerse..Evet, şimdi gördüğünüz bu fotoğrafın hikâyesini anlatacağım. Dikkat ederseniz fulüdür, ellerini titretmiştir. Nur içinde yatsın. Elâzığ’la ilgili çok büyük fotoğraf hizmetleri vardır. Efendim amcamın anısına gelince bununla ilgili olayı sevgili Yavuz hocanın hazırladığı kitaptan aynen anlatacağım. Bu yazı rahmetli babam Muzaffer Şedele’nin 10 Kasım 1965 tarihinde Uluova gazetesine yazdığı yazının aynısıdır. İzninizle okumaya çalışıyorum. Muzaffer Şedele, Atatürk’ün İstasyonda karşılanması ve Elazığ Belediye Başkanı Kemal Şedele ile ilgili anısını şu şekilde anlatmıştır:
“17 Kasım 1937 günü Elâzığ tam bir bayram havası içinde Atasını karşılamak, Atasını görmek sevinciyle çalkalanıyor. Ama yukarıda bahsettiğimiz gibi sene 1937. Örfi idarenin umumi müfettişi Abdullah Paşa’nın hüküm sürdüğü devir. Sokaklar jandarma, askeri inzibat muntazır kıta polislerle dolu. Onlar, bu milletin içinden doğarak gelen Atasını halka göstermemek çabasında ama halk kararlı, Atasını görecek. İstasyonda ayrı bir dalgalanış var, herkes kendisini gösterme veya tanıtma çabasında. Devrin umumi müfettişi Abdullah Paşa sert emirler vererek tek karşılayan gibi durmak sevdasında. Devrin belediye başkanı rahmetli Kemal Şedele silindir şapkası ve fragıyla Abdullah Paşa’nın arkasında zorla yer bulabilmiş. Tren yavaş yavaş geliyor, istasyonun dışı mahşeri bir kalabalık. Büyük Ata’yı getiren tren yavaşladı ve durdu. Vagonun kapısından Ata göründü. Başmüfettiş, başmüşavir, müşavirler, milletvekilleri koştular. Belediye reisi çok gerilerde kalmıştı. Ata’nın kaşları çatıldı ve boğuk bir sesle “Bu şehrin belediye reisi hanginizsiniz?” dedi. Koşuşanlar hatalarını anlamışlardı. Gene Ata aynı tonla “Beni bu şehrin belediye reisinin öncelikle karşılaması gerekir. Önce onunla tanışalım, sıra sizlere de gelir.” Dedi. Kemal Şedele vagonun kapısına yaklaştı. Atasını Elâzığ topraklarına elinden tutarak bastırdı. İşte 17 Kasım 1937 tarihinde yaşanan bu anı Paki Şedele objektifiyle tespit edilmiştir. Efendim, işte o fotoğraf budur. Belediye Reisinin ne demek olduğunu o gün öğrendik. Reisiniz çok genç dedi. Memlekete böyle genç başlar gerek dedi. Sonra diğer zevatla konuştu. Ve askerleri selamladı.
Bu arada bir arkadaşımdan bir anı söyleyeyim. Eski Futbol Federasyonu Başkanı Kemal Ulusu dostum “Ben Elazığ’a geldim.” dedi.
-Ne zaman geldin? dedim. Kemal Bey benden büyüktür.
-Dedi ki bir yaşında...
-Allah Allah..Nasıl geldin?
-Benim babam Atatürk’ün kütüphanecisiydi.
Benim doğduğumu ve henüz bir yaşında olduğumu duyunca kütüphanecisine bu seyahat biraz uzun sürecek, eşini ve oğlunu da al gel demiş ve üç beş bavul kitap ile birlikte Kemal Ulusu’yu da bir yaşında Elazığ’a getirmiş. Efendim, teşekkür ediyorum organizasyona emeği geçen herkese çok büyük teşekkürler ve şükranlarımı arz ediyorum.

BEDRETTİN KELEŞTİMUR
Fehmi Beye çok teşekkür ediyorum, rahmetli babası Muzaffer Şedele’nin Uluova gazetesinde yayınlanan çok değerli bir anısını bizlerle paylaştı.
Değerli Dostlar, 120 bin km2’yi bulan Fırat Havzası; “Asırların feryadını bir nağmede birleştiren ses ve söz havzasıdır!” Mehmet Özbek’in ifade ettikleri gibi, “Harput, Musikimizin yöneldiği en ala cazibe merkezidir” Harput’ta, ‘Divan Kültürü…’ ve “Musikimiz…” bu şehrin elit bir kültüre sahip olduğunun ifadesidir. Harput’ta Hoyrat Esintileri; Urfa’da, Kerkük’te, Bakü’de yankılanır… Gazi Atatürk’ü mest eden iki isim/ iki tarihi sima vardır; “Hafız Osman Öge” ve “Celal Güzelses…” Bu iki isimde, kendi şehirlerinde; ‘ekoldür’ ve aynı zamanda, ‘okuldur’
Harput’ta 13 makam… Ve yüzlerce eser… Fuzuli’nin takriben onbir eseri Harput’ta Bestelenmiş… Nedim’in hakeza… Bu nedir? Harput; “Doğusundan Batısına Tarihimizi Buluşturan Ses Coğrafyamızın da Başkentidir!”
Harput Kültürüyle, Halk oyunlarıyla, Musikimizle haşır neşir olan bir bilge kişiyi; Prof. Dr. Melih Boydak Hocamızı Kürsüye davet ediyorum; Sayın Boydak Bizlere; “Atatürk’e sunulan Elazığ Ezgileri ve Anılarını…” anlatacaklar.

Prof. Dr. MELİH BOYDAK
Değerli Konuklar, hepinizi saygı ve sevgilerimle selamlıyorum.
Dr. Öğretim Üyesi Yavuz Haykır tarafından hazırlanan “Atatürk ve Elazığ” başlıklı kitap, Atatürk’ün Elazığ ile ilgili anılarını kapsayan çok değerli bir belgedir. Kitap Manas Yayıncılık tarafından yayımlandı. Bu özgün yapıtı Elazığ’a ve ulusumuza kazandıran yazar Dr. Öğretim Üyesi Yavuz Haykır’ı ve yayınlayan Manas Yayınevi sahibi Şener Bulut’u kutluyorum.
Konuşmamda, önce Dr. Yavuz Haykır’ın “Atatürk ve Elazığ” başlıklı kitabı ve diğer kaynaklara dayalı olarak Atatürk’ün Elazığ’a geliş tarihleri konusunda kısa bilgi verilecektir. Sonra Atatürk’ün devlet adamı, liderlik nitelikleri, eğitim, sanat ve sanatçıya bakışı bazı örnekler ve anılarla belirtilecektir. Bunları Atatürk’ün onuruna Elazığ Halkevi’nde düzenlenen balo ve kültürel gecede Atatürk’e ait bazı anıların kaynaklar eşliğinde açıklanması izleyecektir. Konuşmam bu geceyi yaşayan Elazığ’ın klarnet ustası Mevlüt Canaydın’ından dinlediğim bir anı ile devam edecek, bu bağlamda özgün Elazığ halk bilimi konusunda kısa bilgiler sunulacaktır.
Değerli Konuklar,
Mustafa Kemal 27 0cak 1916 tarihinde Edirne’de bulunan 2. Kolordu komutanlığına atandı. Daha sonra bu kolordu 2. Ordu’ya bağlandı ve Mustafa Kemal 27 Mart 1916 tarihinde Diyarbakır’a geldi. Burada tuğgeneralliğe terfi etti ve 16. Kolordu Karargâhı’nın bulunduğu Silvan’a gitti (Haykır 2017; Beysanoğlu 1999 ve Buyur’a 1990 atfen). Mustafa Kemal Paşa, 2. Ordu Komutanı Ahmet İzzet Paşa’nın geçirdiği bir kaza sonrası, rahatsızlığı nedeniyle izinli olarak İstanbul’a gitmesi gerektiğinden, 2. Ordu Komutanlığı’na vekâleten tayin edildi. Mustafa Kemal Paşa 15 Aralık 1916 tarihinde Ergani Madeni’ne, ertesi gün; 16 Mart 1916 tarihinde Elazığ’ın Palu ilçesine bağlı Sekrat Köyü’ne geldi ve burada bulunan ordu karargâhında İsmet İnönü ile bir süre görüştü. Bu tarih İsmet Paşa’nın Atatürk ile görev başında ilk kez tanıştığı ve Atatürk’ün de Elazığ’a ilk geliş tarihi olarak belirtilmektedir. Atatürk 19 Aralık1916 tarihinde tekrar Elazığ- Palu’ya uğradı (Anon. 1998, Haykır 2017; Tezer’e atfen).
Daha sonra 2. Ordu ile Erzincan’da bulunan 3. Ordu’yu içine alan “Kafkas Orduları Grubu” oluşturuldu ve Mustafa Kemal Paşa 2. Ordu Komutanlığı’na atandı. Bu ara Elazığ-Palu-Sekrat Köyü’nde bulunan 2. Ordu Merkezi Diyarbakır’a taşındı. Kolordu’nun karargâhı da Sekrat’a alındı (Haykır 2017; Beysanoğlu’na atfen). Mustafa Kemal Paşa ordu komutanı olarak 8-17 Haziran 1917 tarihleri arasında Ergani’ye, Elazığ’ın ilçesi Karakoçan’a bağlı Mahmutlu Köyü’ne uğradı, 16 Haziran 1917 günü Elazığ’da kaldı, 17 Haziran sabah Elazığ’dan ayrıldı (Haykır 2017; Görgülü ve çalışlar 1997’ye ve Kocatürk’e atfen).
Kurtuluş Savaşı ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan sonra, Atatürk 12 Kasım 1937 tarihinde Beyaz Tren’le Ankara’dan Doğu gezisine çıktı. Bu gezi programında Elazığ da yer aldı. Bu gezi; Elazığ halkının Ata’sını coşku ile kucakladığı, Elazığ Halkevi’nde onuruna kültürel bir gece düzenlediği, Atatürk’ün ilimize “Elazığ”, “Hazar Gölü” isimlerini armağan ettiği, Elazığ müziğine hayranlık duyduğu anılarla yüklüdür. Bu gezi ile ilgili bilgi ve anılar, Atatürk’ün devlet adamı, liderlik nitelikleri, eğitim, sanat ve sanatçıya bakışı kısaca belirtildikten sonra açıklanacaktır.
Atatürk halkına manevi miras olarak bilim ve aklı öğütlemiştir. Milli Eğitim Bakanı Reşit Galip’in sorusuna Mustafa Kemal’in yanıtı aşağıda açıklanmıştır (Herkese Bilim Teknoloji 2018; İsmet Giritli ’ye atfen):
“Ben manevi miras olarak hiçbir ayet, hiçbir dogma, hiçbir kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevi mirasım bilim ve akıldır... Zaman süratle ilerliyor, milletlerin, toplumların, kişilerin mutluluk ve mutsuzluk anlayışları bile değişiyor. Böyle bir dünyada, asla değişmeyecek hükümler getirdiğini iddia etmek, aklın ve bilimin gelişimini inkâr etmek olur… Benim Türk milleti için yapmak istediklerim ve başarmaya çalıştıklarım ortadadır. Benden sonra beni benimsemek isteyenler, bu temel eksen üzerinde akıl ve bilimin rehberliğini kabul ederlerse, benim manevi mirasçılarım olurlar.”
Atatürk mazlum milletlere de yol göstermiş, karizmatik ve evrensel bir liderdir. 20. Yüzyılın strateji dehası olarak kabul edilmektedir (Tarakçı 2011). Atatürk için sağlığında ve sonsuzluğa uğurlanmasından sonra ulusumuzun göğsünü kabartacak çok sayıda saygın ve anlamlı söz basında yayınlandı. Örneğin, Lübnan’da yayınlanan” An Nahar” gazetesinde şu cümleler yer aldı (https://tr.wikiquote.org/wiki.):
“Atatürk, dünyanın çok nadir yetiştirdiği dâhilerdendir. O, bütün bir tarihin seyrini değiştirmiştir”.
Atatürk’ün siyasi büyüklüğü ve dehası bağımsız bir araştırmayla taçlanmıştır:
ABD Kentucky Üniversitesi’nden değerli psikiyatri uzmanı Prof. Dr. Arnold M. Ludwig tarafından 18 yıl süren bir araştırma yapılmıştır. Araştırma sonuçları 2004 yılında “King of the Mountain” başlıklı kitapta yayınlanmıştır. Prof. Dr. Arnold Ludwig bu araştırma ile yirminci yüzyılda mevcut ülkelerden yaklaşık 2000 lideri incelemiş ve bu liderler arasından daha geniş bireysel bilgileri olan 377 devlet adamı belirleyerek, araştırmasında bu isimlere yoğunlaşmıştır. Ayrılan bu 377 devlet adamını, belirlediği 200 kritere göre değerlendirerek, puan olarak 1 ile 31 arasında sıralamıştır. Puanlama sonucundaki “Siyasi Büyüklük Ölçütü (Index of Political Greatness)” sıralamasında Golda Meir 12, Kennedy 15, Churchill 22, Fidel Castro 23, Nehru 25, Lenin 28, Roosevelt 30 puan almıştır. 31 olan tam puanı alan tek lider ise Atatürk. Yani Atatürk “Vizyoner” sıfatıyla 20. Yüzyılın en büyük devlet adamı unvanına ulaşıyor. Dünya lideri büyük deha Atatürk; ulusumuz için büyük bir gurur kaynağı.
Atatürk onbeş yıl gibi kısa bir zamana sığdırdığı devrimler ile diğer ülkelere de esin kaynağı olan çağdaş bir Türk toplumu yarattı. Pakistan Cumhurbaşkanı Eyüp Han Atatürk için şu ifadeyi kullanmıştır:
“Kemal Atatürk, yalnız bu yüzyılın en büyük adamlarından biri değildir. Biz Pakistan’da, O’nu geçmiş bütün çağların en büyük adamlarından biri olarak görüyoruz. Askeri bir deha, doğuştan bir lider ve büyük bir yurtsever…” (https://tr.wikiquote.org/wiki.).
Atatürk zorunlu olmadıkça savaşın karşısındaydı. Atatürk’ün “Yurtta sulh, cihanda sulh” sözü, yaşamı ülke savunması ve kurtuluş Savaşı için cephelerde geçen bir insanın, yaşadıklarından sentezlediği sonuçlar ile, insan yaşamına verdiği değerden kaynaklanmıştır. Hatta yaşamını yitirme tehlikesi atlattığı Çanakkale Zaferi’nden ve Cumhuriyet’in kuruluşundan sonra, güğüs göğüse mücadele edilen Anzak’lardan Çanakkale’de canını verenlerin annelerine yazdığı mektupta, onlar için “kahraman ve bizim evlatlarımız” ifadesini kullanma büyüklüğünü gösteriyor:
ABD’ye yaptığım bilimsel ziyaretlerimden birinde; 20 Haziran 2001 tarihinde meslektaşım ve dostum Washington Üniversitesi Orman Kaynakları Koleji öğretim üyelerinden Prof. Dr. Chadwick Oliver ile (halen Yale Üniversitesi’nde öğretim üyesi), Washington D. C.’ye gittik. Chadwick Oliver ABD Kongre Binası yanında, ABD Temsilciler Meclisi Üyeleri ofislerinin yer aldığı Cannon Hause Ofis Binası’nda bir brifing verdi. North Carolina Temsilciler Meclisi Üyesi olan Charles Taylor da dinleyiciler arasındaydı.
Brifing sonrasında öğle yemeğini Charles Taylor ve Prof. Dr. Chadwick Oliver ile birlikte yedik. Yemek sırasında, Charles Taylor bana Atatürk’ün Çanakkale’de canlarını veren Anzak askerleri için yazdığı mektubun içeriğinden; bu anlamlı, barışçıl, sevgi ve duygu yüklü mektubu yazabilecek bir liderin ender olarak bulunabileceğinden söz etti. Ülkem adına gururlandım. Atatürk’ün Çanakkale’de ölen Anzak askerlerinin anneleri için yazdığı mektubu sizlerle paylaşmak istiyorum:
“Bu memleketin toprakları özerinde kanlarını döken kahramanlar, burada dost bir vatanın toprağındasınız. Huzur ve sükûn içinde uyuyunuz. Sizler Mehmetçiklerle yan yana, koyun koyunasınız. Uzak diyarlardan evlatlarını harbe gönderen analar; gözyaşlarınızı dindiriniz. Evlatlarınız bizim bağrımızdadır. Huzur içindedirler ve huzur içinde rahat uyuyacaklardır. Bu topraklarda canlarını verdikten sonra artık bizim evlatlarımız olmuşlardır.”
Bu mektuptan sonra, birçok anne Atatürk’e mektup göndererek şükranlarını sunmuştur. Atatürk’e yazılan Avustralyalı bir annenin mektubunda şu ifadeler yer alıyor:
“Gelibolu topraklarında yitirdiğimiz evlatlarımızın acısını ali-i cenap sözleriniz hafifletti, gözyaşlarımız dindi. Bir anne olarak bana bir güzel teselli bahşetti. Yavrularımızın huzur içinde dinlendiklerinden hiç kuşkumuz kalmadı. Majesteleri kabul buyururlarsa bizler de kendilerine Ata demek istiyoruz. Çünkü yavrularımızın mezarları başında söylediğiniz sözler ancak bir öz babanın sözleri gibi yüce, ilahi. Evlatlarımızı bir baba gibi kucaklayan büyük Ata’ya tüm anneler adına şükran, sevgi ve saygıyla…”
Değerli Konuklar,
Feyziye Mektepleri Vakfı (FMV) tarafından kurulan Işık Üniversitesi’nde öğretim üyesi olarak görev yapmaktayım. 1885 yılında Feyz-i Sıbyan adıyla Selanik’te kurulan, süreç içinde İstanbul’da gelişimini sürdüren ve yuvadan liseye kadar eğitim veren okulun adı, 1934 yılında Atatürk’ün de onayı ile Işık Lisesi oldu (http://www.fmv.edu.tr). 1996 yılında kurulan Işık Üniversitesi’nin Kurucu Rektörü Prof. Dr. Sıddık Yarman’dan dinlediğim bir anıyı paylaşmak istiyorum: Elektronik alanında dünyaca tanınan hocalarından birisi olan Prof. Dr. Sıddık Yarman 2007 yılında çağrılı bir bildiri sunmak için Hindistan-Kalküta’ya gidiyor. Bildirisini sunuyor. Akşam Hindistan’dan ayrılacak. O sırada sahibi olduğu Savronik yazılım şirketinin Genel Müdürü kendisini telefonla arıyor. Mümkünse Hindistan Bayındırlık Bakanı Mr. Sign ile bir görüşme yapmasını ve olası işbirliği konularını görüşmesini istiyor ve Bakanın Kalküta’da olduğunu bildiriyor. Prof. Dr. Sıddık Yarman, aynı gün içinde böyle bir randevu alınmasının çok zor olduğunu düşünüyor. Ancak Hindistanlı sempozyum başkanına bir randevu sağlanması konusunda ricada bulunuyor. Başkan bir deneyelim diyor ve Bakandan randevu almak için ayrılıyor. Bir süre sonra döndüğünde Bakanın saat 14:00’de randevu verdiğini belirtiyor. Prof. Dr. Sıddık Yarman, Bayındırlık Bakanı Mr. Sign’nın makamına gidiyor. Bakana; Türkiye’de Bayındırlık Bakanı’nın baş müşaviri olduğunu, ondan dahi bu kadar çabuk randevu alamayacağını belirtiyor ve teşekkür ediyor. Hindistan Bayındırlık Bakanı Mr. Sign şöyle yanıt veriyor. Ben bir Gandi ve Atatürk hayranıyım. Gandi de bir Atatürk hayranıydı. Atatürk’ün ülkesinden gelmişsiniz. Size nasıl çabuk randevu vermem.
Değerli Konuklar,
Atatürk’ün Cumhuriyet projesinin en önemli öğeleri içinde eğitim ve sanat da yer almaktaydı. Projenin öncüleri ise eğitimciler ve sanatçılar olmuştur. Eğitim alanını yeniden düzenlemek için Cumhuriyet kurulur kurulmaz, 1924 yılında Türkiye’ye yabancı eğitim uzmanları davet edilmiştir. Bu uzmanlardan raporlar alınmıştır.
Eğitim alanında en önemli önceliklerden birisi de, yurtdışına değişik bilim dalları ve sanat alanlarında öğrenci göndermek olmuştur.
Ord. Prof. Dr. Sadi Irmak’ın 10 Kasım 1983 günü “Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu” tarafından düzenlenen “Atatürk’ü Anma Günü”nde yaptığı konuşmanın bir bölümünü aynen aktarıyorum (Irmak 1983):
…“Sonra gel zaman, git zaman 1923 de, benim İstanbul Üniversitesi’nde talebe bulunduğum sırada bir ilân görüyoruz: “Avrupa’ya talebe gönderilecektir”. Allah! Allah!. Daha Lozan yapılmış ama tasdik olmamış… Memleket her köşesinden, bucağından kanıyor… Harabe içinde… Birinci Cihan Harbi’nin tahribatı devam ediyor… Tam bu sırada lüks gibi gelmesi düşünülebilen bir şey, Avrupa’ya talebe… Gidelim bari kaderimizi deneyelim.. İşte Necip Fazıl, Burhan Ümit’lerle beraber, o yüzelli kişi arasından onbir kişi seçilmişiz.. Nereye gideceğimizi bize sordukları zaman, dedik ki: “Hükümet nereyi isterse!” Bilhassa Atatürk acaba bir şey ister mi?. Benim, naçizane adımın kenarına, “Berlin Üniversitesi’ne gitsin” diye yazmış. Artık başka yer hatıra gelebilir mi? Yola çıkacağım. O zaman uçak filan yok… Trene binmek üzere Sirkeci’ye gittim. Bir müvezzi benim adımı “Mahmut Sadi”yi arıyor.. Bir telgraf.. Atatürk’ten bir telgraf:
“Sizi birer kıvılcım olarak gönderiyorum; alevler olarak geri dönmelisiniz!”…
İzleyen yıl ve yıllarda Atatürk yurt dışına artan sayılarla fen, edebiyat, mühendislik, müzik, resim, heykel, arkeoloji ve diğer alanlarda öğrenciler gönderdi. Yurtdışında eğitim alan bu öğrenciler, yurda döndüklerinde Cumhuriyet Dönemi modernleşme projesinin öncüleri oldular, bilim ve sanat hayatımıza çok değerli katkılar yaptılar.
Atatürk güzel sanatlara ve sanatçılara büyük önem vermiştir:
“Güzel sanatlarda muvaffak olmak, bütün inkılaplarda başarıya ulaşmak demektir. Güzel sanatlarda muvaffak olamayan milletler ne yazık ki, medeniyet alanında yüksek insanlık sıfatıyla yer almaktan ilelebet mahrum kalacaklardır”, ifadesi ile devrimler içinde sanatta devrimin önemini vurgulamıştır. “Efendiler; hepiniz milletvekili olabilirsiniz; bakan olabilirsiniz; dahası, Cumhurbaşkanı olabilirsiniz. Ama sanatçı olamazsınız.”, ifadesiyle de sanatçılara verdiği değeri açıklamıştır. Bu konuda Işık Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Dekanı Evangelia Şarlak’tan dinlediğim bir anıyı anlatacağım:
1930’lu yıllar. Dolmabahçe Sarayı’nın iç duvar motifleri yenileniyor. Evangelia Şarlak’ın dedesi Aleko Aleksandru duvar ustası ve kalfaların başında. Duvara motifler çiziliyor. Kalfalar Rumca bir şarkı söylüyorlar (To Yelekaki Pu Foris; Giydiğin Yelek). O sırada Atatürk merdivenlerden aşağı iniyor. Aleko usta kalfaları susturmak için harekete geçerken, Atatürk parmağı ile sus işareti yapıyor. Şarkının devamını dikkatle dinliyor. Sonra usta ve kalfalarla müzikle ilgili sohbet ediyor, memnuniyetini belirtiyor, hal hatır soruyor ve ayrılıyor. Atatürk ince ruhlu ve bir halk adamı. İnsana ve tüm kültürlere değer veriyor.
Değerli Konuklar,
Atatürk’ün 12 Kasım 1937 tarihinde Beyaz Tren’le Ankara’dan Doğu gezisine çıktığını, bu gezi programında Elazığ’ın da yer aldığını belirtmiştim. Atatürk’ün doğu gezisinde heyette manevi kızı ve ülkemizin ilk kadın pilotu Sabiha Gökçen, Başbakan Celal Bayar, İçişleri Bakanı Şükrü Kaya, Bayındırlık Bakanı Ali Çetinkaya, Sağlık Bakanı Dr. Hulusi Alataş ile birlikte milletvekili, bürokrat ve askerler yer aldı (Anon. 1998, Haykır 2017; Kop’a atfen).
Tren 14 Kasım 1937 tarihinde Malatya’dan Diyarbakır yönünde yol alırken, Atatürk geceyi Elazığ’ın Sivrice ilçesinin Kürk istasyonunda geçirdi. Sabah (15 Kasım 2018) tren Gezin istasyonuna varmadan treni durdurdu. Doğal güzellikleri seyre dalarak Gölcük Gölü’nü ve etrafı inceledi. Atatürk burada “… Dünyanın en güzel memleketi İsviçre değil, Türkiye’dir Türkiye” ifadesini kullandı (Anon. 1962). Ayrıca, “hayret nasıl olur da bu güzelliği bugüne kadar görmemişiz” diye üzüntüsünü belli etti (Haykır 2018; Ergene’ye atfen). Atatürk, 19161917 yıllarındaki Elazığ’a gelişlerinde Diyarbakır Elazığ karayolunun Palu güzergâhını izlemesi nedeniyle, Gölcük (Hazar) Gölü’nü görmemişti. Atatürk bu doğa güzelliği içinde, kendisini görmeye gelen köylülere; “…Köylüler yurdunuz çok güzelmiş. Şimdiye kadar buraları görmekte geç kaldığıma çok üzgünüm. Burada modern bir şehir kurduracağım. Sizler çalışıp kazanacak ve beni hatırlamış olacaksınız. Doğuda Yalova’nın bir eşini de bu kıyılarda herkes görmüş olacak ve buraya medeniyet getirecektir. Ne diyorsunuz?...” (Haykır Memişoğlu 1963 ve Akçora’ya atfen). Atatürk’ün Doğu gezisini tamamlayıp Ankara’ya dönmesinden bir hafta sonra, Hazar Gölü kıyılarında planlanan teknik çalışmalar hemen başlatılmıştır.
Atatürk karşıdaki Hazar Baba Dağı’ndan esinlenerek Gölcük Gölü’nün adını “Hazar Gölü” olarak değiştirdi. Bu isim değişikliği ile Atatürk’ün tarihimizde önemli bir yeri olan Hazar Denizi’nin ve onaltı Türk devletinden birisi olan Hazar Devleti’nin ismini sembol olarak Sivrice’lilere-Elazığ’lılara armağan ettiği belirtilmektedir (Anon. 1998).
Atatürk 15 Kasım 1937 tarihinde Maden ilçesinde incelemeler yaparak Diyarbakır’a geldi. Diyarbakır’daki incelemelerden sonra Beyaz Tren 16 Kasım 1937 tarihinde saat 18:45’de Elazığ’a hareket etti. Tren 03:30 da Elazığ istasyonuna ulaştı ve Atatürk geceyi trende geçirdi. 17 Kasım 1937 Çarşamba sabahı Elazığ tarihi bir gün yaşıyor. Halk, öğrenciler, asker Atasını görmek için yollarda. Gazi Caddesi’ni, İstasyon Caddesini ve İstasyonu doldurmuş mahşeri bir kalabalık büyük bir coşku içinde ve top atışları eşliğinde Ata’sını karşıladı (Haykır 2017; Tan Gazatesi1937’ye atfen).
Atatürk programına göre, önce Tunceli’nin Pertek ilçesine geçerek, Singeç Köprüsü’nün açılışını yaptı, inşaatı devam eden Yeni Pertek Köprüsü’nde incelemeler yapıp, aynı gün saat 19:00’da Pertek’ten Elazığ’a döndü ve Elazığ Halkevi’ne geçti. O akşam (17 Kasım 1937) Elazığ Halkevi’nde (şimdiki Öğretmenevi) balo ve Elazığ halk bilimini içeren bir kültürel gece düzenlendi. Gece etkinlikleri içinde caz, dans, Elazığ halk oyunları ve halk müziği yer aldı (Anon. 1998).
Elazığ Halkevi’nde (şimdiki Öğretmenevi) düzenlenen bu gecede, Atatürk’ün huzurunda saz ekibinde darbuka çalan Elazığ’ın yetiştirdiği Usta klarnetçi Mevlüt Canaydın’ın bir anısını aktaracağım. Bu anıyı kendisiyle 2004 yılında, Elazığ Harput halk bilimi ve müziği üzerine yapmış olduğum bir söyleşide dinledim ve bir kitapta yayınladım (Boydak 2004). Mevlüt Canaydın o gece ile ilgili olarak aşağıdaki açıklamaları yaptı:
“Oniki yaşındaydım. O akşam sinemaya gittim. İtfaiyeci Mamo Paşa ( İtfaiye Amiri Mehmet Yalçınkaya) gelip sinemadan beni aldı ve Halkevi’ne götürdü. Gecede yapılacak müzik şöleninde, darbuka çalmam için babam beni istemiş (Mevlüt Canaydın’ın babası Şükrü Canaydın da Elazığ’ın yetiştirdiği usta klarnetçiler arasındaydı). O gece gırnata çalan babama ve müzik ekibine darbuka ile eşlik ettim. Şölende Hafız Osman (Osman Öge) ve Koronun (Korenin) oğlu Mamoş (Mehmet Akar) “Divan” ve “Nevruz” okudular. Atatürk çok etkilenmişti. Divan ile Nevruzu yeniden okuttu. Sonra yanımıza geldi. “Bu bestelerin sahibi kim” diye sordu. Kore Mamo; “Paşam biz kalktık, böyle gördük. Bestekârlarını bilmiyoruz. Ata yadigârı” diye yanıt verdi. Çocuktum; arada geçen diğer konuşmaları hatırlamıyorum. Ancak Atatürk’ün müziğimizi tekrar ettirerek verdiği değer ve yanımıza gelmesi beni etkilemişti. O gece Elazığ’ın değişik türkü ve uzun havaları okundu” (Boydak 2004).
Değerli Konuklar,
Bilindiği üzere, Atatürk’ün şereflendirdiği geceler ve sofraları, kültür araştırmaları ve ülke sorunlarına çözüm aranan ve bulunan sofralar olmuştur. Elazığ’da yaşanan bu gecede de bir kültür ziyafeti yaşandı. Hafız Osman Öge’nin okuduğu:
Aş yedim dilim yandı,
Köz düştü kilim yandı,
Ben kilimi kayırmam,
Bahçede gülüm yandı.
Bestesinin okunmasından sonra, Atatürk masasında oturan Elazığ milletvekili Fazıl Ahmet Aykaç’a “Fazıl! Bu gece bize iki de sırf Türkçe kelime kazandırdı!” demiştir. “Aş ve köz “ kelimeleri (Haykır 2018; Sunguroğlu’na atfen).
Atatürk bu kültürel gecede, adı önce Mamürat’ül-aziz olan, daha sonra Elaziz olarak kullanılan ilimizin adının; azık ili, bolluk ili anlamına gelen “Elazık” olmasını kararlaştırdı ve gecede bunu açıklattırdı. Bu isim değişikliği 10.12.1937 tarihli Bakanlar Kurulu kararı ile gerçekleştirildi. Söyleniş kolaylığı nedeniyle daha sonra isim “Elazığ” olarak değiştirildi (Anon. 1998, Haykır 2017).
Müzik ve kültür yüklü bu gecenin sonunda Atatürk’ün isteği ile salonda bulunan generaller Harb Okulu Marşı’nı okudu. Saat 1:00’e doğru Atatürk kalkarak “yürüyelim arkadaşlar” dedi. “Dağ Başını Duman Almış” marşı ile salon inledi ve Halkevi’nden istasyona geçildi (Haykır 2017; Kal’a atfen). Atatürk Beyaz Tren’le 18 Kasım 1937, saat 01’de Elazığ’dan ayrıldı (Anon. 1998).
Anılardan anlaşıldığı üzere; Atatürk gecede bazı türküleri ve uzun havaları tekrar okutmuştur. Harput musikisinden büyük zevk aldığını hareketleriyle etrafa belli etmiştir. “Harput Divanı” en çok beğendiği ve derinden etkilendiği besteler içinde yer almıştır. Şükrü Canaydın’ın Divan ayağını tutuşu Ata’yı derinden etkilemiştir. Yeni Fırat Gazetesi’nde yer aldığı üzere, “Hüseyini Hoyrat” okunduktan sonra, Hafız Osman Öge dinleyenleri sıkmamak için nezaketen okumaya ara verilmesini önermiş, ancak Atatürk müziğe devam edilmesini istemiştir (Haykır 2018; Yeni Fırat’a atfen).
Elazığ Halkevi’nde onuruna düzenlenen gecede, Atatürk’ün müzisyenlerin masasına gittiği, Divan ve Nevruz makamları hakkında bilgi aldığı, bestekârlarını öğrenmek istediği, değerli halk bilimci Fikret Memişoğlu’nun “Harput Ahengi (1966)” kitabında da belirtilmiştir. Atatürk’ün bu davranışı, onun büyüklüğünü, Elazığ müziğine, sanata ve sanatçıya verdiği değeri göstermektedir.
Elazığ güzide bir halk bilimine (Sunguroğlu 1961, Memişoğlu 1966, Boydak 2004, Özer ve Ark. 2004), bu bağlamda ağır havaları, uzun havaları, şarkı ve türküleri ile çok zengin bir müzik hazinesine sahip olup, müziğinde bir makam düzeni vardır (Sunguroğlu 1961, Memişoğlu 1966, Boydak 2004). Elazığ müziği; Türk Sanat Müziği’nin birçok makamı ile etkileşim içinde ve iç içedir. Bazı Türk Sanat Müziği makamları veya makam grupları
Elazığ’da; Muhalif, İbrahimiye, Nevruz, Tecnis, Beşiri, Varsah gibi yöreye özgü isimlerle de ifade edilmektedir. Elazığ müziği konusunda geniş bilgi halk bilimi üstatları İshak Sunguroğlu (1961) ve Fikret Memişoğlu (1966)’nun kitaplarında yer almaktadır. Urfa, Kerkük ve Elazığ-Harput müziğini özümsemiş, sanatçımız üstat Mehmet Özbek’in “Harput müziğin mabedidir” sözlü ifadesi, Elazığ-Harput müziğinin anlam, derinlik ve zenginliğini veciz olarak açıklamaktadır.
“Elazığlı manilerle konuşur, türkülerle dertleşir, yüksek havalarla içini döker, nüktelerle yaşamını süsler. Yörede oyun, şiir ve müzik Fırat’ın Dicle’nin coşkusu, sürekliliği gibidir. Yöre müziğinde güfte ve bestenin etkileşimi melez üstünlüğüne sahiptir. Benliğinizden kopar uzaklara, çok uzaklara gidersiniz, içiniz içinize sığmaz, göklere yükselirsiniz. Bazen yavukluyla gül bahçelerinde mutluluğunuz doruktadır. Bazen bülbüllerin konmadığı virane bahçelerde sevgiliyi ararsınız.” (Boydak 2004).
Değerli Konuklar,
Sizlerle Elazığ halk bilimi ile ilgili başka bir anımı daha paylaşmak istiyorum.
Yapı ve Kredi Bankası’nın 1964 yılında düzenlemiş olduğu ve İstanbul-Açık Hava Tiyatrosu’nda yapılan Halk Oyunları Bayramı’nda, etkinliğe katılan ve Türkiye’nin birçok ilinden ve yabancı ülkelerden gelen halk oyunları ekiplerini Belediye Başkanı Haşim İşcan, İstanbul Belediye Sarayı’nda kabul etti. O yıl şölene halk bilimi üstadımız İshak Sunguroğlu’nun başkanlığını yaptığı İstanbul’daki “Elazığ Folklor Derneği” halk oyunları ekibi olarak katıldık. Ekip başı olarak oynuyordum. Haşim İşcan’a Elazığ halk oyunları ekibi olarak tanıtıldığımızda, elimi sıkarken; "Elazığ, yiğidin harman olduğu yer” ifadesini kullandı. Evet gözü tok, özü bilge, hoşgörülü, yardımsever, dürüst, mert ve çağdaş gakkolar olarak, bu söylemin haklı gururunu taşıyoruz.
Elazığ-Harput yöremizin halk oyunları ve halk müziğinin, kısaca halk biliminin Atatürk’ü de etkileyen bir derinliğe, özgünlüğe ve zenginliğe sahip olması ve Atatürk’ün takdirini kazanması, Elazığ için bir ayrıcalıktır.
Sözlerimi Atatürk için yazdığım bir şiirimi sizlerle paylaşarak bitireceğim
ATAM
Sen bir güneşsin Atam,
Evrenin odağında
Işıksın insanlığa özünle,
Ve de gönenç,
Aydınlığın güneş ömrünce.

Yapıtların deha yüklü,
Bin yılların dâhisi Atam,
Gizemli bir görev yüklenmişti varlığına;
İnsanlık,
Özgürlük adına,
Ve de hayal ötesi ulaşabilmek sana.

Savaşların barış
Tatsaklığa karşı,
Devrimlerin düşünce hızıyla peş peşe aktı,
Şaştı yedi düvel,
Gözler kamaştı.

Asker oldun
Deha timsali,
Bilim oldun
Uygarlığa yönelten,
Köylü oldun
Tarlalara bereket,
Halk oldun
Anadolu’ya umut saçan;
Yaşıyorsak Türkiye’de özgür ve laik
Senin varlığın Atam.

Değerli konuklar,
Işık hızı ile gerçekleştirdiği devrimlerle çağdaş bir ulus yaratan, birçok ülkenin özgürlüğünü kazanmasında ve demokratikleşmesinde esin kaynağı olan Atatürk’ün aydınlığı güneş ömrünce olacak. Atatürk’ün Elazığ hatıraları da yaşayacak. Atatürk ilke ve devrimlerine bağlı, vatansever ve çağdaş nitelikleriyle öne çıkan Elazığ ilimizin bir bireyi olmakla gururluyum.
Hepinize saygı ve sevgilerimi sunuyorum.

BEDRETTİN KELEŞTİMUR
Diyarbakır, coğrafyamın bir kadim tefekkür şehrimiz... Sanat ve Edebiyatımızın abide şahsiyetlerini içerisinden yetiştirmiş... Geçmiş yıllarda; “Ali Emiri Gecesini...” birlikte yaptık. Geçmişte, “Celal Güzelses’ten Enver Demirbağ’a” Diyarbakır-Elazığ Buluşmasını Gerçekleştirdik. Bugün, yine sanat dostlarımızla birlikteyiz. Diyarbakır ve Elazığ’ın birçok ortak özellikleri bulunuyor. Bizleri buluşturan da,
“her iki ilimizin yetiştirmiş olduğu nitelikli insan varlığıdır!”
Dicle Üniversitesi Devlet Konservatuvarı Öğr. Gör. Tayfun Kırmızıgül; “Atatürk’e Sunulan Diyarbakır Ezgileri ve Anılar” hakkında konuşma yapacaklar.

Öğr. Gör. TAYFUN KIRMIZIGÜL
Kıymetli Misafirler,
1.Dünya savaşı, bütün ağırlığı ile devam etmektedir. Ruslar, Anadolu içlerine doğru ilerlemektedir. Rusların ilerleyişini durdurmak ve onları geri püskürtmek ve Rus ordularının sol kanadını çökertmek gerekmektedir. Bu amaçla Çanakkale savaşları kahramanı Albay Mustafa Kemal 16. Kolordu Komutanlığına atanır. Albay Mustafa Kemal, 24 Mart 1916’da Kolordu kurmay başkanı İzzettin (Çalışlar), emir subayı Şükrü (Tezer), yaveri Cevat Abbas (Gürer), Yüzbaşı Neşet (Bora) ile birlikte Haydarpaşa’dan Diyarbakır’a doğru hareket eder. Pozantı’da trenden inip otomobil ile Ceylanpınar üzerinden Mardin’e gelir ve burada Belediye Başkanı Hıdır Çelebi’nin evinde misafir edilir. 27 Mart 1916’da Diyarbakır’a gelir ve bu esnada Tuğgeneral rütbesine terfi ettirilir.
2. Ordu karargâhının Diyarbakır’a alınması ile 16. Kolordu karargâhı Silvan ilçesine nakledilir.
Silvan’da karargâh olarak halen Gazi İlköğretim Okulu olan Silvanlı Sadık Bey’e ait bina kullanılmış, ikamet olarak da mülkiyeti o tarihlerde Hazro’lu Mehmet (Budak) Bey’e ait olup, sonradan EminYörük’e intikal eden (eski tekel binası) ev kullanılmıştır.
Bölgede incelemelerini tamamlayan Mustafa Kemal, hazırlıkları tamamlar; 5 Ağustos 1916’da taarruz emrini verir. 7 Ağustos’ta Muş, 8 Ağustos’ta ise Bitlis geri alınır. 11 Mart 1917’de Başkomutanlığın aldığı bir kararla 2. Ordu karargâhı Elazığ’da bulunduğu sırada “ Kafkas Ordusu Karargâhı” adını alır. Silvan’daki 16. Kolordu Karargâhı da 2. Ordu karargâhını oluşturmak üzere Diyarbakır’a taşınır. Karargâhı Diyarbakır’a taşınan 2. Ordu komutanlığına da Mustafa Kemal Paşa atanır ve 13 Mart 1917’de göreve başlar.
Mustafa Kemal Paşa Diyarbakır’da ikamet olarak önce Kavassisagir sokakta bulunan Sinan Özsabancı’ya ait evi, daha sonra ise Mardin Kapı dışındaki “Seman” köşkünü kullanır. Bu köşk 1937’de belediye tarafından satın alınıp onarılarak bugünkü “Gazi Köşkü” adını almıştır.
Mustafa Kemal Paşa yıldırım orduları komutanlığına atandığı 9 Temmuz 1917 tarihine kadar Diyarbakır’da kalmıştır.
Atatürk’ün Celal Güzelses ile Karşılaşması..
Yıl 1917 Haziran ayı Mustafa Kemal Paşa Çanakkale Zaferinden Anafartalar kahramanı olarak zaferle çıktığı savaşın yorgunluğunu henüz atamamıştır. Kendisine tahsis edilen Dicle nehri üzerindeki on gözlü köprünün az ilerisinde Karacadağ’a bakan ve eski adıyla Seman Köşkü şimdiki adıyla Gazi Köşkü diye anılan o muhteşem köşkün havuz başında oturmuş Dicle’ye dalgın dalgın bakmaktadır.
On gözlü köprünün altından akan, kıvrılarak uzaklaşan Dicle nehri onu doğduğu şehre, Selanik’e götürür. Çocukluğunu, kaybettiği babasını, annesini, Çanakkale’de; "sizlere ölmeyi emrediyorum" dediği ve vatan uğruna şehit olmak için koşan on binleri, on beşlileri düşünür. Sonra döner vatanın akıbetini, hürriyet ve istiklalin elden gideceğini düşünür. Huzursuzdur. Bir şey yapamamanın huzursuzluğu ile bahçeyi gezer, masasının üzerinden eksik etmediği kitaplarından birini alır, öbürünü bırakır. Bütün bunlar huzursuzluğuna çözüm değildir. Yakın gelecekte payitahtı bekleyen o korkunç işgalin düşüncesi dahi korkunçtur. İşte bütün bu duygular içerisinde iken birden duyduğu olağanüstü bir sesle irkilir. Biran için oturduğu yerden kalkmak o sese doğru yürümek ister. Hüzünlü bakan Dicle mavisi gözleri buğulu bir hal alır.
“Garibem bu vatanda
Garip kuşlar ötende
Gariplik yaman olur
Baş yastığa yetende.
İkbale zeval olsa bende ne var,
Sende Kemal var mağruri Kemal olma bunca zeval var.
Tek başıma kalsam Şahın devranına kul olmam
Yıkılası hanede evladı ayal var.”
Türkü, gazel yakar içini Paşa’nın. Çok bülbül dinlemiştir ancak bülbüle taş çıkartacak insan sesini ilk kez duymaktadır. Buğulu gözlerle gazelin bitmesini bekler. Sonra emir erine döner. Emir eri ile Paşa arasında şu konuşma geçer.
Paşa: Çocuk…
Asker: Emredin Paşa’m.
Paşa: Bu ses nerden geliyor? Git, bu sesin sahibini bul getir...
Asker: Emredersin Paşa’m.
Asker, koşarak gül bahçelerinin arasında kaybolur. Güller, kimi pembe kimi sarı kimi beyaz ve her birinden ne bal olur, şerbet olur. Güller, yalnız insanlar değil, bülbülleri de aşık eder kendine.
Karşılarında asker görünce beş çocuğun beşi birden ayağa kalkar. Çocukların birinde cümbüş birinde kanun diğerinde ud öbüründe keman ve küçüğünde arabana vardır.
Asker, Paşa sizi emretti gençler, düşün önüme der dudaklarından eksik etmediği tebessümüyle. Yaşları on beşle on yedi arası olan çocuklar tedirgin olurlar. İçlerinden uzun boylu olanı “Çavuşum, Paşamızı rahatsız ettiysek gidelim buralardan. Çok özür dilediğimizi söyleyin ne olur. Biz müzik eğitimi alan gençleriz. Hafız Melek Efendi, bu gün bize izin verdi, gidin çalışın yarın sizi daha iyi göreyim, dedi. Biz de ruhumuz açılır diye gül bahçelerinde avaz etmeye geldik. Ne bilelim paşamızı rahatsız ettiğimizi; o bizim Anafartalar kahramanımız Mustafa Kemal Paşa’mız. Söyleyin, bizi affetsin lütfen! Cümlelerin düzgünlüğüne ve kesintisiz konuşmasına hayran kalan çavuş “Yahu, korkmayın paşa sizin sesinizi ve musikinizi çok beğenmiş ki onun için çağırıyor.”
Çavuş önde çocuklar arkada başlarda fes ellerde saz yokuşu tırmanırlar. Sarı saçlar, masmavi Dicle bakan gözlerle Mustafa Kemal Paşa, su ile bülbül sesinin karıştığı iç avluda kendilerini beklemektedir. Beş genç, her biri asker gibi esas duruşa geçer ve paşalarını selamlarlar. Paşa, ayağa kalkar, gençlere doğru iki adım atar, tebessümle; “söyleyin bakayım, hanginiz söylüyordu o gazeli.”Gençler, bir an duraksarlar. İçlerinden henüz bıyıkları yeni terlemiş kısa boylu buğday tenli naif ve kibar olanı bir adım öne çıkar mahzunca; “bendim paşam”, der. Paşa bir adım daha atar. Elini çocuğun sağ omzuna koyar, yüzünden eksik etmediği tebessümle gencin gözlerine bakıp; “Çocuk, çok duygulandırdın beni bu pazar günü, Dicle başka aktı sayende. Ben, Halep’te, Şam’da, Trablusgarp’ta Çanakkale’de onlarca yüzlerce ses dinledim ama böyle bir sesi ilk kez duydum.”, dedikten sonra gençle aralarında şu konuşma geçer.
Paşa: Maşallah! Adın ne senin?
Genç: Adım, Mehmet Celalettin, Paşa’m!
Paşa: Kimlerdensin, baban annen?
Genç: Ben yetimim Paşa’m!
Paşa: Peki, benim için de burada söyler misin?
Gençler, yeniden birbirlerine bakarlar biraz heyecan biraz da tebessümle. Öyle ya Anafartalar kahramanı Mustafa Kemal Paşa’ydı istek sahibi. Askerler, koşuşurlar, hemen 5 kürsü getirilir havuzun başına; bir de sofra hazırlarlar meyve, çerez, meyan kökü şerbetinden oluşan…
Ve o tarihi fasıl Hüzzamla başlar yeniden.
Bir ara Paşa; “Çocuk”, sen içiyor musun?”, diye sorar.
“Hayır, Paşam”, der, Mehmet Celalettin.
“Ala, sakın ha içme! Bu sesi koru; bir gün seninle tekrar karşılaşmak ve hürriyetimize vurulmak istenen prangalarından kurtulduktan sonra bu sesi tekrar dinlemek nasip olur umarım.”
Gençler çalar, Mehmet Celalettin söyler… Gençler ayrılırken Paşa’nın hüznü dağılsın çatılan kaşları ve bakışları yumuşasın diye de bir de final yaparlar.
“Az kaldı bayram ola
Hele hele hele ninna yar.
Kolum boynuma dola
Hele yar hele yar ninna yar...”,
Osmanlı çökmüş, Anadolu işgal edilmişti sonraki yıllar. Ancak bu mavi gözlü adamın, Anafartalar kahramanı Mustafa Kemal’in başlattığı Kurtuluş Savaşı ve ardından ilan edilen Cumhuriyetle birlikte yeni ve modern bir devletin temelleri atılmıştı.
Yıl 1932, yer Dolmabahçe Sarayı.
Mehmet Celalettin yine Atatürk’ün huzurundaydı.
Atatürk, Mehmet Celalettin’e “Sen, Diyarbakır’da tanıdığım Mehmet Celalettin değil misin? diye sordu. Mehmet Celalettin; önüne geçemediği büyük bir heyecan ve mutlulukla; “Evet, Paşa’m ben, Diyarbakır’da tanıdığınız kişiyim,” dedi. Gazi ve konukları Mehmet Celalettin’i dinlerken bir ara “hani bir gazel okumuştun Celal... İkbalde zeval olsa bende ne var /sende kemal var /Mağruri Kemal olma bunca zeval var./ Tek başıma kalsam şahın devranına kul olmam/ yıkılası hanede evladı ayal var… İşte bu gazeli hiç unutmadım…” dedi ve devamla; biz vatanı ve kahraman milleti ne şahlara ne de padişahlara kul olmasınlar, diye kurtardık.
Ve şimdi ne mutlu ki bize seni bir kez daha dinledik.
Sen artık Şark bülbülüsün Adın Celal Güzelses olsun plaklarına da öyle yazdır.
Beni sabırla dinlediğiniz için teşekkürlerimi sunuyorum.

BEDRETTİN KELEŞTİMUR
Tayfun Kırmızıgül hocamıza çok teşekkür ediyorum.
Diyarbakır ve Elazığ İlimizin ortak özelliği; “tefekkür dünyasının zenginliğidir”
Bu zenginliğin kaynağında, “1860’lardan günümüze” “aydın harekâtı” oluşudur.
Bütün bunların toplamında bizler nelere şahit olmaktayız?
Bu şehrin, “milli mücadele ruhu ile beslenmesini…”
Bu mücadele de, ‘aksiyoner roller üstlenmesidir’
Doğu Anadolu Müdafai Hukuk Cemiyetinin bir şubesi, Elazığ’dadır!
“Satveti Milliye Gazetesi…” bu mücadelenin önemli bir yayın organıdır!
Bu şehir, “milletin hür iradesine inanmış…”
O iradenin etrafında ‘kenetlenmesini…’ bilmiştir!
Bugün, bu gece büyük bir heyecanla , “Atatürk ve Elazığ’ı” konuşuyoruz.
Kimlerle birlikte, “Diyarbakır Şehrimizle Birlikte…”
Anadolu’nun iki kadim şehri, siz sanat ve edebiyat dostlarıyla birlikte;
Bu gece bir tarih yazıyor Ve “Birlik Ruhunu Tutuşturuyor”
O tarihi ruha özge “Atatürk ve Milli Hâkimiyet” konulu sohbetlerini yapmak üzere
Fırat Üniversitesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mehmet Çevik Beyefendiyi kürsüye davet ediyorum.

Prof. Dr. MEHMET ÇEVİK
Değerli Misafirler, Çok Kıymetli Kültür ve Gönül Dostları,
Hepinize iyi akşamlar. Programımız epeyce uzadı, saat 10.30 olmak üzere. Zamana karşı zorlanacağımın farkındayım ama biraz sonra bir dinleti olacak. Bu sebeple birkaç dakikayla konuşmamı sınırlayacağım. Aslında Gazi Mustafa Kemal ve Milli Hakimiyet söz konusu olunca saatlerce de konuşsak bunu halledemeyiz, ama konuşmamı mümkün olabilecek en kısa zamanda tamamlamaya çalışacağım. Dünya tarihçiliğinde şöyle bir gerçek vardır. Dünya tarihini yapan Türklerdir. Türklersiz olmazdı, dünya tarihi olmazdı. Gerçekten öyle. Eski döneme baktığımızda da öyle, sonrasına baktığımızda da öyle. Çok ihtişamlı bir tarihimiz var. Fakat biz birde şunu içimize sindirmeliyiz. İyisiyle kötüsüyle her şeyiyle tarih bizimdir. Hepsinin sahibiyiz. Hiçbir zaman şu dönemi bu dönemle, şu kişiyi bu kişiyle de adeta Hacivat-Karagöz gibi çarpıştırmak falan da bizim haddimize değil. Tarihte ne varsa öyledir, nasıl olmuşsa öyledir ve olduğu gibi bizimdir. Bizim tabiki, çöküşümüz de var. Hoşumuza gitse de var, gitmese de var. 1683 sonrası artık o ihtişamlı imparatorluğun aşağıya doğru gidişi başlar ve 1699’a kadar uğraşlar ve 1699’da tarihin en büyük toprak kaybedişleri ve bizde bir batılılaşma ve yenileşme dönemi başlar. Ne zamana kadar? İmparatorluğun sonuna kadar. 1700’ün başlarından itibaren evet Üçüncü Ahmet, I.Mahmut, IV.Mustafa, III.Selim, II. Mahmut, Abdulmecid, Abdulaziz ve Sultan II.Abdülhamit bütün padişahlar döneminde ısrarla ve inatla bir değişim çabası var. Çünkü buna ihtiyaç var. Neden? Geri kalmışsınız ve sürekli kaybediyorsunuz çarpıştığınız bir medeniyete karşı. Buna bir isim de vermişsiniz hilal haç diyorsunuz. Ama haça karşı sürekli kaybediyorsunuz, bir kalkınmanız lazım. Nerede geri kalmışsınız? Her şeyde geri kalmışsınız. Evvela eğitimde geri kalmışsınız. Zaten bilgiyi kaçırdığınız zaman her şeyi kaçırırsınız. Diğer bütün alanlarda böyle. Şimdi yani onunla boğmak istemiyorum. Ve koca imparatorluğun sonuna geldiğimizde 1918 itibariyle söylüyorum. Savaşa girdiğimiz zaman 2.000.000 kilometreye kare yakın toprağa sahip olan imparatorluğun savaşın sonunda sadece yaklaşık 700.000 kilometre karelik bir toprağı kalmıştı. Ve sadece coğrafi küçülmek değil ve savaşın sonunda yapmış olduğunuz bir ateşkesle ülke adeta teslim olmuştu. Ve mütarekeyi yaptığınız itilaf güçlerine diledikleri takdirde memleketin herhangi bir stratejik noktasını işgal etme hakkını da vermiştiniz. Bundan da fevkalade yararlandılar. Bir de 1. Dünya Savaşı’nın sonuna geldiğimizde evet yani dünya ülkelerine baktığımızda radar teknolojileri keşfedilmiş ve kullanılıyor. Denizaltı var kullanılıyor, son model işte otomatik silahlar var kullanılıyor, uçak yapılmış kullanılıyor, fakat size ait, sizin herhangi bir basit piyade tüfeğiniz bile yok. Sizin ürettiğiniz, fikri size ait olan bir piyade tüfeğiniz bile yok. 1. Dünya Savaşı’nın sonu ayrıca ekonomik olarak baktığımızda 7 milyon altın da borcunuz var. 1. Dünya Savaşı’nın sonu… Mütareke, mütarekeden sonra işgaller. Biz göğsümüzü kabartarak söylüyoruz, evet 250.000 şehit verdik. Ama Çanakkale geçilmez dedik ve geçirtmedik. Muhakkak büyük kahramanlık, hiç şüphe yok. Evet gururlanmak hakkımızdır. Neslimize öğreteceğiz, şanla şerefle kutlayacağız ama şunu da bilmemiz lazım ki Mondros Mütarekesi’nden sonra, 30 Ekim 1918 Mondros Mütarekesi. 6 Kasım 1918’de altı İngiliz subayı Seddülbahir’e geldi ve biz boğazın bütün savunma planlarını onlara teslim ettik. Ayın 9’unda da Çanakkale’nin askeri ve mülki idaresini teslim ettik. Evet büyük bir kahramanlıktı Çanakkale Savaşı, ama 250.000 şehit de verdik, geçirmedik. Fakat mütarekeden 10 gün sonra Çanakkale’yi teslim ettik, altı kişi, altı İngiliz subayına. Ayın 9’undan itibaren de buradan itilaf devletlerine ait savaş gemileri geçmeye başladılar ve adeta 1915’i hatırlatırcasına o sirenlerine basarak geçtiler Çanakkale’den. 13 Kasım 1918’de İstanbul’da 73 parça itilaf devletlerinin savaş gemisi vardı. Bu İstanbul’un düşüşüydü. Ve bizim için sahneye kara perdenin artık indirilmesiydi. Böyle bir dönemden sonra işte Anadolu’da bir mücadele başladı. Anadolu’daki mücadele hangi şartlarda başladı? Evvela bunu çok iyi bilmemiz lazım ki, onun kıymetini anlayabilelim. Ve Anadolu’da bu mücadele başladıktan sonra pek çok kimse bu mücadeleden başarılı çıkılacağı konusunda bir inanç sahibi falan değildi. Fakat daha Amasya’daki Beyanname’den itibaren yeni bir şeyden bahsediliyordu. Milli irade, milletin iradesi onu hâkim kılmak, onu temsil etmek.. Erzurum Kongresi’nde öyle, sonra Havza’da öyle, Amasya’da öyle, sonra Erzurum Kongresi’nde öyle. Kuvayı Milliye’yi amil, İradeyi Milliye’yi hakim kılmak esastır. Mücadelenin ileriki safhasında Sivas Kongresi’nde aynı şekilde ve zaten bu kongreler milletin iradesiyle bir takım işlere karar verilmesi amacıyla yapılıyor. Yani o kara perdenin, milletin hayatına o kara perdenin indirildiği andan itibaren adı, sanı, mevkisi, makamı, sıfatı ne olursa olsun hiç kimse tek başına millet adına karar vermesin. Milletin temsilcileri karar versin. Sonu iyi olur ya da kötü olur; ona artık razı oluruz. Bu milletin iradesidir. Evet mücadele bunun mücadelesiydi. Ve sonraki Amasya görüşmelerinde İstanbul hükümetinden istenen tek şey vardı: Kapatılmış olan meclisin açılması seçimlerin yapılması ve milletin temsilcilerinin vereceği kararlara uyulması. Milletin geleceğiyle ilgili önemli kararları milletin bu temsilcilerinin vermesi. İstanbul’dan istenen tek şey de buydu. Meclis, meclis, meclis, meclis... Sonra Ankara’da Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin toplanacağı bir genelgeyle bütün ülkeye bildirilirken bundan böyle askeri ve sivil bütün makamların sadece ve sadece talimat alacağı, uyacağı tek yer meclistir. Büyük Millet Meclisi’dir. Milletin meclisidir. Bu meclis bundan sonra milletin iradesine tabi olacaktır. Evet dediğim gibi anlatılacak, söylenecek çok şey var. Bunu özetlemek bile çok zor. Falih Rıfkı Atay’ın Çankaya adlı eserinde şöyle bir ifadesi ve tespiti vardır. Mustafa Kemal için der ki “Mustafa Kemal meclissiz yaşamayı akla almayan bir yirminci asır lideridir.”Bunun temel sebeplerinden biri de şudur. Milletini çok iyi tanıması ve sevmesidir. İkinci bir şeyde şudur. Milletin bütün fertlerinin idrak eden, duyan, bilen eğitilmiş bireyler olarak kendisini hissetmesi ve yaşamasıdır. Yani kul olma, kul olarak tabi olma zihniyetinden kurtulmasıdır. Bunun bir diğer sebebi de budur. Milletin iradesinin milletin idaresine hakim olması. Evet bu gerçekten böyledir. Bakınız bazen çok tenkitlere de sebep olur. İşte,“yüksel Türk senin için yüksekliğin hududu yoktur.”“Bir Türk dünyaya bedeldir.”“Muhtaç olduğun asil kan damarlarında mevcuttur.” Bunların hiçbir tanesi şoveniz duygularla söylenmişsözler değildir. Bunlar milletin fertlerine özgüvenini verebilecek ve bir de milletin fertlerine ne kadar güvendiğini ortaya koyan güven ifadeleridir. Bir başka şey daha var. O da şu: Mustafa Kemal, milletinin üzerinde hiçbir zaman otoriter bir güç olma yolunu seçmedi. Bugün mesnetsizce cahilce Mustafa Kemal’i yani otoriter bir idareci gibi zaman zaman göstermeye çalışanlar var. Ama kesinlikle hayır. Mustafa Kemal ünlü Alman fikir adamı Max Weber’in söylediği bir şey var. Karizmatik otorite olsa olsa budur. Totaliter bir idareci hiçbir zaman olmadı. Çünkü çağdaşı olan liderlere baktığımızda; Mussolini var, Hitler var bunların hiç biri asker değil. Ama idareyi ele aldıktan sonra, general üniformasını üzerlerine geçirdikten sonra bir daha asla çıkarmamışlardır. Mustafa Kemal kariyerden asker ve mareşal olmasına rağmen askerlikten istifa ettikten sonra, hele hele cumhurbaşkanı olduktan sonra, asla bir daha askeri üniformayı giymeye tevessül etmemiştir. Ve bütün arkadaşlarını da “Siyaset yapacaksanız siyaset, askerlik yapacaksanız askerlik” diyerek ikisini birbirinden ayırmalarını sürekli olarak telkin etmiştir, istemiştir ve bunu böyle yaptırmıştır. Bakınız milli iradeyi gerçekleştirmenin temel şartlarından bir tanesi de şudur: Milletin birey olarak kendisini hissetmesini sağlamak. Millet kendisini birey hissediyor muydu? Etmiyordu tabii ki. Çünkü 600 yıllık imparatorluğun bizdeki mirası yüzde beş civarında, 1927 sayımına göre 10.6’dır. Toplamda bu kadarlık bir okuma yazma oranıdır. Ve bizim koca ülkemizdeki öğretmen sayısının tamamı 10.300 kadardır. Okullu öğrencilerimizin sayısı da Cumhuriyet kurulduğu zaman itibariyle 350.000 civarındadır. Böyle bir toplulukta insanların kendisini birey olarak hissedebilmesi mümkün mü? Hayır. Sonrasında da çok zor. Kısa bir olay anlatacağım.1924 yılı Cumhuriyetin ilanından sonra birkaç ay geçmiş. Özellikle bunu hanımefendilerin çok iyi dinlemesini istiyorum. Çok kısa olarak ifade edeceğim. Süreyya Ağaoğlu meşhur Ahmet Ağaoğlu’nun kızıdır. Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk kadın avukatlarındandır. Adalet Bakanlığı’nda staj yaparken öğlen sefertası götürüyorlar, yemeklerini böyle yiyorlar. Ama bıkıyorlar, orada bayan memurlar da var. Ve bir öğlen diyor ki lokantaya gideceğiz. Bir tane lokanta var, İstanbul Lokantası.Bütün milletvekilleri, bürokrasi orda yemek yiyor. Gidiyorlar yemek istiyorlar ama kendilerine hissettirilir derecede bir rahatsızlık veriliyor. Artık bayanlarda buraya geliyor falan..çünkü bayanlar lokantaya gidemezler. Bayanlar gidip lokantada yemek yiyemezler. Okumuş olsa da gidemez. Ve çıkarlarken garson kendince nazik bir edayla onları uyarıyor. Hanımefendiye diyorlar ki; bir daha gelmeyiniz lütfen. Akşam eve gittiğinde de babası Ahmet Ağaoğlu Basın Yayın ve Enformasyon Genel Müdürüdür. Önemli bürokratlardan birisidir. Diyor ki,“Siz bugün lokantaya mı gittiniz?” “Evet” diyor. “Siz nerden duydunuz?” Diyor ki “Meclis başkanı söyledi.” Milletvekilleri de oraya gidiyorlar. Arıyorlar babasını böyle böyle söyleyin gitmesinler, çok büyük rahatsızlık olmuş diye..
Birkaç gün sonra Mustafa Kemal Latife Hanım ile beraber evlerine yemeğine geliyorlar. Ve bir ara cesaretini topluyor ve bunu Gazi Paşa’ya söylüyor. Gazi Paşa diyor ki “Baban bir çare olmadı mı?”“Hayır” diyor. “Meclis başkanının da haberi olmuş. O da bir şey yapmadı mı?”“Hayır” diyor. “Pekala” diyor. Başka bir şey de demiyor. Ama Süreyya Hanım da çok üzülüyor, “Gazi Paşa da bir çözüm bulmadı buna” diye. Fakat ikinci gün öğlen bir görevli Süreyya Hanımın yanına geliyor ve diyor ki,“Gazi Paşa Latife Hanım ile birlikte aşağıda sizi bekliyor.” Koşarak gidiyor, gerçekten arabada bekliyorlar. Latife Hanım diyor ki,“Kızım bu öğlen köşkte beraber yemek yiyeceğiz” Fakat giderlerken araç İstanbul Lokantası’nın önünde duruyor. Orada durunca birkaç milletvekilide koşup geliyor oraya. Gazi Paşa herkesin duyacağı şekilde diyor ki,“Bundan böyle öğlen vakitleri Süreyya ve arkadaşları burada yemek yiyecekler hatta milletvekilleri de eşleriyle gelecekler, onlarda eşleriyle beraber yemek yiyecekler.” İkinci gün oraya gittiklerinde herkes eşiyle gelmiştir. Bakınız bizim tarihimiz boyunca en önemli yeniden yapılanmalardan biri de bizzat cumhuriyetin kendisidir. Her alanda, her konuda, sosyal hayatta, sanatta, edebiyattaki yeniden yapılanmalardır. Ve bir milletin yeniden inşasıdır. Bir milletin millet olma hasletleriyle ilgili olarak kendisi oluşunun farkına varılmasıdır. Kendi değerlerinin öne çıkartılmasıdır. Bunun içindir ki, bugün 1918 itibariyle şöyle bir düşünelim. Suriye ile Anadolu’nun bir farkı yoktu. Yekpare idi. Irak ile Anadolu’nun da bir farkı yoktu, aynı parçaydı 1918’e kadar. 1918’den sonra işte sınırlar çizildi, ayrı kaldı. Bugün ister devletin durumu, ister eğitim seviyesi, ister sosyal hayat, ister bireylerin değeri olarak bakalım; Türkiye ile buraları mukayese ettiğimiz zaman, Türkiye’nin çok yukarıda olduğunugöreceğiz. Bunun bir tek sebebi vardır: Gazi Mustafa Kemal’dir. Hani diyorlar ya olmasaydı olur muydu? Olmasa olmazdı kardeşim. Hepinize saygılarımı sunuyorum.

YUSUF CAN DİLBAZ
Fırat Üniversitesi Tarih Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Mehmet Çevik’e çok teşekkür ediyoruz. Toplantının bundan sonraki bölümünü Beray arkadaşımız ile birlikte sunmaya çalışacağız. programı başarıyla yöneten değerli hocamız, gazeteci yazar Bedrettin Keleştimur’a teşekkür ediyoruz.
YEMEN TÜRKÜSÜ
Havada bulut yok, bu ne dumandır?
Mahlede ölü yok, bu ne şivandır?
Şu Yemen elleri ne de yamandır
Eli Yemen’dir, gülü çimendir
Giden gelmiyor, acep nedendir?”
Kışlanın ardında sıra söğütler,
Zabitler oturmuş asker öğütler
Yemen’e gidecek bu koç yiğitler
Eli Yemen’dir, gülü çimendir
Giden gelmiyor, acep nedendir?
Kışlanın önünde redif sesi var
Bakın çantasına acep nesi var?
Bir çüt kondurası, bir de fesi var!
Eli Yemen’dir, gülü çimendir
Giden gelmiyor, acep nedendir?
Kışlanın ardında bir kırık testi
Askerin üstüne sam yeli esti
Gelinlik tazeler umudu kesti
Eli Yemen’dir, gülü çimendir
Giden gelmiyor acep nedendir?

BERAY NUR TENEKE
Kıymetli misafirler Beray arkadaşımın okuduğu Yemen şiirinden sonra ben de sizlere merhum şairimiz Şeref Tan’ın 17 Kasım şiirini okumak istiyorum.
Bir sonbahar gününde ilkbaharı yaşamak
Şehrimizin ufkunda güneşi karşılamak
Arzusuyla yollara düştük geceden yayan
Bizdik ruhlarımızın tutuştuğunu duyan
O gün beklediğimiz ulu önder Ata’ydı.
On sekiz milyon Türk’ün gönlü Elâzığ’daydı.
Sevdamız bayrak, bayrak açtı pencerelerde
Böylesine kutlu gün ancak efsanelerde
Yaşanırdı, yaşadık inanç yüklü o günü
Her 17 Kasımda toyu, bu düğünü
Bu bayramı aynı aşk, aynı vecdle anarız,
Türküz, türkü söyleriz, Atatürk’ü yaşarız.
“Aş yedim dilim yandı
Köz düştü kilim yandı…”
O gün kalplerimize düşen “köz” hala yanar
54 yıldan kalan o güzel hatıralar
Sinmişti Halkevinin taştan duvarlarına
Ses verir Türkiye’min mutlu yarınlarına
Bu ses direktif bize, bu sestir Türk’ü öven
Duy, diyor ki Atatürk;
Türk Övün Çalış Güven
Elazığ ve Diyarbakır İllerimiz; ses ve söz sanatının cazibe merkezi konumundadır. Coğrafyamızda birleştirici roller oynamaktadır. Fuzuli’nin eserleri Harput’ta bestelenip söylenmiştir. Aynı zamanda Şair Nedim’in şiirlerinin de Harput’ta bestelendiğini görüyoruz. Elazığ İlimiz tarihi buluşturan kadim bir özelliğe sahiptir. Aynı rolleri günümüzde de oynamaktadır.
Türkülerimizde, bir milletin sevinci ve acıları paylaşılır. Özellikle de Yemen Türküsü, bu milletin “İç Romanı” özelliğine sahiptir.
Atatürk’ün Şark Bülbülü olarak vasıflandırdığı Celal Güzelses Diyarbakır’ın yetiştirdiği müstesna bir sanatçımızdır. Yine Atatürk’ün Elazığ Halkevi’nde dinlediği Hafız Osman Öge Harput Musikisinde çok önemli bir kaynak kişidir. Kıymetli misafirlerimiz programımızın son bölümünde sizlere Atatürk’e Sunulan Elazığ ve Diyarbakır Türkülerinden oluşan bir konser sunulacaktır. Şimdi de Diyarbakırlı ve Elazığlı sanatçılarımız E. Alb. Lokman Tasalı, Nihat Kazazoğlu, Fethi Açıkgöz, Yalçın Turhan, Öğr. Gör. Tayfun Kırmızıgül, Gamze Filiz, Burhanettin Atalay, Enes Uçkun, Abdullah Güzer, Ahmet Yalçın ve Özhan Kahraman’ı huzurlarınıza davet ediyoruz

BERAY NUR TENEKE
Kıymetli misafirler, bu muhteşem konser ile sanatçılarımız bizleri Atatürk’ün huzurundaki uhrevi âleme taşıdılar. Kendilerine teşekkürlerimizi arz ediyoruz. Programımız burada sona ermiştir. Arkadaşım Yusuf Can Dilbaz ile birlikte bu güzel toplantıya katılım ve katkılarınızdan dolayı siz değerli büyüklerimize teşekkürlerimizi sunuyoruz. Ve bu anlamlı toplantıya katılan bilim adamlarımızı, şair, yazar ve sanatçılarımızı fotoğraf çekimi için yeniden sahneye davet ediyoruz.
Hayırlı akşamlar.
 

 

 

 

 

 
               Manas Yayıncılık Nailbey Mah. Vali Fahribey Cad. Huzur İş Merkezi Kat 5 Daire 14 Elazığ   Telefon: (0424) 2371315 Faks: (0424) 2363068                         © Copyright 2008 |    Manas Yayıncılık Tüm Hakları Saklıdır.