Kırgız Yazar Cengiz Aytmatov onuruna
düzenlenen 15. Uluslararası Hazar Şiir Akşamları
etkinlikleri kapsamında; Manas Yayıncılık olarak, 26 Ekim
Cuma günü saat 14.30’da Elazığ Devlet Korosu Konser
Salonunda Kurşunlanan Türkoloji adlı bir toplantı
düzenledik. Elazığ Valiliği, Elazığ Belediyesi, Fırat
Üniversitesi, Elazığ Musiki Konservatuarı Derneği ve ayrıca
birçok sivil toplum kuruluşunun da destek verdiği toplantıya
Türk Dünyası’ndan birçok önemli kültür ve sanat adamı
katıldı.
Faaliyet kapsamında, Fırat Üniversitesi Fen
Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Öğretim
Üyelerinden Prof. Dr. Ahmet Buran tarafından
hazırlanan Kurşunlanan Türkoloji adlı eser
yayınevimizin Araştırma ve İnceleme Eserleri Dizisinin 9
numaralı eseri olarak yayınladı. 396 sayfadan oluşan kitap
iki bölümden oluşmaktadır. “ Korku Tüneli” adını
taşıyan Birinci Bölümde, 19 yüzyılın ikinci yarısı ile 20.
yüzyılın ilk yarısında, yaklaşık yüz yıllık zaman dilimi
içinde Türk dünyası coğrafyasında meydana gelen sürgün,
kıyım ve ölümler özetlenmiştir. Kitabın “Kurşunlanan
Türkoloji” adlı İkinci Bölümünde ise, çoğunluğu
Sovyetler Birliğinde olmak üzere, Türkologların, şair,
yazar, fikir adamı Türk aydınlarının uğradığı katliam,
sürgün ve baskılar yer almıştır.
Elazığ Devlet Korosu Konferans Salonunda saat
14.30’da başlayan toplantıya, Simav Kaymakamı Samet Ercoşkun,
Milli Eğitim Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı Cumali Demirtaş,
Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Başkanı Prof. Dr.
Sadık Tural, Elazığ Belediye Başkan Yardımcısı İbrahim Özgen
Erdoğmuş, İl Kültür ve Turizm Müdürü Tahsin Öztürk, İl Milli
Eğitim Müdürü Nihat Büyükbaş, Elazığ Musiki Konservatuvarı
Derneği Başkanı Feti Ahmet Deniz, Avrasya Yazarlar Birliği
Başkanı Yakup Deliömeroğlu, Türk Edebiyatı Vakfı Başkanı
Servet Kabaklı, Türk Dünyası Yazarlar ve Sanatçılar Vakfı
Başkanı Yahya Akengin, Türk Ocakları Şube Başkanı Ahmet
Yurten, Kazakistan’dan Muhtar Şahanov ve Bavırjan Jakıp,
Firdinat Habibullin, Azerbaycan’dan Sabir Rüstemhanlı,
Cengiz Alioğlu ve Hacıağa Almaszade, Makedonya’dan Biba
İsmail, Tataristan’dan Zinnur Hösniyar, Türkmenistan’dan
Oraz Yağmur, Bulgaristan’dan Sabri İbrahim Alagöz, Irak’tan
Mehmet Ömer Kazancı, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nden
Kubilay Beliğ, Kosova’dan Mehmet Bütüç, Kırgızistan’dan
Fatima Abdalova, Urkash Mambetaliev ve Prof. Dr. Abdıldacan
Akmataliyev katıldılar
Ülkemizin edebi şahsiyetlerinden
Bahaettin Karakoç, Ali Akbaş, Serhat Kabaklı, Rıdvan Çongur,
Ali Ayçil, Abdullah Satoğlu, Cenk Gündoğdu, Bahtiyar Aslan,
İmdat Avşar, Şeref Bilsel, Zaman gazetesinden Ali Çolak,
Yeni Şafak gazetesinden Hale Özkaplan, Ufuk Ötesi
gazetesinden, Bayram Akcan, Star gazetesinden Fadime Özkan,
Türkiye gazetesinden Tuncay Önür, gazeteci İsa Kayacan, Türk
Edebiyatı dergisinden Belkıs İbrahimhakkıoğlu, Kardeş
Kalemler dergisinden Elif Akbaş, Erciyes dergisinden Nevzat
Türkten, Bizim Külliye dergisinden Nazım Payam, Ada
dergisinden Serkan Türk, Çemen dergisinden Alim Gerçel,
Mavi dergisinden Mehmet Kara, Akpınar dergisinden İsmail
Özmel ve Nedim Bakırcı, Bizim Ece dergisinden Ahmet Otman,
Şehir dergisinden İbrahim Tığ, Yeni Ses dergisinden Cumali
Temiz bulundu.
Ayrıca, Elazığlı yazarlardan Şükrü Kacar, R.
Mithat Yılmaz, Bedrettin Keleştimur, Günerkan Aydoğmuş, Hadi
Önal, Necati Demir, Muammer Aksoy, Öğr. Gör. Recep Bağcı,
Dr. Tamer Kavuran, Mahir Gürbüz, Hüseyin Poyraz, M. Şükrü
Baş, Nusret Özgen, Reşat Gündüz, M. Faik Güngör, Zekeriyya
Bican, Berika Küçük, Yurdal Demirel, Özer Yıldırım ve
kalabalık bir davetli katıldı.
Sunuculuğu Dr. Berna Esin
tarafından yapılan toplantı, saygı duruşu ve İstiklal
Marşı’nın okunmasıyla başladı. Daha sonra Fırat Üniversitesi
Türk Dili ve Edebiyatı bölüm başkanı Prof. Dr. Ahmet Buran
kürsüye davet edildi. Yaklaşık iki saat devam eden
konferans, davetliler tarafından büyük bir ilgi ile takip
edildi.
Konferansın ardından toplantıya katılan
misafirler toplu halde Elazığ Musiki Konservatuarı Derneği
tarafından hazırlanan Kürsübaşı programına katıldı. Dernek
binasında gerçekleşen faaliyette konuklara Elazığ’ın yöresel
yiyecekleri ikram edilerek Harput türkülerinden oluşan bir
konser sunuldu. Mahalli sanatçılarımızdan Nihat Kazazoğlu,
Osman Bulut ve Yalçın Turhan’ın solist olarak katıldığı
programda yöre müziğinden örnek eserler icra edildi.
Berna Esin
Sayın Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek
Kurum Başkanım, Sayın Milli Eğitim Bakanlığı Müsteşarım,
Değerli Hocalarım, Sevgili öğrenciler,
Türkoloji, Türkçe karşılığı ile ‘Türklük
Bilimi’, geniş anlamıyla Türklerle ilgili her türlü konuyu
inceleyen bilim dalıdır. Türk dünyası ve Türk dili
alanındaki çalışmalarıyla isim yapmış, yayınladığı son
eseriyle de Hazar Şiir Akşamları şölenimizin son derece
farklı bir yerine yerleştirdiğimiz sayın hocamız Profesör
Doktor Ahmet Buran Beyi huzurlarınıza davet ediyorum.
Prof. Dr. Ahmet Buran
Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu
Başkanı Sayın Prof. Dr. Sadık Kemal Tural Bey, çok değerli
konuklar, Türk dünyasının değişik bölgelerinden ilimize
teşrif eden çok değerli dostlarım, sevgili öğrenciler,
değerli basın mensupları hepiniz hoş geldiniz. Hepinizi
saygı ve sevgiyle selamlıyorum.
Dün Cengiz Aytmatov ile ilgili konuşmayı
yaparken biraz salondaki seyircileri üzmüştüm. Bugün
maalesef yine üzeceğim. Beni felaket tellalı olarak
algılamayın. Aslında güzelliklerden, neşeden, sevinçten daha
çok anlarım ve daha çok severim. Ama maalesef hayat sadece
güzelliklerden oluşmuyor. Hele Türk Dünyası coğrafyasının
özellikle son 100 yıl içinde yaşadıklarını, yaşadığı
olayları dikkate alırsanız üzülmemeniz mümkün olmuyor.
Bunları anlatırken üzücü olanları da anlatmak zorundayız.
Onun için sizi baştan biraz üzeceğim için üzgünüm, özür
diliyorum.
2004 senesinde Moskova’da yapılan uluslar
arası ICANAS 37 yani Asya ve Kuzey Afrika Çalışmaları
Kongresine katılmıştım. Moskova’da bulunduğum sırada bir
kitap gözüme ilişti. Eser, Repressirovannaya Turkologiya
adını taşıyordu. Rusça ‘Bastırılmış Türkoloji’
anlamındaydı. Bu kitabı aldım. O tarihte Kırgızistan’ın
başkenti Bişkek’te Manas Üniversitesi’nde çalışıyordum.
Kitabı alıp oraya götürdüm. Ahıska’dan Kırgızistan’a
sürülmüş bir ailenin çocuğu olan İlmira Ragibovaadlı öğrencimize mezuniyet tezi olarak o kitabın
çevirisini verdim. Rusçadan Türkiye Türkçesine aktardı. Ben
az buçuk Rusça öğrenmiştim ama daha iyi anlamamı sağladılar
böylece. Bu kitabı okuyunca gördüm ki çok sayıda Türkolog,
bizim şöyle ya da böyle tanıdığımız, eserlerini bildiğimiz,
adını duyduğumuz çok sayıda Türkolog Sovyetler Birliği
dönemi içerisinde cezalandırılmış, takibata uğramış ama
büyük bir kısmı da öldürülmüştü. Öldürülenlerin çok büyük
bir kısmı kurşuna dizilerek öldürülmüştü. O zaman yaşanan bu
trajediyi, yaşanan bu olayları başka kaynaklarla da
birleştirip yazmamız gerektiğine inandım. Ve kitabın adına,
biraz da bu kurşunlanan meslektaşlarıma ithafen, onlardan
etkilenerek ‘Kurşunlanan Türkoloji’ dedim.
Kurşunlanan Türkoloji adlı kitap, ekranda
birinci sırada görüyorsunuz, Repressirovannaya
Turkologiya’yı gördükten sonra bu konuda neler yapılmış diye
baktım. Azerbaycan’da ‘Gızmızı Terrör’ diye Ziya Bünyadov’un
hazırladığı bir eser vardı. Kırgızistan’da Rusça olarak
basılmış ‘Tayna Çontaşa’ diye bir kitap yayınlanmıştı.
Özellikle dün akşam anlattığım Törekul Aytmatov’un da içinde
bulunduğu 137 Kırgız aydınının öldürüldüğü olayı anlatan bir
eser bu ‘Tayna Çontaşa’.
Sonra Tataristan’da ‘Faciga’ adlı bir kitap yayınlanmıştı.
Bu da orada, özellikle Tataristan’da ‘Şeref ailesi’ diye
bilinen, beş kardeşin başına gelen faciayı anlatan bir eser.
Tataristan’da yine “Repressiya Korbanlarının Xeter Kitabı”
adını taşıyan bir kitap yayınlanmıştı. Bu kitapta
Tataristan’da öldürülen 20 bin kişinin kısa hayat hikayeleri
özetlenmişti. İsimler alfabetik sıraya göre dizilmişti.
Yalnız ben adları –A- ile başlayan kişilerin yer aldığı
birinci cildini görebildim. Ve yine Rusya’da yayınlanan
‘Politik Baskının 30. Yılı’. Sovyet vatandaşları, Stalin
döneminde 1937 ile 1939 yılları arasındaki zamana
‘Repressiya’ der. Bu repressiyanın, siyasi baskının 30. yılı
anlamında bir kitap. Ve yine Özbekistan’da ‘Katlname’ adında
bir kitap yayınlanmış. Bu kitaplar ve bunların dışında daha
birçok makale, Türkiye’de bu konu ile ilgili yayınlanmış
çeşitli makaleler ve yine Türkiye’de ‘Sibirya Ekspresi’ adlı
bir kitap meydana gelen bu baskı, sürgün ve soykırım
olaylarını çeşitli cepheleriyle ele alan eserlerdi. Ben
bütün bu eserlerden yararlanarak, Türkiye’de yayınlanan
çeşitli makaleler, bir kısım kendi tespitlerim, o
coğrafyanın birçok yerini gördüm, oralarda bulundum.
Dolayısıyla kendi tespitlerim ve bu kaynaklardaki bilgileri
derleyerek bir anlayış içersinde bir araya getirdim. Bahsi
geçen ‘Kurşunlanan Türkoloji’ adlı kitap böyle bir
derlemenin, böyle bir birleştirmenin sonucu olarak ortaya
çıktı. Ancak ‘Kurşunlanan Türkoloji’ bu hazırladığımız
çalışmanın bir bölümünü oluşturuyor.
Bu konuyu yazayım diye hareket edince 16.
yüzyılın 2. yarısından itibaren Anadolu ve civarında,
Anadolu’nun batısında, Balkanlarda, Avrupa’daki Türklerin de
çeşitli kıyım ve kırımlara uğradığını, Kafkaslarda Kırım’da
Anadolu’nun bizzat içinde, Ermenilerin, Rumların yaptıkları,
Kıbrıs’ta Girit’te milyonlarca katledilen insan vardı.
Onlara hiç değinmeden sadece Türkologları anlatmak da
haksızlık olur diye düşündüm dolayısıyla kitabın 1. bölümüne
‘Korku Tüneli’ adını verdim. O korku tüneli gerçekten 17.
yüzyıldan sonra Türklerin içine girdikleri karanlık bir
korku tünelidir ve bu korku tünelinden Türklerin nüfus
olarak çok önemli bir kısmı sağ çıkamamış, maalesef
soykırıma uğramış, öldürülmüştür. Justin McKarty diye
Amerikalı bir tarihçi var, onun Balkanlarla ilgili bir
değerlendirmesi var. Balkanlarda 1829 ile 1923 yılları
arasında, yani Yunanistan’ın bağımsızlığını ilan ettiği
tarihi ile Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurulduğu
tarihler arasında geçen yaklaşık 90 yıl içerisinde
balkanlarda tam 5 milyon sivil insan eridi, yok oldu diyor.
5 milyon! Eriyip yok olan bu 5 milyon sivil nüfusun tamamı
Müslüman ama tamamına yakını da Türk kökenli. Dolayısıyla
sadece balkanlarda 90–100 yıl içerisinde tam 5 milyon Türk
nüfusu yok olmuştur. Bu sivil nüfus, asker değil. Yani
cephede savaşırken ölenler değil. Cephede savaşırken
ölenleri bu sayılara dâhil etmiyorum. Savaş sırasında,
cephede savaş varsa ölüm kaçınılmazdır, ölüm olacaktır. Ama
sivil insanlar, savunmasız, silahsız sivil insanlar eğer
öldürülüyorsa, hiçbir fark gözetilmeden öldürülüyorsa,
soykırım dediğimiz şey budur, Türkler bu anlamda, bu
coğrafyada önemli bir soykırıma da uğramışlardır. Ama
bunların tamamını burada anlatmama imkân yok. Çünkü çok uzun
bir zaman gereklidir. Ben bunlar arasında biraz seçerek
sadece Türkologların da bir bölümünü, belli coğrafyalarda
örnek olması açısından sadece bir bölümünü burada size
tanıtmaya çalışacağım. Hepsini anlatmamıza imkân yok
maalesef.
Evet, Türk tarihinin son dönemine şöyle bir
göz atıp sizi bir coğrafya üzerinde gezdirerek tarihi
hatırlatmak istiyorum.
1552 tarihinde Ruslar Kazan Hanlığını
yıktılar. 1552 tarihi itibarıyla ekranda görülen Moskova,
İdil-Ural Bölgesi ve Kazan. 1552’de Kazan Hanlığını Ruslar
yıkarak bu bölgede, İdil Ural Bölgesinde Türklerin
hâkimiyetine son verip oradan yavaş yavaş Türkmenistan’a
kadar, Orta Asya’dan yine Kırgızistan’a kadar Türkistan
bölgesini işgal etmeye başladılar. Çarlık Rusya’sı
Döneminde. Bu süreç 1552 tarihinde başladı. 1552 tarihinde
Kazan Hanlığı yıkılınca şurada bir bent vardı, Kazan
Hanlığı. O bent yıkılınca Rus seli Türkistan’a doğru akmaya
başladı. Ta doğu Türkistan sınırına kadar, hatta zaman zaman
Doğu Türkistan içlerine de girildi, buralara kadar bütün
Türkistan işgal edildi. Aynı zamanda Astrahan Hanlığı’nın
da yıkılmasından sonra Kafkaslar ve 1771’de ilk defa Kırım
Ruslar tarafından işgal edildi.
1771 ve 1774’te Küçük Kaynarca Antlaşmasıyla
Kırım bölgesi Rusların hâkimiyetine girdi. Bu bölgede
yaşayan Türkler, Rusların hâkimiyetinden sonra buralardan
göçmeye başladılar. Çünkü, Ruslar sadece bu toprakları işgal
etmediler, aynı zamanda işgal ettikleri bu topraklarda
yaşayan Türkleri oradan çıkarmaya, orada bir etnik temizlik
yapmaya da başladılar ve öldürebildiklerini öldürdüler,
öldüremediklerini oradan korkutarak oradan kaçmalarını
sağladılar. İlk defa 1771’den sonra bu bölgeden göçlerin
başladığını görüyoruz. Kuzey bölgesindeki geri dönüş,
Türklerin bu coğrafyadan geri dönüşü 1552 Kazan Hanlığının
yıkılmasıyla başlıyor. Batıya baktığımızda batıda şu bölge
Viyana bölgesi. Viyana Kuşatması başarısızlıkla sonuçlanınca
1682 Osmanlı orduları Viyana önlerinden geri dönmeye
başladılar. Batıdan bu defa bir kırılma ve geriye dönüş
başladı. Bununla birlikte Osmanlı orduları geri çekilirken
Rumeli bölgesinde çok yoğun bir şekilde bir Türk yerleşimi,
Türk nüfusu vardı. Osmanlı orduları geri çekilince bu
bölgedeki yerli halk ayaklandı ve oradaki Türkleri
katletmeye başladı. Osmanlı ordusunun korku şemsiyesi
ortadan kalkınca sivil Türkler çok önemli ölçüde
katledildiler.
1877–78 Osmanlı-Rus harbinden sonra Kırım ve
Balkanlardan Anadolu’ya doğru çok önemli miktarda sivil göç
oldu. Bu sırada göçen insanların sayısı 1–1,5 milyon
civarlarındadır. Ancak bu göçen insanların 1,5 milyonunun
sadece 600 bin kadarı güvenli bölgelere ulaşmış, geri kalanı
yollarda Sırp, Bulgar ve diğer Balkan çetelerince
katledilmiştir. 1829’da Yunanistan bağımsızlığını ilan etti
ve bu tarihlerde özellikle Mora Yarımadasındaki Türkler yine
Yunan ayaklanmacıları tarafından katledildi. Bir bölgede de
20 bin insanın bir baskınla bir anda öldürüldüğünü
biliyoruz. Girit aynı şekilde Yunanlılar tarafından, çeşitli
politik manevralarla birlikte nüfus hâkimiyetini de ellerine
geçirmek suretiyle, ele geçirildi.. Kıbrıs’ın hikâyesi de
aynı şekilde. 1571’de Osmanlılar Kıbrıs’ı almışlardı ve
1878’e kadar yani Osmanlı- Rus harbine kadar Kıbrıs aslında
hep Türklerin egemenliğindeydi. Ama 1878’de Ruslara karşı
yenilince Osmanlı ordusu, Ruslara karşı iş birliği yapmak
üzere İngilizlerle anlaştılar ve Ruslara karşı İngilizler
Osmanlıyı desteklemek için Kıbrıs’ın yönetimini istediler.
“Kıbrıs’ın yönetimini bize verin” dediler. “Biz sizi Ruslara
karşı destekleyelim.” İngilizler sadece adanın yönetimiyle
ilgilenecekti ve mülkiyeti, toprağı Osmanlı’ya ait olacaktı.
Ancak İngiliz siyaseti 1963’lere kadar adanın hâkimi oldu.
Adayı hep mülkiyetiyle hem de yönetimiyle kendi elinde
bulundurdu.
Güneye doğru baktığımız zaman da güneyden
Kuzey Afrika’da Fas, Tunus, Cezayir, Mısır bütünü Osmanlı
toprağıydı, buradan da çekildi Osmanlı. Irak bölgesinden de
çekilerek Anadolu’ya doğru geldi. Bütün bu çekilme süreçleri
çeşitli göçleri beraberinde getirdi. Yani ordu buralardan
çekilince oralarda yaşayan sivil halk da göçmek, ordunun
gittiği güvenli bölgelere gitmek zorunda kaldı. Bu gidiş
sırasında da büyük bir bölümü katliamlara uğradı. Genç,
yaşlı, kadın, erkek, çoluk, çocuk denmeden hepsi katledildi
bütün bu bölgelerde. Yakın tarihimizin önemli
trajedilerinden birisi de bu göçlerin ordu çekildi için
göçenler değil de sürgüne gönderilenlerdir. Özellikle bu
bağlamda 1944’te yapılan Kırım Türlerinin sürgünü ve aynı
şekilde Karaçay-Balkar Türklerinin sürgünü ve Ahıska
Türklerinin sürgünü önemlidir. Kırım Türkleri Almanlarla iş
birliği yaptıkları gerekçesiyle Sovyet yönetimi tarafından
Orta Asya’ya özellikle Kırgızistan, Kazakistan ve
Özbekistan’a sürüldüler. Ancak bunların bir bölümü daha
sonra çeşitli şekillerde Sibirya’ya da gönderildi. Bu
sürgünler tabi çok önemli trajedileri barındırıyor
bünyesinde. Başlangıcında sürgünün devam ettiği süreçte ve
sonrasında çok acı olaylar var. Onları detaylı olarak
kitaptan okuyabilirsiniz. Birer de hatıra ilave ettiğim daha
canlı anlaşılabilsin diye. O detaylara girmeden sadece bu
süreçte yaşanan olaylara kısaca dikkat çekmek istiyorum.
Karaçay-Balkar Türkleri de aynı şekilde
Kırgızistan, Kazakistan ve Özbekistan’a, bir bölümü çeşitli
şekillerde Sibirya’ya sürülmüştür. Bunların sürülme
sebepleri genellikle o zamanki Sovyet yönetimi tarafından
çıkarılan kararnamelerde belirtilmiştir. Almanlarla iş
birliği yapmak. Alman orduları Kırım ve Kafkasya’ya kadar
gitmişlerdir. Alman orduları bu bölgelere gittiğinde bu Türk
topluluklarının bazı aydınları gerçekten Almanlarla iş
birliği yapmış ama hepsi değil. Ancak bunların çok büyük bir
kısmı Rus ordularıyla birlikte Almanlara karşı savaşmış,
cephede çok önemli kahramanlıklar göstermiş ve madalyalar
almışlar. Ve bu madalyalarını, döndüklerinde ailelerine
gösterme hayaliyle yaşadıkları bölgeye geldiklerinde
ailelerini bulamamışlar. Çünkü aileleri sürülmüştü.
Bilmedikleri topraklara, Orta Asya’ya, bir yerlere
gönderilmişti. Bu şekil bir durumla da karşı karşıya
kalınmıştır. Ahıska Türkleri, bizim Kars sınırımızın hemen
öbür tarafında, Gürcistan sınırı içinde bir bölgedir Ahıska
bölgesi. Orada yaşıyor idiler. Onlar da sürüldüler.
Diğerlerinin Almanlarla iş birliği yaptığı söyleniyordu. Ama
Ahıska Türklerinin böyle bir durumu söz konusu değildi.
Onlar Almanlarla iş birliği yapmamışlardı. Böyle bir suçlama
da yapılamadı onlara. Kendileri çok zaman niçin
sürüldüklerini de anlayamadılar. Ama gerçek iki sebebi
vardı. Biri Gürcistan’ı gürcü olmayan etnik unsurlardan
arındırma. Stalin bir Gürcüydü ve Gürcistan topraklarından
gürcü olmayan halkı çıkarmak gibi gizli bir düşüncesi vardı.
İkincisi; Ahıska hemen Türk sınırındaydı. Bunlar Türk
istihbaratına bilgi veriyor diye bir bahane ile veya
verirler düşüncesiyle onları da oradan uzaklaştırdı.
Sovyetler Birliği döneminde sürülenler sadece
Türkler değildir. Başka topluluklardan, başka milletlerden
de çok sürülenler var. Bunların hemen hepsine sürüldükleri
yurtlardan anavatanına dönme hakkı verildiği halde uzun süre
Ahıskalılara bu hak verilmedi. Ahıskalılar bu haktan mahrum
bırakıldı. Yakın geçmişte bu hakkı elde ettiler ama uygulama
yok. Gürcistan henüz buna dair bir alt yapı oluşturmuş değil
ve Ahıskalıları Gürcistan’a, Ahıska’ya kabul etmiş değil.
1993 yılında, yanlış hatırlamıyorsam, 153 aile Türkiye’nin
aldığı bir kararla Türkiye’ye getirildi. Ama yaklaşık
300-400 bin nüfustur o bölgelerde ve onlar oralarda yurtsuz,
vatansız yaşamaktadırlar. Kırgızistan’da bulunduğum sırada
Ahıskalı ailelerden birçoğuyla görüştüm. Onlarla sohbetler
ettim, derlemeler de yaptım. Bazılarının söylediği çok
ilginç şeyler vardı; “ Biz vatansızız. Buralarda yabancı
sayıyorlar bizi. Bizim tek dileğimiz var Türkiye’ye gitmek
ve sadece Türkiye’de ölmek. Türkiye toprağına gidelim, orada
ölelim ve gömülelim yeter.” Bütün bu bahsettiğim olaylarla
birlikte 1. Dünya Savaşı öncesi, sırası ve sonrasında Ermeni
ve Rumların Anadolu’da ve Anadolu civarında yaptıklarını da
eklediğimizde Türk dünyası coğrafyası ekranda da gördüğünüz
gibi bir vahşet alanı haline dönmüştür. Bütün bu
işaretlediğim bölgeler kan gölü haline gelmiştir, her
tarafta Türk kanı akmıştır, milyonlarca insan… Şimdi Türkler
yapmadıkları soykırımın hesabını vermek zorunda
bırakılıyorlar. Hiçbir zaman yapmadıkları soykırımlarla
suçlanıyorlar günümüzde. Ama Türklere yapılanları biz bile
bilmiyoruz, bildiklerimizi de anlatamıyoruz ya da
anlatmıyoruz, anlatsak da duyuramıyoruz ya da duymuyorlar.
Ama şu coğrafyaya baktığımızda işaretlediğim coğrafyadaki
topraklar binlerce kilometrelik bir alandır. Ve bu binlerce
kilometrelik alanda milyonlarca Türk topluca; yaşlı, genç,
çoluk çocuk denmeden hunharca katledilmiştir, öldürülmüştür…
Konu çok uzun olduğu için biraz daha kısaltmak maksadıyla
Türkoloji ile ilgili kısma geçmek istiyorum.
İşte bütün bu anlattığım coğrafyada,
Sovyetler Birliği içerisinde değişik dilden, dinden, ırktan
çok sayıda insan yaşıyordu. Rus kökenli insanlardan sonra en
büyük gurubu Türkler oluşturuyordu. Ruslardan sonra en
kalabalık Türklerdi yani. Sovyetler Birliği’nde bütün
dünyanın değişik ülkelerinde olduğu gibi Türkoloji diye bir
bilim de gelişmişti. Bu dar anlamda Türk dili ve lehçelerini
inceler ama geniş anlamda Türkleri ve Türklükle ilgili her
konuyu inceleyen bilim dalı olarak da tarif edilebilir.
Dolayısıyla Türklükle, Türklerle ilgilenen herkes bir
anlamda ‘pantürkist’ diye bir suçlama alanı söz konusu
olduğu için Sovyetler birliğinde haklı olarak, doğal olarak
hep şüpheli, suçlu görünmüş, takibe alınmıştı. Konuşmamın
girişinde Rusların, Türk dünyası coğrafyasına ne zaman ve ne
biçimde geldiklerini kısaca özetledim. Bu süreci, iki dönem
olarak değerlendirmek mümkün.
Birinci bölümü Çarlık Rusya’sı dönemi işgal
ve sindirme dönemidir. 1917’den sonra da değiştirme,
başkalaştırma, ötekileştirme ve yok etme politikalarının
yürütüldüğü dönemdir. Sovyetler Birliği özellikle 1917’den
sonra ortak bir Sovyet vatandaşı tipi yaratmaya çalıştı. Bu
Sovyet vatandaşının ortak dili Rusçaydı. Marksizm dine karşı
olsa da ortak dini Hıristiyanlıktı. Mesela Müslüman
ailelerin çocukları İslam dininden koparılsın diye doğrudan
ateist yetiştirilmiyor, mümkün olursa onlar önce Hıristiyan
yapılmaya çalışıyordu. Çünkü bir dini, var olan bir şeyi
başka bir şeyler değiştirebilirsiniz ama bir yoklukla
değiştirmek mümkün olmuyor. Ortak Sovyet vatandaşı
yaratabilmek için de farklı dilleri konuşan, farklı
inançlara sahip, farklı kültürleri olan insanların bu
farklılıklarını ortadan kaldırmanız lazım. İki temel değer
var. Bunlardan biri dil diğeri dindir. Bu iki değer
toplumların arasında yaşadığı, canlı kaldığı sürece
insanları istediğiniz kimliğe büründüremezsiniz. Farklılık
bilinci hep canlı kalır. Yani bir insanın dini farklıysa
onunla aynı kimlikte olmanıza imkân yoktur. O din farklılığı
sürekli bir farklılık olarak kendini ortaya koyacaktır. Bir
de dil farklılığı bununla birlikte söz konusuysa, ikisini
bir araya getirdiğimizde din ve dil farklıysa kimlik tamamen
farklı olacaktır. İşte farklı dil ve dinde olanları bir dil
ve bir din, bir yerde buluşturmak üzere bir politika
gerçekleştiriyordu Sovyetler Birliği.
Türklerin bir tarihi vardı, kültürü vardı,
destanları vardı, yazılı edebiyatı vardı yani bir dilleri
vardı. İslam’dan önce inandıkları inanç sistemi, İslam’dan
sonra genellikle bütün Türklerin benimsediği ortak dinleri;
İslam dini vardı ve dolayısıyla Türkler biz farklıyız, biz
sizden başkayız diye bağırarak ortada duran çok önemli
belirtilere sahiptiler. Onun için özellikle hedef
alınıyordu. Sosyal bilimler ve sosyal bilimciler bu anlamda
ulusal kimliği koruyan, geliştiren, araştıran ve onun
varlığını sürekli gündeme getiren çalışmalar ve düşünceler
ortaya koydukları için de sosyal bilimciler özellikle hedef
haline gelmişti. Türkoloji’yle uğraşanlar da dolayısıyla bu
sosyal bilimcilerdendi ve Türkologla,r Sovyetler Birliği,
özellikle Stalin dönemi içerisinde, özel bir hedef haline
gelmişlerdi. Öyle ki 1926 yılında Bakü’de toplanan 1.
Türkoloji kongresini yapan Türkologların neredeyse tamamına
yakının daha sonra öldürüldüğünü, yok edildiğini görüyoruz.
Ama Sovyetler Birliği döneminde bu cezalandırılma işi
yapılırken; “Siz Türkoloji ile ilgilendiniz, siz Türksünüz…”
diye bir suçlama getirilmiyor. Pantürkizm, Panislamizm, Türk
ajanlığı, Japon ajanlığı sistem karşıtı, halk düşmanı gibi
suçlamalar getiriliyordu. Mesela Türk destanlarından
herhangi birini yayınlamak, Manas’ı, Dede Korkut’u,
Köroğlu’nu yayınlamak isteyen, onlarla ilgilenen bir kişiyi
halk düşmanı ilan ederek öldürebiliyorlardı.
Destanlar halkın anlatımıdır, halkın
ürünleridir, halkın malıdır. Ama siz halkın malı olan bir
şeyle ilgilendiğiniz için halk düşmanı ilan ediliyorsunuz ve
öldürülebiliyorsunuz! Böyle bir anlayış söz konusu. Şimdi bu
anlayış ve yapı içerisinde hedef alınan insanlar sadece Türk
soylu kişiler değil. Yani Türkologlar arasında öldürülenler
sadece Türk soylu olanlar değil. Türkoloji ile ilgilenenler;
pantürkist, pantüranist, panislamist gibi suçlarla
suçlanmışlar ve öldürülmüşler. Mesela onlardan biri;
‘Aleksandr Nikolayeviç Samoyloviç’. Samoyloviç bizim
bildiğimiz ünlü Türkologlardan biridir. Prof. Dr. Hasan
Eren’in ‘Türklük Bilimi Sözlüğü’ adlı kitabında onun hayatı,
eserleri ve yaptıkları genişçe anlatılır. Ben oradan
okuduğum zaman gördüm ki Samoyloviç’in ölüm tarihi 1938
yazıyor. Ancak nasıl öldüğünü yazmıyor. Nasıl öldü diye
baktığınızda Samoyloviç’in kurşuna dizilerek öldürüldüğünü
görüyorsunuz. Kendisi Ukraynalı. Türk asıllı biri değil
ancak Türkolog. Aynı zamanda Japonca biliyor, Japonca
okumuş. Japonca okuduğu için, Japoncayı bildiği için
Samoyloviç pantürkist ve Japon ajanı olarak suçlanmış ve
öldürülmüş. Samoyloviç ile ilgili mahkeme kararının Türkçeye
çevrilmiş şeklini buraya aldım. Bakınız; “Karar: Samoyloviç
Aleksandr Nikolayeviç’in ağır cezaya çarptırılarak ağır
cezaya çarptırılarak, şahsi mal ve mülklerine el konulmasına
ve kurşuna dizilmesine. Karar kesindir ve SSCB TsİK 1/XII/1934
tarihli karar doğrultusunda kararın derhal yerine
getirilmesine.” Bu mahkemenin aldığı karar. Samoyloviç ile
ilgili. Başkan: Nikitçenko. Üyeler: Kandıbin, Klimin.
Onların imzaları var altlarında bu kararın.
Sovyetler Birliği’nde ceza organları vardı bu
dönemde, ceza kurulları vardı. Bu ceza kurullarından birinin
adı: Troyka. Üç kişiden oluşuyordu. Bu üç kişi, kimin
hakkında ne karar verirse o uygulanıyordu. Samoyloviç’in
kararının uygulanması ile ilgili yine bir mahkeme belgesi;
Samoyloviç Aleksandr Nikolayeviç’in kurşunlanması hakkındaki
karar 13 Şubat 1938 tarihinde gerçekleştirildi. Kararın
yerine getirilmesi hakkında tutanak NKVD I. Hususi
Bölümü’nün Hususi Arşivi’nde cilt nu: 3’te, varak nu: 72’de
korunmaktadır. Kurşuna dizilip öldürüldüğü ve hangi
suçlardan doları suçlandığı da kitapta yer alıyor.
Görebilirsiniz.
Diğer bir Türkolog Rus Yevgeniy Dmitriyeviç
Polivanov. Bu da Türk kökenli değil. Diğeri Ukraynalıydı bu
da Rus ama Türkolog. Türkolog oldukları için
cezalandırılıyorlar. Bakın Polivanov Japon ajanlığı, Sovyet
karşıtı casusluk yapmak ve terörist olmakla suçlanarak 1
Ağustos 1937’de tutuklanmıştır. Şahsi mülküne el konulmasına
ve kurşuna dizilerek öldürülmesine karar verilen Polivanov,
26 Ocak 1938 tarihinde kurşuna dizilerek öldürülmüştür.
1937–38–39 bu tarihlerde Sovyetler Birliği’nde eceliyle ölen
adam neredeyse yok gibidir. Bütün Sovyetler Birliği’nde
Stalin dönemi içerisinde öldürülen, idam edilen, çeşitli
şekillerde kurşunlanan insan sayısı 30 ile 40 milyon
arasındadır. Sovyet resmi rakamlarında bu 10 milyon olarak
geçmektedir. Günümüzde Sovyet resmi rakamlarında geçen sayı
10 milyondur. Ama gerçekte bu 30 ile 40 milyon arasındadır.
Çünkü birçoğu belgelere geçmemiştir, kayıptır. Dün akşamki
konuşmamda söyledim 137 Kırgız aydını topluca öldürülmüş,
gömülmüştü ve onların öldürüldüğünden hiç kimsenin haberi
yoktu. Onlar belgelerde falan yer almadılar, ölen diğer
insanlar arasında. 53 yıl sonra Bübüyra Kıdıraliyeva adlı
kadının yer gösterilmesiyle ancak öğrenildi onların
öldürüldüğü. Aynı şekilde sürgün edilen insanların önemli
bir kısmı yollarda öldü, onlar kendi eceliyle öldü gibi
göründü. Ya da Sibirya’ya sürülen milyonlarca insan vardı,
oradaki kamplarda çalışmaya gönderilen insanlar çalışma
kamplarının olumsuz şartlarına dayanamayıp bu kamplarda
öldüler, kendi halinde öldü gibi göründü. Sırf kurşuna
dizilen, mahkemeye alınan insanların sayısı Rusların
yayınladığı resmi rakamlara göre 10 milyon. Ama gerçekte bu
30 ile 40 milyon arasındadır. Ben öldürülen bütün
Türkologlarda, şair, yazarlardan tabi ki burada
bahsedemeyeceğim. Sadece belli Türk topluluklarına ait belli
sayıda örnek olması bakımından kişiler seçtim. Onlar
hakkında bilgi vereceğim.
Özbek edebiyatı, Türkiye edebiyatından
sonra en zengin en geniş Türk edebiyatıdır. Özbek Türkçesi
de aynı şekilde Türkiye Türkçesinden sonra en fazla yazılı
metne sahip (Çağataycanın devamı olarak Özbekçeyi görmek
şartıyla söylüyorum) en eski ve en fazla yazılı metne sahip
olan doğu Türklerinin aynı zamanda uzun süre ortak yazı dili
olan bir lehçe koludur. Özbek Türklerinin en önemli şairleri
burada gördüğünüz beş resim ve isim; Süleyman Çolpan,
Abdurrauf Fıtrat, Abdullah Kadiri, Osman Nasır, Batu. Bu
şairler aynı zamanda fikir adamlarıydı. Ve bunlar sistem
karşıtı, pantürkist vs. suçlamalarla kurşuna dizilerek
öldürüldüler. 1931 yılında Münevver Kari ve Muhammed Sait
Ahrari öldürüldükten sonra Sovyetlerde edebiyat ve sanatın
Sovyet ideolojisine hizmet etmek sorunda olduğuna dair bir
karar alınıyor. Her türlü edebiyat ve sanat; şiir, roman,
hikâye, müzik, heykel… Ne varsa her türlü sanatın Sovyet
ideolojisine hizmet etme mecburiyeti vardır. İdeolojiye
hizmet etmeyen hiçbir şey sanat sayılmayacaktır ve bunda
ısrar edenler cezalandırılacaktır şeklinde merkez komünist
partisinin aldığı bir karar var. Bu kararla birlikte sistem
karşıtı ya da sisteme karşı görülen her türlü eser
yasaklanmış, sahipleri cezalandırılmış, öldürülmüştür.
Bunların okunması, bulundurulması yasaklandırılmıştır.
Bu gördüğünüz isimlerden başka öldürülen daha
birçok isim var; Mömin Osmanov, Rahmet Mecidi, Kurban
Beregin, Atacan Haşimov, Ziya Saidov, Umurcan İsmailov, Azam
Eyüpov, Maşrık Yunusov, Uygun, Hamit Alimcan, Aydın Sabirova,
Sencer Sıddıkov, Hüseyn Şems, Osman Nasır, Aydın, Ankabay
Hüdayvahidov, Gazi Âlim gibi birçok şair halk düşmanı ilan
edilerek öldürülüyorlar. Halid Said Hocayev bir Özbek asıllı
türkologdur. Hocayev bir Türkolog olduğu için aynı şekilde
cezalandırılıyor, öldürülüyor. Tabi bu Sovyet coğrafyası
içerisinde bir yerde sakıncalı görünen insanlar diğer bir
tarafa sürülüyor. Azerbaycan’dakiler Türkmenistan’a
gönderiliyor, Özbekistan’dakiler Azerbaycan’a geliyor,
Kırım’daki başka bir yere gönderiliyor. Bu sürekli böyle.
Halid Said Hocayev pantürkist olmakla suçlanıyor ve
Azerbaycan’a gönderiliyor. 4 Haziran 1937 tarihinde
tutuklanıyor. 12 Ekim 1937’de öldürülüyor. Halid Said
Hocayev’in davası 1957 yılında tekrar açılır, suçsuz
olduğuna karar verilir ve itibarı iade edilir.
Stalin öldükten sonra, özellikle 1956
yılından sonra Kruşçev döneminde, Stalin döneminde yanlış
uygulamaların, yanlış yargılamaların ve haksız cezaların
yapıldığını ifade ediliyor. Komünist partisinin 20.
kongresinde Kruşçev bir konuşma yapıyor ve diyor ki suçsuz
yere cezalandırılan insanların davaları yeniden görülmeli,
müracaat ettikleri halde davaları yeniden görülecek ve
suçsuz olanların itibarları iade edilecektir.
“İtibarlarının iade edilmesi! Adam ölmüş gitmiş ne anlam
taşır” demeyin, çok önemli. Çünkü cezalandırılan kişinin
bütün ailesi suçlu sayılıyor. Cezanın şahsiliği prensibi
yok. Bir kişi suçlu göründüyse onun eşi, kardeşi, çocuğu,
akrabası herkes suçlu görülüyor ve her türlü haktan ve
hukuktan mahrum bırakılıyor. Halk düşmanı yaftası
yapıştırılıyor ve her yerden kovuluyor. Onun için öldürülen
kişinin itibarının iade edilmesi geride kalan
çoluk-çocuğuna, eşine, yoldaşına hiç değilse belirli haklar,
korunmalar getiriyor. O bakımdan çok önemlidir. Ve, 1956’dan
sonra Sovyetler Birliği’nde cezalandırılan birçok insan için
bu tür müracaatlar var ve kurşunlanarak öldürülen,
cezalandırılarak idam edilen birçok insanın suçsuz olduğu
anlaşılmış ve itibarları iade edilmiştir.
Evet, Azerbaycan da aynı akıbeti yaşadı.
Biliyorsunuz 1918’de bağımsız bir devlet oldu. Ama 1920’de
tekrar Rus orduları Azerbaycan’ı işgal ettiler. Ve
Azerbaycan’ın işgalinden sonra özellikle milli konuların
yerini yapılan baskı ve yönlendirmeler neticesinde Sovyet
ideolojisi (diğer yerlerde olduğu gibi) almaya başladı. Eski
edebiyat, geleneksel kültür, folklor yasaklandı, kötülendi.
Mesela Dede Korkut Azerbaycan’ın milli bir destanı değil
Oğuzların Destanıdır dendi. Tabi burada da ‘Azeriler Oğuz
değil’ diye ifade edildi. “Bu feodal yapıyı ifade eden bir
destandır, yasaklanmalıdır.” dendi. Hatta Rusça ve
Azerbaycan Türkçesiyle yayınlanmış olan Dede Korkut
nüshaları toplatıldı, Dede Korkut yok edilmeye çalışıldı. Bu
süreçte özellikle Sovyet sistemini övmeyen ve o sistemde yer
almayan Hüseyin Cavid, Ahmed Cevad, Mikail Müşfik gibi
birçok Azerbaycanlı şair, yazar, Türkolog aynı şekilde
cezalandırıldılar, öldürüldüler.
Bir başka cephesi olduğu için Ahmet
Caferoğlu’nu da örnek olması açısından buraya aldım. Ahmet
Caferoğlu; Türkiye’de yaşayan bir Türkolog ama Azerbaycan
kök enli. 1918 yılında Azerbaycan Rus destekli Ermeni
orduları Azeri Türklerini katletmeye başlayınca (ki bir
günde tam 40 bin kişi katletmişlerdi) eğer Nuri Paşa ordusu
1918’de Azerbaycan’ın Kafkas ordusunun başında Azerbaycan’a
girmeseydi, Bakü’ye girmeseydi belki Allah bilir ya bugün
Azerbaycan Türkleri hiç olmayacaktı. Bir günde 40 bin kişi
öldürmüşlerdi, acaba bir yılda daha kaç kişiyi
öldüreceklerdi!? Ahmet Caferoğlu 1918’de Rus destekli bu
Ermeni birliklerine karşı Osmanlı ordusunda çavuş olarak
görev aldı ve Ermenilere ve Ruslara karşı savaştı. Daha
sonra Bakü’de Türkoloji bölümüne kaydoldu Türkoloji
bölümünde öğrenci olarak okurken Ruslar tekrar Azerbaycan’ı
işgal ettiler. Ahmet Caferoğlu orada yaşayamayacağını,
cezalandırılacağını görünce kaçarak Türkiye’ye geldi ve
Türkiye’de yine Türkoloji eğitimine devam etti. Türkiye
Türkolojisi’nin öncülerinden biri oldu. Bu şekilde Türk
dünyası coğrafyasından ve Sovyet zulmünden kaçarak
Türkiye’ye gelen daha birçok bilim adamı var. Abdulkadir
İnan, Saadet Çağatay, Ahmet Temir… Daha birçok isim, bunlar
Türk dünyasının çeşitli bölgelerinde hayat hakkı
bulamadıkları için. Ahmet Temir, aynı şekilde Türkiye
Türkolojisi’nin önemli isimlerindendir. O da Tataristan’dan
kaçıp Türkiye’ye gelmek zorunda kaldı.
Azerbaycan’da öldürülen çok kişi var ama
örnek olması bakımından ben birkaç kişiyi sadece aldım.
Kazakistan’da da çok sayıda Türkolog –sadece Türkologların
canı can değil, elbette öldürülen bütün insanlar aynı
değerde ama bir meslek mensuplarının o mesleğe mensup
olmaktan dolayı suçlanmaları özel bir önem arz etmektedir. O
bakımdan ben biraz da meslektaşlarıma karşı vicdani borcumu
yerine getirmiş olmak bakımından daha çok onlar üzerinde
duruyorum.
Ahmet Baytursunov, Mircakıp Duvlat ve Anadolu
Türklerinin kurtuluş savaşı’nı yaptığı yıllarda Anadolu
Türklerine;
“Alısta avır azap şekken bavrım
Kuvargan beyşeşektey kepken bavırım
Kamağan kalın cavdın ortasında
Köl kılıp közdün casın tökken bavrım” diye
seslenen Mağjan Cumabayev de dâhil olmak üzere çok sayıda
Kazak şairi de kurşuna dizilerek öldürülmüşlerdi. Bu kurşuna
dizilme ve öldürülme süreci sadece iki kelimeyle ifade
edilebilecek bir şey değil. Yani; –Kurşuna Dizilmişlerdi-.
Bu süreç çok önemli sosyolojik, psikolojik, kültürel arka
planı barındırıyor. Yani bu insanlar yaşadıkları hayattan
koparılıyorlar, yaşadıkları bir çevreden alınıyorlar, bir
kültürden koparılmaya çalışıyorlar ve çeşitli yargılama
süreçlerinden geçiriliyorlar. Baskı ve işkence görüyorlar.
Çok uzun aşağılanmalara, baskı ve işkenceye maruz
kalıyorlar. Mesela Ahmet Baytursunov çok önemli bir dil
bilimcidir, önemli bir aydındır, önemli bir Türkolog’dur.
Ama Ahmet Baytursunov ile ilgili Rus mahkeme belgelerinde
yer alan bilgilerde Ahmet Baytursunov aşağılanır. Okuma
yazma bilmeyen, cahil, sıradan bir adam olarak zikredilir.
Onun bilim adamlığı, dil bilimciliği, kültür adamlığı,
şairliği ve yazarlığı bir tarafa bırakılır. Hakkında çok
aşağılayıcı ifadeler yer alır. Yani sadece birileri silahını
çekip bunları öldürmüş, kurşuna dizilmişler. Bu, bu kadar
kısa bir şey değil. Birilerinin silahını çekip insan
öldürmesi ölen insan işin çok zor değildir. Kurşunu yediği
andan itibaren biter, acı bile duymaz, her şey bitmiştir
artık. Ama kurşundan daha ağır önceki süreç vardır. Bence
asıl ağır olan, zor olan da odur. Çünkü aileleri ile ilgili,
çoluk-çocuklarıyla ilgili; işsiz bırakılıyorlar, aç
bırakılıyorlar, işkenceye tabi tutuluyorlar, baskı altında
kalıyorlar. Her türlü eziyete maruz bırakılıyorlar.
Kazakistan’da 1930–33 yılları arasında
Sovyetler Birliği’nin uyguladığı bir
kolhozlaştırma-yerleştirme
politikası dolayısıyla bir açlık felaketi yaşanıyor. Bu
Stalin rejiminin uyguladığı; insanları yaşadıkları
geleneksel hayattan kurtarıp yerleşik hayata geçirme ve
böylece onları kontrol altına alma politikası. 1930–1933
yılları arasında yaşanan açlıkta verilen bilgilere göre
Kazak nüfusunun % 49’u ve Kazakistan’daki hayvan varlığının
% 90’ı yok olmaktadır. Aynı yıllarda Ukrayna’da da 10 milyon
insan açlıktan ölüyor ve Ukrayna parlamentosu bunu tarihini
tam hatırlamıyorum 2005 veya 2006 yılında bir soykırım
olarak parlamentosuna geçirdi. 1933 yıllarındaki açlık
kasıtlı olarak yaratılmış bir açlıktır ve soykırımdır diye
geçirdiler parlamentolarından. İşte bu dönemde Kazak
nüfusunun % 49’u yok olmaktadır. Kazakistan’a gittiğimizde
görüyoruz. Uçsuz bucaksız araziler, bozkırlar var ama bu
kocaman coğrafyada çok az bir nüfus… İnsan yok. Eğer bu
ölümler olmasaydı, Stalin kıyımı, Sovyetler Birliği
dönemindeki öldürmeler, yok etmeler bu açlık felaketi vs.
olmasaydı belki bugün Kazak nüfusu 40 milyon olacaktı. Ama
bugün Kazakistan nüfusu sadece Kazak olarak 9–10 milyon
civarındadır. Evet, işte bahsettiğim Ahmet
Baytursunov, altı yıl hapiste kalmış ve sürgünden sonra 1935
yılında Almatı’ya dönmüş, 11 Ağustos 1937 tarihinde tekrar
tutuklanmış ve 8 Aralık 1937’de idam edilmiştir. Bütün
detayları uzun olur diye anlatmadan geçiyorum.
Teljan Şonanov; dil bilimci, Türkolog,
akademisyen olan Şonanov Sovyet karşıtı milliyetçi
faaliyetlere katılmak, terörist isyancı suçlamaları, Alaş-Orda
partisine üye olmak ve Japonlar lehine casusluk yapmak
iddiasıyla üç kez tutuklanmıştır. 27 Şubat 1938 tarihinde
kurşuna dizilerek öldürülmüştür. Ölümünden 55 yıl sonra
davası yeniden gündeme gelir. Suçsuz olduğu anlaşılır ve
beraat karar verilir! Az önce söylediğim hususu burada da
görüyoruz.
Mağcan Cumabayev aynı şekilde Sovyet karşıtı
propaganda yapmak, Kazak gençliğini silahlı saldırı yapmaya
yönlendiren şiirler ve yazılar yazmak ve onları beyaz
muhafızlar birliğine toplamak, gizli örgütlere katılmak ve
Japon casusu olmak. İspat edilemeyecek ne tür suçlama varsa
hepsi yapılmış. Delili yok, ortada belgesi yok ama bu tür
suçlamaları herkese yapabilirsiniz. Hepinize ben de Japon
ajanısınız diye bir suçlama getirebilirim. Ve sizi kurşuna
dizme yetkim varsa ben de hepinizi kurşuna dizebilirim.
Çünkü bunun hiçbir belgesi yok… 1938 tarihinde kurşuna
dizilerek öldürülmüştür. Burada çok ilginç bir ayrıntıya
dikkatinizi çekmek istiyorum. İddianame 21 Şubat 1938
tarihlidir. Yani kurşuna dizildikten 10 gün sora
düzenlenmiştir. Önce kurşuna dizilmiş sonra iddianamesi
yazılmış. Yani peşinen suçlu görünmüş, peşinen kurşuna
dizilmiş, yok edilmiş sonra da eyleme uygun bir iddianame
hazırlanmış ve konmuş.
Kırgızlardan özellikle Manas Destanı’nı
yayınlamaya çalışanlar ile Sosyal Turan Partisi diye bir
parti o yıllarda. Buna üye olanlar genellikle
cezalandırılmış. Binlerce insan var bu şekilde
cezalandırılan.
İşenalı Arabayev; Arabayev devrim karşıtı
Sosyalist Turan Partisine üye olmakla suçlanıyor. 7 Haziran
1933’te tutuklanıyor ve hapishanede ölü bulunuyor. Resmi
belgelere göre intihar etti deniyor. Ama bu şartlarda o
Sovyet sisteminin şartlarında intihar etmekle etmemek
arasında bir fark olduğunu sanmıyorum. Dolayısıyla intihar
etti sözünün çok fazla bir anlamı yok.
Osmonkul Aliyev aynı şekilde öldürülen ama
öldürüldüğü bildirilmeyen ve bilinmeyen aydınlardan,
Türkologlardan, dilcilerden biri. Yıllar sonra onun da Kasım
Tınıstanov, Törekul Aytmatov gibi Çon-Taş’a gömülen
insanlardan biri olduğu 53 yıl sonra 1991 yılında
anlaşılıyor.
Kasım Tınıstanov; Kırgız Türklerinin önemli
isimlerinden, dilcilerinden, öncülerinden birisi. Kırgız
dilinin ilk alfabesini yapan, Kırgız diline büyük hizmetleri
geçen bir kişi. Kasım Tınıstanov, aynı şekilde Manas
Destanı’nı yayımlamak üzere başvuruyor ve Manas destanını
yayımlamaya çalışıyor. Manas Destanı’nı sen misin
yayınlamaya kalkan diye öldürülüyor. Burjuva milliyetçiliği
yapmak; burjuva milliyetçiliği nasıl bir şey? Öldürülen
kişiler okur-yazar kişiler ama bunların yanında köylüler
var, işçiler var, çobanlar var her kesimden insanlar var.
Burjuva kim? Nasıl bir burjuva milliyetçiliği. Yani kendi
halkını sevmek ve kendi halkına hizmet etmek burjuva
milliyetçiliği tabi oluyor. Kırgızistan’da şairlerden biri
yazdığı şiirde “vay milletim” dediği için sistem karşıtı
burjuva milliyetçisi olarak görülüyor ve kurşuna diziliyor.
“Vah milletim” demek bile suç bu sistemde.
Törekul Aytmatov; Cengiz Aytmatov’un babası.
Bu da aynı şekilde Manas Destanı’nı yayınlayacak olan
komisyonun başına önce getiriliyor. Müracaat kabul ediliyor.
Evet yayınlayabilirsiniz. Törekul Aytmatov da bu komisyonun
başıdır deniyor. Bu tutuklanma belgesiyle birlikte resmi
gösteriliyor. Ama daha sonra halk düşmanı ilan edilerek
kurşuna diziliyor ve öldürülüyor. Aytmatov’un ve Aytmatov’un
annesinin o günün yöneticilerine yazdığı Törekul Atymatov
ile ilgili bilgi isteyen dilekçeler bunlar. Cengiz Aytmatov
15 Temmuz 1956 tarihinde babasının akıbetini soruyor.
Hâlbuki babası 1937’de tutuklanmış, 1938’de öldürülmüş. Ama
öldürüldüğü bildirilmiyor. Daha önce 1939’da annesinin
verdiği bir dilekçeye karşılık olarak Sibirya’ya sürüldüğü
söyleniyor ama aslında öldürülmüş…
137 Kırgız aydınının öldürüldüğü Çon Taş adlı
yerde bugün bir müze düzenlemiş durumda. Ve Kırgızistan,
orada çıkan eşyayı, cesetleri, kemiklerin bir bölümünü ve o
cesetlerle birlikte bulunan bir kısım özel eşyayı
sergiliyor. Bazı bilgilerle birlikte. Bu resim o müzede
sergilenen, öldürülen o insanların kemiklerinin bir
görüntüsü. 137 aydından 3’ünün kafatasları gördüğünüz gibi.
Ve birinin kafasındaki kurşun deliklerini görebiliyoruz.
Diğerinin kafatasında çöküntü var ve belli ki onun kafasına
sert bir cisimle vurulmuş ve kafatası içeriye çökmüş.
Kimileri bu işkencelerle bu şekilde öldürülmüş, kimileri
işkencelerin sonrasında sıkılan kurşunlarla.
Türklerin Sovyet coğrafyası içerisindeki en
önemli guruplarından birisi de Tatarlar. Çünkü Rusların
merkez bölgelerine en yakın olanlar ve o en yakın bölgedeki
en kalabalık olan Türk topluluğudur Tatarlar. Tarihsel ve
kültürel güçleri de var. Ruslar çok da çekinmişlerdir
Tatarlardan. Onun için Tatarların üzerine de özel
politikalarla gitmişler, baskılar da kurmuşlar, Tatarlar
arasından da çok sayıda insanı katletmişlerdir. Özellikle
Tatar aydınlarının çok önemli bir kısmı orada yaşama imkânı
bulamadığı için Türkiye’ye kaçıyor. Az önce de bunların
adları geçti; Sadri Maksudi Arsal, Abdullah Battal Taymas,
Ahmet Temir, Saadet Çağatay gibi aydınlar Tataristan ve
Başkurdistan yani İdil-Ural Bölgesi Türklerinden Sovyet
baskısına dayanamayarak Türkiye’ye gelmişlerdir. Bu gelenler
Türkoloji’de, Türkiye’deki Sosyal bilimlerde isim yapan çok
önemli isimler olarak zikrediliyor. Ruslar, Tatar
aydınlarını ortadan kaldırmaya başlıyor ama başlangıçta
belli sayıda, az sayıda insan tutuklanıyor ve onlar
cezalandırılıyor. Daha sonra bu gittikçe arttırılıyor.
Sayılar 1937–1939 yılları arasında milyonlara varacak kadar
çoğalıyor. Çok sayıda insan cezalandırılıyor.
Konuşmamın başında bahsettiğim ‘Faciga’ adlı
kitapta da söz konusu edilen Şeref ailesinin hikâyesi çok
acı bir hikâye. Beş kardeş yayıncılıkla uğraşıyorlar, matbaa
kuruyorlar. Ruslar bunları özel hedef alıyor. Ve Şeref
ailesini adeta tarumar ediyorlar. Bu kardeşlerin her biri
bir cezaya çarptırılıyor. Her biri bir tarafa gitmek zorunda
kalıyor, çocukları da dâhil paramparça oluyorlar. Çok
perişan bir vaziyette aşağı yukarı hepsi ya çekilen ağır
işkenceden ya da verilen cezadan, hapisten, sürgünden
ölüyor.
Galimcan İbrahimov; 1937 yılında
tutuklanıyor. Mahkemesi yapılmadan yattığı ‘Kazan
hapishanesinde 21 Ocak 1938 tarihinde ölmüş. O da mahkemesi
henüz yapılamadan işkenceye dayanamayarak ölmüştür.
Sultan Galiyev; Sultan Galiyev’in hikâyesi
çok ilginç. Turancı bir komünist. Sovyet ihtilalinin en önde
gelen dördüncü veya beşinci kişisi. Sovyet Sosyalist
Cumhuriyetler Birliği’ndeki Müslüman milletlerin merkez
komitedeki temsilcisi. Lenin’in, Stalin’in yoldaşı. Beraber
devrimi yürütmeye çalışan insanlardan biri. Ama bir Turancı.
Önce idil-Ural bölgesinde bir Türk Devletinin sonra
Türkistan bölgesinde bir Türk devleti’nin kurulmasını ve
daha sonraki aşamada bu iki devletin birleşmesini diğer
Türklerin de zaman içinde onlara katılmasını ve böylece bir
Turan Devleti’nin kurulmasını savunuyor. Böyle bir Turancı.
Ama yoldaşlarıyla belli bir yerden sonra yolu ayrılıyor.
Çünkü bakıyor ki sosyalist sistem Sovyetler Birliği’nde
gerçekten fertlerin ve büyün toplumların menfaatlerini eşit
şekilde koruyan, savunan ve yaşatmaya çalışan bir sistem
değil ve Rus milliyetçiliğine hizmet eden bir sistem haline
dönüşmüştür. Bir arkadaşına mektup yazıyor, yazdığı mektupta
arkadaşına rejim yolundan saptı ve artık Sovyet-Rus
milliyetçiliğine hizmet eden bir hale geldi. Biz bu
yoldaşlarımızla anlaşamıyoruz. İdeolojik anlamda da bazı
farklılıklar ortaya çıkıyor. Yazdığı bu mektup bir şekilde
Stalin’in eline geçiyor. Stalin bir tutuklama emri veriyor
ve Sultan Galiyev’i tutuklatıyor. Moskova’da hapishaneye
attırıyor. Ancak Moskova’da da kalması sakıncalı diyor.
Kuzey Buz Denizi kıyısında bir kampa sürüyor. Ve burada 8
yıl kaldıktan sonra inandığı komünizm yolunda yoldaşlık
ettiği arkadaşlarının emriyle 7 yıllık hücre hapsinden sonra
işkence edilmiş ve Stalin’in emriyle KGB tarafından 28 Ocak
1940 tarihinde öldürülmüştür.
Rejimin kurucularından, savunucularından,
öncülerinden birisi bu şekilde öldürülüyor. Aslında Sultan
Galiyev tutuklandıktan sonra eşi de tutuklanıyor. Eşi
evinden alınıyor ve bir daha eşinden haber alınamıyor.
Bugüne kadar kimse eşinin nereye gittiğini bilmiyor. Büyük
kızı alınıyor ve Sibirya’daki kamplara gönderiliyor.
Sibirya’daki kamplarda sistematik tecavüze tabi tutuluyor ve
ilk fırsatta intihar ediyor. Küçük kızı aynı şekilde
tutuklanıyor bir kampa gönderiliyor ve orada öldürülüyor.
Oğlu akıl hastahanesine kapatılıyor ve orda kısa bir süre
sonra öldürülüyor. Yani mesele sadece Sultan Galiyev’in
öldürülmesiyle bitmiyor. Ailesinin de tamamı bu şekilde yok
ediliyor. Kırım da Türk bölgesi ve Kırım’da da önemli
olaylar yaşanıyor. Ömer İpçi, Cafer Gaffar, Abdullah
Latifzade, Hamdi Giraybay, İlyas Tarhan, Ömer Aci Asan gibi
kırımlı şairler aynı şekilde öldürülüyorlar. Ben her bir
bölgeden sembolik olarak birkaç isim seçtim onlardan
bahsediyorum. Öldürülenler bunlardan ibaret değil.
Bekir Sıdkı Çobanzade; I. Bakü Türkoloji
Kongresi’nin düzenlenmesinde önemli işlevi olan isimlerden
biri. Önce Kırım’dan Azerbaycan’a sürülüyor. Azerbaycan’a
gidiyor ve daha sonra orada tutuklanıyor. Pantürkist, milli
fırka taraftarıve Sultan
Galiyev taraftarlarıyla ilişkisi olmakla suçlanıyor. 13 Ekim
1937’de veya bazı kaynaklara göre de 18 Temmuz 1939’da
kurşuna dizilerek öldürülmüştür. Çobanzade’ nin
öldürülmesiyle ilgili farklı bilgiler var. Ama sonuç
itibariyle cezalandırılıyor ve öldürülüyor. Onun da
tutuklandıktan sonra eşi sanatçı Rugiya Gireyevna Abdulina
da 14 Ekim 1937 tarihinde tutuklanmış ve 8 yıl boyunca
hapishanede kalmış ve 8 yıl boyunca eşiyle ilgili
konuşturulmaya çalışılmış. Bu sanatçı kadın “ben bir şey
bilmiyorum zaten bir şey yok ki” ne söyleyeyim dese de o
kadar zaman hapishanede kalıyor sonra serbest bırakılıyor ve
Azerbaycan’da kalıyor, yaşamaya devam ediyor, öğretmenlik
yapıyor…
Peki, bütün Sovyetler Birliği’nde bunlar
oluyor, Türkiye’de ne oluyor?
1940–1944 arası II. Dünya Savaşı yılları ve
bu yıllarda Alman orduları Sovyet coğrafyasında ilerlerken
Türkiye’deki İnönü yönetimi Almanlar yönünde bir tavır
belirliyor ve Türkiye’deki bazı sol görüşlü insanları
tutuklamaya başlıyor. Çünkü Almanlar ilerliyor. Bir süre
sonra Sovyetler, Almanları yenmeye ve ilerlemeye başlıyor.
Türkiye’de eğilim değişiyor ve İnönü yönetimi bu defa
Türkiye’de sağcıları, Türkçü, Turancı, milliyetçi diye
bilinen bir kısım isimleri tutuklamaya onların üstüne
gitmeye başlıyor. Sovyetler Birliği’nde Türkçü, Turancı,
pantürkist diye az önce anlattığım insanlar tutuklanırken
tam eş zamanlı olarak Türkiye’de de Türkçü, Turancı,
pantürkist gibi Sovyetler birliğindeki suçlamalara paralel
bir suçlamayla Türkiye’de de insanlar tutuklanıyor.
Özellikle bunlar arasından; Hüseyin Nihal Atsız, Orhan Şaik
Gökyay, Hüseyin Namık Orkun, Osman Turan, Reha Oğuz Türkan,
Necdet Sancar, Hikmet Tanyu ve Zeki Velidi Togan gibi
isimler Türkoloji’ye, sosyal bilimlere yaptıkları katkılar,
bu alanlardaki çalışmaları dolayısıyla önemli isimlerdir.
Bunlar arasında da yine onların öncüsü gibi
görünen Hüseyin Nihal Atsız’ın bir suç kronolojisine bir
bakalım;
13 Mart 1933’te hiçbir sebep yokken
üniversitedeki asistanlık görevinden atılır.
28 Aralık 1933’te liselerde okutulan tarih
kitaplarındaki yanlışlıkları eleştirdiği için Edirne
Lisesi’ndeki görevinden alınır.
16 Temmuz 1934’te devlet içindeki komünist
kadrolamayı açıklar ve bu açıklamanın ardından Orhun Dergisi
Bakanlar Kurulu kararı ile kapatılır. 1 Temmuz 1938’de
haksız bir şekilde Deniz Gedikli Hazırlama Okulu’ndan
alınır.
7 Eylül 1944’te Irkçılık-Turancılık
davasından 33 arkadaşıyla birlikte yargılanmaya başlar.
29 Mart 1945’te Irkçılık-Turancılık davası
sonuçlanır. Atsız 6,5 yıla mahkûm edilir. Ancak Askeri
Yargıtay kararı bozar ve 1,5 yıl kadar tutuklu kaldıktan
sonra serbest bırakılır.
23 Ekim 1945 tarihinde tahliye edilir.
5 Ağustos 1946’da arkadaşları ile birlikte
Prof. Kenan Öner – Hasan Ali Yücel davasında tutuksuz olarak
yargılanır.
31 Mart 1947’de Prof. Kenan Öner – Hasan Ali
davası sona erer ve mahkeme bütün sanıkların beraatına karar
verir.
4 Mayıs 1952’de Ankara Atatürk Lisesi’nde
‘Türkiye’nin Kurtuluşu’ konulu bir konferans verir ve bu
konferans yüzünden hakkında soruşturma açılır.
13 Mayıs 1952’de yapılan inceleme sonucunda
konuşmasının bilimsel olduğu tespit edilir. Ancak ‘muvakkat’
kaydı ile Haydarpaşa Lisesi’ndeki görevinden alınır.
14 Kasım 1973’te Ötüken Dergisi’nde
yayınlanan ve komünist Kürtlerin Türkiye’yi yıkmaya yönelik
faaliyetlerini anlatan makalelerinden dolayı hasta olduğu
halde 1,5 yıl hapis yatmak üzere hapishaneye gönderilir.
22 Ocak 1974’te Türkçü ilim adamlarının ve
gençlerin girişimleri sonucunda Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk
tarafından affedilir ve dışarı çıkarılır.
11 Aralık 1975’te ani bir kalp krizi
sonrasında vefat eder.
Evet şimdi anlattığım Sovyetler Birliği
dönemi ve Türkçülük – Turancılık suçlamalarının yapıldığı
döneme paralel Türkiye’deki bir Türkçü – Turancı suçlamasını
da yanına koymuş oldum. Acaba Sovyetler birliğinde
yapılanlar mı daha kötü, acı, Türkiye’de yapılanlar mı?
Dostun attığı gül asıl insanı yaralarmış. Bu anlamda
Türkiye’de bu yapılanların da dostun attığı gül gibi hem
Atsız’ı hem büyün Türk milletini yaraladığını sanıyorum.
Evet, son sözlerimi söyleyeceğim; 20. yüzyıl
insanlık tarihi için önemli bir yüzyıldır. 20. yüzyılda
önemli buluşlar gerçekleştirildi, insanlık önemli
düzenlemeler yaptı, uluslararası hukukun belirlediği
kurallar çerçevesinde insan hakları ve demokrasi gelişti ve
insanlar tarih içerisinde kaybettikleri birçok hakka, hukuka
kavuştular. Ancak 19. yüzyılın sonunda başlayarak 20.
yüzyılın ortalarına kadar, Türkler bu yüzyılın kaybeden, en
çok kaybeden ulusu, milleti oldular. 20. yüzyıl dolayısıyla
bana göre Türkler için kara bir yüzyıl olmuştur. Onun için
kurşunlanarak öldürülen Özbek şairi Çolpan 20. yüzyıl için
şöyle diyordu;
“Bu imiş; bilgi-fen, hüner asrı
Bu imiş; yükselen beşer asrı
Hadisat öyle gösterdi ki; bu asır
Yalnız; şer ve şer ve şer asrı”.
Mehmet Akif Ersoy da 20. yüzyıl için şöyle
diyordu;
Tükürün
milleti alçakça vuran darbelere,
Tükürün
onlara alkış dağıtan kahpelere...
Tükürün
Ehl-i Salib'in hayâsız yüzüne!
Tükürün
onların asla güvenilmez sözüne!
Medeniyet denilen maskara mahlûku görün:
Tükürün maskeli vicdanına asrın, tükürün!
Bütün bu zulüm ve
kan gölünü yaratanların yüzüne tükürmekten başka yapacak
hiçbir şey yoktur, sabırla dinlediğiniz için çok teşekkür
ediyorum.