Altay’daki Yüreğim Mağcan Cumabay Tarih: 20 Eylül 2006 Çarşamba
Yer: Elazığ Öğretmenevi Konferans Salonu
Saat: 14.45
Manas / Haber
Manas Yayıncılık olarak, 14. Uluslararası Hazar Şiir
Akşamları etkinlikleri kapsamında Kazakistan’ın millî şairi
Mağcan Cumabay için 20 Eylül 2006 Çarşamba günü bir anma
toplantısı düzenledik. Elazığ Valiliği, Elazığ Belediyesi.
Fırat Üniversitesi. Ahmet Yesevi Üniversitesi’nin de destek
verdiği programa, Türk Dünyası’nın birçok önemli kültür ve
sanat adamı katıldı.
Mağcan Cumabay’ı anma programı kapsamında Ahmet Yesevi
Üniversitesi Mütevelli Heyeti üyesi Feyzullah Budak
tarafından hazırlanan Altay’daki Yüreğim Mağcan Cumabay adlı
eser yayınevimizin kültür eserleri dizisinin (4) numaralı
eseri olarak yayınlandı. Kazakça ve Türkiye Türkçesinde
hazırlanan kitap 161 sayfadan oluştu. Eserde Elazığ Valisi
Muammer Muşmal’ın takdiminden sonra, Mağcan Cumabay’ın
mücadeleci hayatı, edebî kişiliği ve şiirlerine yer verildi.
Elazığ Öğretmenevi Konferens Salonunda saat 14.45’te
başlayan toplantıya, Elazığ Valisi Muammer Muşmal, Eski
Kültür Bakanlarımızdan Namık Kemal Zeybek, Elazığ Belediye
Başkanı M. Süleyman Selmanoğlu, Atatürk Kültür Dil ve Tarih
Yüksek Kurulu Başkanı Prof. Dr. Sadık Tural, Fırat
Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Mehmet Hamdi Muz, İl Millî
Eğitim Müdürü Nihat Büyükbaş, İl Kültür ve Turizm Müdürü
Tahsin Öztürk, Hazar Şiir Akşamları’na katılan şair ve
yazarlar Esengali Rauşanov, Yavuz Bülent Bakiler, Harid
Fedai, Bekir Sıtkı Erdoğan, Bahattin Karakoç, Zeynel Beksaç,
Rıza Akdemir, Ramiz Rövşen, Günerkan Aydoğmuş, Şemsettin
Ünlü, R.Mithat Yılmaz, Kâmil Uğurlu, Ali Akbaş, Yağmur
Tunalı, Karbalas Bakirov, Badruddin Magamatov, Seyitmuhammed
Hıdırov, Rıdvan Çongur, Nazım Payam, Bekir Karacaoğlu,
Seyran Süleyman, Şemsettin Küzeci, Talat Ülker, Bahtiyar
Aslan, Ahmet Tevfik Ozan, Bedrettin Keleştimur, S.Erhan
Deveci ve Feyzullah Budak ve çok sayıda davetli toplantıyı
ilgiyle takip etti.
Altay’daki Yüreğim Mağcan Cumabay toplantısının oturum
başkanlığını Türk Edebiyatı Vakfı Başkanı Servet Kabaklı
yaptı. Toplantıya Kazakistanlı yazarlar Şeriazdan Elenikeov,
Esengali Ravuşanov ve Altay’daki Yüreğim Mağcan Cumabay adlı
eseri hazırlayan Ahmet Yesevi Üniversitesi mütevelli heyeti
üyesi Feyzullah Budak konuşmacı olarak katıldı. Toplantının
son bölümünde de Eski Kültür Bakanlarımızdan Namık Kemal
Zeybek yaptığı kısa konuşmada çalışmayı değerlendirerek Türk
kültürünün bu tür toplantılarla daha da zenginleşeceğini
ifade etti.
Doğan Sever “Uzaktaki Kardeşime”
adlı şiiri besteledi
Konuşmaların tamamlanmasından sonra Elazığ Musiki
Konservatuvarı Derneği’nin üyelerinden sanatçı Doğan Sever
tarafından bestelenen Mağcan Cumabay’ın Uzaktaki Kardeşime
adlı şiiri devlet korosu sanatçılarından Mircan Özel
seslendirdi.
Daha sonra toplantıya katılanlara plaket takdimi yapıldı.
Ardından da toplantı sona erdi.
Servet Kabaklı
Sayın Valim, Sayın Müsteşarım, Atatürk Yüksek Kurumu
Başkanım, Çok Kıymetli Şair Dostlarımız ve Aziz
Hemşehrilerim; Yüreğim Mağcan Cumabay adlı ilmî bir toplantı
ile devam ediyor. Ben, bütün misafirlerimiz adına bu
toplantıyı düzenleyen aziz hemşehrilerimi yürekten
kutluyorum. Konuşmamı çok uzatmadan sözü değerli
konuşmacılara bırakacağım.
Öncelikle bu toplantımız için Kazakistan’dan gelen Esengali
Rauşanov Bey bir selamlama yapacak. Kazakistan Türklüğünün
ifadesiyle bir yürek sözü söyleyecek sizlere. Sonra ak saçlı
büyüğümüz Şeriazdan Eleukenov’a söz vereceğiz. Daha sonra da
Mağcan Cumabay’ın Türk Kurtuluş Savaşı için yazdığı ve 70
yıl boyunca basılması, okunması yasaklanmış “Uzaktaki
Kardeşime” adlı şiirine Türkiye’den 80 yıl sonra cevap
veren, Mağcan ile ilgili çeşitli kitapların yazarı, Türk
Dünyasının Mağcan Araştırmacısı değerli Feyzullah Budak’ın
“Altaydaki Yüreğim; Mağcan” konulu konferansını
dinleyeceğiz. Bu toplantımızın sonunda Eski Kültür Bakanımız
Sayın Namık Kemal Zeybek bir değerlendirme konuşması
yapacaklar.
Şimdi kürsüye Kazak şair Esengali Rauşanov’u davet ediyoruz.
Esengali Rauşanov
Değerli kardeşlerim; Hazar Şiir Akşamları’na biz Hazar’dan
geliyoruz. Kazakistan’da Kazakların nüfusu şu anda on bir
milyonun üstünde. Bu on bir milyon Kazak’ın içerisinde en
koyu Kazak Namık Kemal Zeybek Bey’dir. Ben bunu
söylemeliyim. Bugün burada Mağcan’ı anıyorsak, bugün burada
birlik beraberlik olmuşsak bunda Sayın Zeybek’in çok büyük
emeği vardır. İki tarafı bir araya getirmede çok büyük
gayretleri oldu son yıllarda. Şimdi Sayın Zeybek’e hem güçlü
Kazak, hem de koyu Kazak desek ben de kendime en talihli
Kazak şairi diyebilirim. Çünkü Mağcan’ın kendisi bir ömür
boyunca bir şekilde İstanbul’a gelip İstanbul’da şairlerle
şiirleşmek fikrini çok yaşadı. Yaşattı ama Türkiye’de onun
adına hürmeten düzenlenen toplantıya katılmak bana nasip
oldu. Onun için ben de en şanslı Kazak şairiyim. Zamanında
Türk şiiri ile ilgili Moskova’da iki kitap çıkmıştı 1973 ve
1983 de. Ama tabii o kitaplar bizim kaburgamızı doldurmadı.
Gönlümüzü tam doldurmadı. Çünkü komünist sistem içerisinde
biraz da rejime paralel bir yayındı. Tabii yine de
teşekkürler o şaire. Mesela onun içinde Mağcan yoktu. Mağcan
ile ilgili yazılar yazmak yasaktı. Kazaklarda bir söz
vardır. Dili durdurmak zordur. Benim söze Zeybek Bey’i
anarak bu şekilde başlayışım boşuna değildir. Bizim otuz
civarında boyumuz var. Her boyun Mağcan gibi yıldızları
olacak. İşte bu tip toplum önderleri liderleri bu boyların
kültürlerini bir araya getirebilirler. Hepinize
teşekkürlerimi sunuyorum.
Şeriazdan Eleukenov
Mağcan Cumabay’ın hayatı ve şiirleri ile ilgili konuşmak
için hiçbir zamanı yeterli görmek mümkün değil. Ama ben
tabii ki burada zamanı dikkate alarak sadece onun şair
yönünü konuşacağım. Şair insanın iki yönü vardır. Mağcan
Cumabay bütün şiirlerinde, şiir hayatında niçin Türk kavramı
üzerinde durdu? O nereden geldi böyle bir şey kendiliğinden
mi oldu? Yoksa onun derin bir sebebi var mı? 19 yaşında genç
bir delikanlı Ural Dağları’na bir şiir yazmış; tabi şiirin
tamamını okumayacağım. Fakat anlamlı bir mısrasını sizlere
okumak istiyorum;
“Birleşip yiğit kahraman Türk yavruları.”
On dokuz yaşındaki bir adam bu fikre nasıl ulaşmış olabilir.
Tabii ki onun sebebi vardı. Çünkü 19 yaşında bunu söyleyen
adam aslında 12 yaşında iken Muhammet Can adındaki bir Türk
büyüğünün dizinin dibinde yer almıştı ve bunları öğrenmişti.
Muhammet Can kim? O kişi Türkiye’de-İstanbul’da medrese
bitiren ilk Kazak. İstanbul’da medreseden mezun olan
Muhammet Can daha sonraki yıllarda Mağcan’ın şiirlerine
bakarak onu hep desteklemiştir.
1823 yılında Rus Çarı ilk defa Kazak toprağına girerek Kazak
boylarından Küçük Ortayı ele geçirmişti. Kazaklar o zaman
Sultanlar tarafından üç boya ayrılmışlardı. Bu boylardan bir
tanesini Rus Çarlığı aldı. 1867 yılında ikinci Orta Boyu ele
geçirdiler. Böylece üç boydan ikisi Rus Çarlığının eline
geçmiş oldu. 19. Asrın ikinci yarısı başladıktan sonra da
çarlık tarafından tüm Kazaklar üzerinde bir Ruslaştırma
politikası başlatıldı. Medreseleri kapatmaya başladılar.
Türkiye’den ve Arabistan’dan gelen bilim adımlarına izin
verilmez oldu. Ben bunları duyduğum boş bir söz olarak
söylemiyorum. Benim uzmanlığım tarih; aynı zamanda bu konuda
çalışmalarım da var. Şimdi yurdunu kaybeden Kazağın ne
yapması lazım? Kıyaslandığı zaman biri biriyle kıyaslanması
mümkün olmayan iki güç karşı karşıya. Onun için öncelikle
Kazaklar birleşmeli ve varsa başkaca da dayanacak güçler
aramalıydı. Demek ki o zaman dayanılacak yer kardeş halklar
olmalıydı. O zaman Mağcan’ın Hocası Muhammet Can, Türk
halkları içerisinde en güçlüsünün Anadolu Türkü olduğunu
kendi gözüyle görerek anladı ve geldi Kazakistan’da anlattı.
İşte Mağcan’ın Ural Dağı’na yazdığı şiirin temeli buradan
geliyor. Ben bunu Mağcan’ın sömürgeciliğe karşı,
emperyalizme karşı uyanışı demek olan birinci dönemi kabul
ediyorum.
Şimdi ikinci döneme geçiyorum. 1918 de ilk defa zindana
koyulan Mağcan ömrü boyunca üç defa hapse alındı. 1918 de
altı ay kaldı zindanda. 1929’dan 1936 yılına kadar yedi yıl
Sibirya’da sürgünde geçti. 1937’nin 10. ayının 31’inde son
defa tutuklandı. 1938 yılının 29 Nisanında kurşuna dizildi.
İlk hapse girdiği ve altı ay kaldığı o dönemde Mağcan’ın
bütün hayatını ve bütün bilincini bağladığı Anadolu
Türklüğünün işgal edilmekte olduğunu öğrendi. İşte o hapis
günlerinde de en büyük umut bağladığı Türkiye’nin de işgal
edildiği günlerde zindanda yazdı bu şiirini. Bu ömrünün
ikinci dönemi idi.
. Mağcan’ın hayatındaki üçüncü dönem Mustafa Kemal
Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı’nı başlattığı yıllara dayanır.
1922 yılının sonunda Türk halkı topraklarını işgal eden
emperyalistlerin tamamını kovdu. Ülkesinden sürüp çıkardı. O
zaman Mağcan yeniden doğdu, yeniden hayata döndü ve
gayretlendi. Mağcan bütün Türk halkının kahramanlığını,
yiğitliğini, başarılarını izleyerek şiirlere döküyordu. Ve
oradan başlayıp, şiirlerinde Türk tarihini Hunlar’a kadar,
Atilla’ya kadar götürdü.
“Eskilerde odlu günden Hun doğdu,
O Hun’dan da ateş olup ben doğdum.”
Bu şiir Türkiye’de yeni tercüme edildi. Mağcan hem İslam
usullerine göre Medrese eğitimi aldı hem de modern akademide
tahsil yaptı. Üç yıl yüksek öğretmen mektebinde okudu.
Bunların hepsini söyleyişimin bir sebebi var. Mağcan 1926
yılında Moskova’da edebiyat tahsili yapıyordu… Üniversitenin
rektörü, Rusların çok ünlü bir şairi idi. Moskova’daki o
rektörle yaptığı bir görüşmede, bu rektör kendisine dünyayı
feth eden komutanları saymış ve İskender, Napolyon gibi
komutanların isimlerinden bahs etmiştir. Ama o isimlerin
arasında Atilla’nın sayılmadığını görüp rektöre demiş ki
“Senin bu saydığın adamların tümünün aldığı toprakları
Atilla tek başına aldı ve üzerinde tek bir devlet kurdu”.
İşte o şiirlerinde Atilla’nın ruhunu yeniden çağırmaya
başlıyor ve şiirlerinde bütün Avrupa’ya, bütün batıya meydan
okuyor. “Kül ederim şehirlerini, kul ederim çocuklarını”
diyerek Batı’ya meydan okuyor şiirinde. Sonra da acıyor
onlara, yapma gücümüz var ama biz insanız, biz insan yüreği
taşıyoruz diyor.
Biz Mağcan’ı daha yeni yeni incelemeye başlıyoruz.
Türklük’le ilgili şiirleri sadece Uzaktaki Kardeşime
şiiriyle sınırlı değildir. Mağcan’ın “Uzaktaki Kardeşime”
şiirinden başka da çok önemli şiirleri var. Od, Alev,
Peygamber, Tez Varan Kazak Dili, Turan’ın Bir Bağında,
Türkistan gibi niceleri… Türkistan şiiri 27 kıtadan
oluşuyor. O 27 kıtanın içinde bütün Turan’ın tarihi tek tek,
mısra mısra anlatılıyor. Mağcan sadece bir şair değil bir
âlimdir. Mağcan’ın o zamanlar bir çılgınlık gibi görünen bir
hayat boyu söyledikleri tek tek oluyor şimdi. Benim
sözlerimi çeviren Feyzullah Budak Bey kardeşimin Mağcan
Cumabay ile ilgili kitapları çıktı. Kendisinin bu kitapları
ve Mağcan hakkındaki çalışmaları ile ilgili olarak
Kazakistan’da çok makaleler ve yazılar çıktı. Mağcan’ın
şiirine verdiği cevap ders kitaplarına basıldı. Yani Mağcan
dediğimiz şey sadece Mağcan’dan ibaret değil. O, bizim
milletimizle ilgili çok anlamlı bir şeydir. Mesela
Türkiye’de tahsil gören Kazak aydınları, mesela öz
akınlarımızdan biri Türkiye’den geldi ve Türkiye’deki
Mağcan’la ilgili bu çalışmaları bana gururla anlattı. Bu
meseleleri beraber araştırmaya devam etmemizi biz sizden
istirham ediyoruz. Zaten yapıyorsunuz. Sizlere çok
teşekkürler, uzun ömürler ve sağlıklı günler diliyorum.
Feyzullah Budak
Kıymetli dinleyenler; sözlerime başlarken böyle anlamlı bir
toplantıyı Mağcan Cumabay adına düzenlemeyi akıl edenleri ve
bunu teklif edenleri, bu teklifi kabul edenleri ve bu iş
için çalışanları tüm kalbimle kutluyorum. Onlara sonsuz
teşekkürlerimi ve şükranlarımı sunuyorum. Mağcan Cumabay,
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün
“Türk çocuğu ecdadını tanıdıkça, daha büyük işler yapmak
için kendinde kuvvet bulacaktır.” sözünde kast ettiği
ecdattan birisidir ve ben şeksiz şüphesiz yüzde yüz emin bir
yürekle söylüyorum ki Atatürk, bu sözü söylerken Mağcan’ı da
kast ediyordu hiç tereddütsüz. Çünkü onun nelerle
ilgilendiğini, neler okuduğunu, Türklüğe nasıl baktığını
şimdi çok daha iyi biliyoruz. O, Türk Dünyasının en uzak
köşeleriyle yakından alakalıydı ve o sebeple, bu sözü
söylerken sadece Anadolu Türklüğünü değil Abay’ı da,
Mağcan’ı da kast ettiğini biliyorum.
Bundan altı ay kadar önce Elazığ’dan Ankara’ya gelen Şener
Bulut Bey, “Bu yılki Hazar Şiir Akşamları’nın Mağcan Cumabay
anısına düzenleneceğini ve benim de bu şiir akşamlarında
Mağcan ile ilgili bir konferans vermem istendiğini”
söylediklerinde, bundan büyük bir onur duydum. Yakın zaman
önce “Bu toplantıya ne isim verilmesi gerektiği” ni benden
sordular ve hatta bir de Mağcan’ı tanıtan kitap yazmamı
istedi Şener Bey. Kitabı hazırladım ve Elazığ’da yeni
faaliyete başlamış olan Manas Yayıncılık bu kitabımı
yayınladı. Kitap daha bugün matbaadan çıkmış ve zannediyorum
biraz sonra salonda dağıtılacak. Toplantı için teklif
ettiğim ismi kitaba da verdik. “Altaydaki Yüreğim; Mağcan.”
Sadece üç kelimeden ibaret bu isimde üç ayrı anlam var. Yani
üç kelimede gizli üç ayrı anlam. Birincisi Mağcan benim
yüreğimdir, yani özümdür, kardeşimdir. İkincisi, Mağcan
Altayda’dır, Altay’da doğmuştur, Altay’da yaşamıştır ve
Altay’da yaşamaktadır ruhuyla ve düşünceleriyle. O, ata
yurdumuz Altay’ı elinde tutarak koruyan kardeşlerimizin
sembolüdür. Üçüncüsü; “Benim yüreğim zaten Altaydadır,
atalarımın doğduğu, milletimin tarih sahnesine çıktığı
yerde.”
Mağcan Cumabay adına böyle bir toplantı düzenlediğiniz ve bu
toplantıyı böyle bir konferans ile açma onurunu bana
verdiğiniz için çok teşekkür ediyorum.
1893 yılının 25 Haziran günü, uçsuz bucaksız Kuzey
Kazakistan bozkırları ortasındaki Bulaev Kasabasında, Beken
Bey’in karısı Gülsüm Hanım nur topu gibi, insan güzeli bir
Türk balası doğurdu. Beken Bey’in babası, yani dede Cumabay
torununu kucağına aldı. Kulağına ilk ezanı okuyup, ilk
batasını (duasını) verdikten sonra adını MAĞCAN koydu ve onu
gururla göğe doğru kaldırarak, derin bir inanç ve vecd
içerisinde; “Bu torunum bir gün benim adımı tüm dünyaya
duyuracak.” diye gürledi. .
O gün etrafındakilere ağır bir kehanet gibi gelen bu sözler,
aslında dede Cumabay’ın yıllardan beri Çarlık zulmü altında
inleyen yurdu ve milleti için âhir ömründe canlı tutmaya
çalıştığı son ümitlerinden başka bir şey değildi. Ama zaman
bu ümidi, destansı bir gerçeğe dönüştürdü.
Mağcan o gün dedesi Cumabay’ın kolları üzerinde yükseldiği
yerden hiç inmedi. Verdiği onurlu hayat mücadelesi ve
coşkulu şiirleriyle milletinin hürriyet meşalesi oldu.
Yaşadığı kısa ömrü boyunca hep zulüm ve baskı altında
olmasına, şiirlerinin yasaklanmasına, zindanlarda
çürütülmesine rağmen, tüm bunlarla dahi durdurulamayacağı
anlaşılınca genç yaşta kurşuna dizilmesine ve nihayet
ölümünün ardından 50 yıl boyunca adının anılması,
şiirlerinin basılması ve okunması yasak edilmesine rağmen,
bugün Mağcan Cumabay adı önce Kazakistan bozkırlarında,
sonra tüm Türk Dünyasında ve nihayet tüm insanlık âleminde
bir bayrak gibi dalgalanıyor.
Bugün dünyanın muhtelif yerlerinde insanlar sabah işine
giderken, köşe başında “Mağcan Cumabay Caddesi” yazan
yollardan geçiyor, akşam yorgunluğunu “Mağcan Cumabay
Parkında” sıcak bir Türk kahvesi içerek gideriyor. Dünya
kütüphaneleri bugün ciltler dolusu “Mağcan Cumabay
Şiirleri”yle yeni bir anlam ve muhteva kazanıyor.
Konumuz Mağcan Cumabay’ın hayat hikâyesinden ziyade, onun
şiirlerindeki millî kimlik tanımıdır. Ama bu anlayışın nasıl
bir ortamda ve hangi şartlar altında oluştuğunu bilmek için,
önce Mağcan’nın hayatına kısa bir nazar atalım:
Mağcan’ın doğumundan önceki yaklaşık iki asırlık dönem,
Çarlık Rusyasının Türkistan Coğrafyasını istila gayreti ve
Türkistan halkının buna karşı direnişi ile geçmişti. Asırlar
boyunca ülke kan gölüne dönmüş, halk yorgun ve bitkin
düşmüş, toplumun ruhunda ve bedeninde derin yaralar
açılmıştı. Onun doğduğu yıllarda ise artık Türkistan
Coğrafyasının tamamı Çarlık Rusyasınm işgali altındaydı.
Ancak, tamamlanan işgale rağmen bölgede sağlıklı bir düzen
kurulamamıştı. Türkistan halkının asırlar boyunca işgale
karşı verdiği savaş, şimdi artık tamamlanmış gibi görünen
siyasi hâkimiyete karşı, bitmek bilmeyen direniş ve
isyanlara dönüşmüştü. Bu direnişler ise her seferinde Çarlık
orduları tarafından büyük zulüm ve kıyımlarla
bastırılıyordu.
Mağcan çocukluk yıllarını böyle bir ortamda yaşayarak
büyüdü. Ancak onun babası köy yöneticisi olarak nüfuzlu bir
kişi olmasının yanı sıra, hem babası ve hem de annesi aydın
insanlardı. Baba Beken Bey dönemin kültür merkezleri Kazan
ve Taşkent’te basılan tüm kitap ve dergileri, evindeki özel
kütüphanesinde topluyor ve bunları çocuklarının eğitimi için
aktif bir şekilde kullanıyordu. Anne Gülsüm Hanım
çocuklarının ve bilhassa Mağcan’ın eğitimini bilfiil takip
ediyordu.
İşte böyle bir disiplin ortamında Mağcan henüz 4 yaşında
iken köy mollasından okuma ve yazmayı öğrendi. “Kısasü’l
Enbiya” yı 7 yaşında okudu ve daha çocukluk çağında tüm
peygamberlerin hayatını öğrendi.
İlk sistemli eğitimini bizzat babası tarafından yaptırılan
okulda, yine babası tarafından bu okula getirilen Başkurt
öğretmen Akiyet Akanov’dan aldı.
1905 yılında, henüz 12 yaşında iken başladığı “Şala Kazak
Medresesinde” Türk, Fars ve Arap klasiklerini öğrendi. 1910
yılı Mağcan için önemli bir yıldır. Çünkü 1910 yılında hem
medreseyi bitirmiş, hem büyük Şair Abay’a ithaf ettiği ilk
şiirini yazmış ve hem de bundan sonraki hayatını ve
fikirlerini büyük ölçüde etkileyecek olan Şair Mirjakıp
Duvlatoğlu ile tanışarak, yakın dost olmuştur. Yine aynı
yılın son aylarında Ufa’ya giderek eğitim ve bilimini en üst
noktaya çıkartacak olan “Ğaliya Medresesi” ne başlamıştır.
Mağcan “Ğaliya Medresesinde” ciddi bir Rus Dili ve Edebiyatı
eğitimi gördü. Aynı dönemde Beyimbet Maylin ile tanıştı.
Daha sonra 1913 yılında Ombı Şehrine geçerek orada
“Öğretmenler Semineri”ne devam ederken Saken Seyfullah ile
tanışıp dost oldu. 1914 yılında Saken Seyfullah ile birlikte
“Birlik Derneği” ni kurdu ve sonraki yıllarda siyasi bir
örgüt gibi suçlanacak olan bu dernek bünyesinde “Balapan
Gazetesi” ni çıkarmaya başladı. Aynı dönemde “Kazak
Gazetesi” nin redaktörlüğünü yapmakta olan Ahmet
Baytursınoğlu ile tanıştı.
Müteakip yıllarda tarih, Türkistan Bozkırları üzerinde Rus
Çarlığı’nın baskı ve zulüm politikalarını yoğunlaştırması ve
Slav göçmenlerinin kitleler halinde Türkistan topraklarına
yerleştirilmesi sonucunda nihayet 1916 yılında Türkistan
coğrafyasının Rus Çarlığına karşı bir alev gibi parlayan
büyük direnişine tanık olacaktır. Bu direniş RusÇarlığının
sonunu hazırlayan önemli etkenlerden birisi oldu ve 1917
yılının Şubat ve Ekim aylarında ard arda gelen iki ihtilal
ile Rus Çarlığı tarihe gömülerek, onun yerine yeni Sovyet
yönetimi kuruldu.
İşte bu dönemde, Mağcan’ın yakın çevresindeki Ahmet
Baytursınoğlu, Alihan Bükeyhanoğlu ve Miryakup Duvlatoğlu
gibi Kazak aydınlarının önderliğinde Alaş Orda siyasi
hareketi geliştirilerek 1917 yılı içerisinde yapılan iki
ayrı kurultay sonucunda Kazakistan’ın bağımsızlığı ve Alaş
Orda Hükümetinin yönetimi ele aldığı ilan edildi. Mağcan,
5–13 Aralık 1917 tarihindeki Genel Kurultay sonucunda
oluşturulan Alaş Orda Hükümeti Millî Meclisi’nin Eğitim
Komisyonunda görev aldı.
Bu gelişmeler sonucunda Mağcan ilk defa 1918 yılında Sovyet
yönetimi tarafından tutuklandı ve dört ay hapiste kaldı.
1919 yılından itibaren Kızılordu’nun Kazak bozkırlarına
yeniden hâkim olması ve Alaş Orda hükümetinin
dağıtılmasından sonra Mağcan’ın hem şahsi ve hem de siyasi
hayatındaki felâket günleri başlamış oluyordu.
1917 yılında evlenmiş olan Mağcan, 1919 yılında ilk eşini,
oğlunun doğumu sırasında kaybedecek ve eşinin ölümüne sebep
olan doğum ile kavuştuğu ilk oğlunun da kısa bir süre sonra
ölmesi üzerine üst üste iki büyük sarsıntı yaşayacaktır.
Ancak hayatın bu tür acılarına rağmen Mağcan, halkının
geleceği için lüzumlu gördüğü çalışmalara devam etmektedir.
1913 yılında (henüz 20 yaşında bir genç iken) yayınlanan
“Şolpan” isimli ilk şiir kitabı ile büyük bir üne kavuşan
Mağcan, 1922 yılında Kazan’da basılan “Ölender Jıynağı/Şiirler
Külliyatı” isimli ikinci şiir kitabı ve yine aynı yıl
içerisinde Orınbor Şehrinde basılan “Pedegogika/Pedegoji”
isimli eseri ile kuvvetli bir çıkış yapmaktadır. Bu
eserlerini ise 1923 yılında Taşkent’te basılan “Mağcan
Cumabay Ölenderi/Mağcan Cumabay Şiirleri” ile 1926 yılında
Moskova’da basılan “Savattı Bol” adlı ders kitabı
izleyecektir.
Mağcan’ın şairlik hayatındaki en verimli dönem 1922–1923
yılları arasında Taşkent’teki kültür çevresi içerisinde
geçirdiği döneme rastlamaktadır. Şiirlerinin önemli kısmını
bu dönemde yazan şair, aynı zamanda Muhtar Awezov ve
Jusipbek Aymavitoğlu gibi Kazak aydınları ile de bu dönemde
karşılaşmış, “Kazak Kırgız Bilim Komisyonu” çalışmalarını ve
Muhtar Awezov’la birlikte kurduğu “Talap/Talep” Derneğinin
yönetimini yine bu dönemde gerçekleştirmiştir.
1924 yılından itibaren Mağcan, Sovyet yönetimi tarafından
yoğun bir takip ve baskı altına alındı. Çilekeş Kazak
halkının en çileli dönemlerinde bir kutup yıldızı gibi
parlayan bu vatan evladı yönetim kadrolarının yoğun
baskılarıyla yönlendirilen kovuşturmalara ve eleştirilere
muhatap oldu. Zamanla insanlar etrafına yaklaşamaz,
yayınevleri kitaplarını basamaz, gazete ve dergiler
şiirlerini yayınlayamaz hale geldi. Böylece milletine hizmet
yolları tıkanan Mağcan, bunun kendisi için yaşanabilecek en
büyük azap olduğunu düşünürken, bir süre sonra ailesinin
geçimini temin edecek bir iş bile bulamayacağı çileli
günlere doğru doludizgin ilerliyordu.
1927–1928 yıllarında Mağcan yaşamayı ve kendi şartları
içerisinde milletine hizmet etmeyi sürdürmek amacıyla
yönetimden ve rejimden yana bazı şiirler yazdı ise de, bu
gayreti inandırıcı olmadı. (Daha sonraki yıllarda Muhtar
Awezov’un aynı yöndeki hamlesi başarılı olacak ve Awezov
1961 yılına kadar yaşayarak Kazak halkına, edebiyatına ve
insanlık âlemine “Abay Yolu” gibi bir şaheseri armağan
edecektir.) Nihayet 1929 yılı ile birlikte başlayan
milliyetçi Kazak aydınlarının kıyım harekâtı içerisinde
Mağcan, temmuz ayı başında tutuklandı.
15 Temmuz 1929 tarihinde “Sovyet Hükümetine karşı mücadele
etmek” suçuyla hapsedildi. 4 Nisan 1930’da 13 Kazak
aydınıyla birlikte idam cezasına çarptırıldı. Fakat bu
kararın Mağcan’la ilgili bölümü daha sonra bozularak 10 yıl
sürgün cezasına çevrildi. Mağcan 6 yıl boyunca çalışma
kamplarında çile doldurduktan sonra ünlü Rus yazarı Maksim
Gorki’nin gayretleri sonucu 2 Mayıs 1936’da serbest
bırakıldı.
Kısa bir süre, fakat yine çileli bir hayat içerisinde
serbest kalan Mağcan 1937 yılı sonlarında yönetim
kadrolarının “Ya Muhtar Awezov’u tutuklamamızı sağlayacak
bilgiler vereceksin, ya da seni tutuklayacağız” şantajıyla
karşılaştı. Zor bir tercih ile karşı karşıya kalan Mağcan
kendini feda etme yolunu seçti ve 28 Aralık 1937’de yeniden
tutuklandı. Mağcan bu tutukluluk döneminde iki kez
sorgulandı ve Sovyet adalet tarihinin utanç verici
vesikalarından birisi olan 11 Şubat 1938 tarihli karar ile
idam cezasma çarptırıldı. Bu kararın utanç verici yönü; 11
Şubat 1938 tarihinde verilen idam kararına esas olacak
sorgulamalardan ikinci ve sonuncusunun 20 Şubat 1938’de
yapılmış olmasıydı. Yani Mağcan’ın son sorgulaması
yapılmadan 9 gün önce, hakkında idam kararı verilmişti.
Mağcan Cumabay 19 Mart 1938 günü kurşuna dizilerek
öldürüldü. Böylece Türkistan’da yanan bir meşalenin daha
söndürülmesi amaçlanıyordu. Bunda bir süre için muvaffak ta
olundu. Ama ilelebet değil. Çünkü bugün Mağcan adı, dede
Cumabay’ın bundan bir asır önce söylediği gibi, tüm
Türkistan Coğrafyası üzerinde bir bayrak gibi dalgalanıyor.
Türkistan Coğrafyasının istiklal mücadelesi harcında pek çok
millet evladının kanı ve pek çok aydın fikir adamının hem
mürekkebi, hem de kanı ve canı var. Bunların arasında Mağcan
müstesna bir yer işgal ediyor.
• Elbette ki Abay ve Jambıl aynı dönemde oluşturdukları iki
ayrı mektep ve ekol çerçevesinde güçlü şiirleri yoluyla
Kazak dilini ve ruhunu canlı tutarak özgürlük günlerine
taşımakla, tarihi bir iş yaptılar.
• Elbette Şakerim Kudayberdioğlu “Enlik-Kebek” ve “Kalkaman
Manur” destanlarıyla, “Nasiyhat” ve “Ajalsız Askar”
şiirleriyle aynı yolda büyük hizmetler yaptı.
• Elbette Ahmet Baytursınoğlu’nun “Kırık Misal”i, “Er Sayın
Destanı” ve “Jiygan-Tergen”i, bu yolda en az Alaş Orda
hareketi içerisinde verdiği fiili mücadele kadar mübarektir.
• Elbette ki Miijakıp Duvlatoğlu 1909’da yazdığı “Uyan
Kazak” şiiriyle, Kazak Millî ruhunun 1990’lara kadar uyanık
kalmasında önemli bir rol oynamıştır.
• Ve elbette Muhtar Awezov “Abay Yolu” romanı ile Türkistan
Coğrafyasının tüm millî hasletlerini çağlar üzerinden
aşırarak 20. yy sonlarına taşımakla, bu mücadelede ayrı bir
destan konusu olmuştur.
İşte tüm bu müstesna destan hayatlar ve onların günümüze
tesirleri arasında Mağcan Cumabay çok özel bir yerde
duruyor. Çünkü Mağcan, söyleyişindeki gücü, Türk’ün
Türkistan Coğrafyasında hanlıklara ve beyliklere
bölünmesinden önceki parlak dönemlerinden alıyor. Mağcan’ın
bedeni, esaret altındaki bir vatan toprağında dünyaya göz
açıp, tüm hayatını esaret ortamında yaşamış olmasına rağmen,
onun ruhu ve hayali özgür Türk Kağanlığının geniş bozkırları
üzerinde kanat çırpmakta ve şiirleri böyle bir kaynaktan
beslenmektedir.
Mağcan Cumabay, Kadim Türk yurdunda asırlar süren
parçalanmışlıkyarın, bölünmüşlüklerin ardından, yıllarca
devam eden esaret yönetimlerinde bu bölünmüşlüğün sistemli
bir şekilde Kazak, Kırgız, Özbek gibi alt kimlikler üzerine
kurumsallaştırılma çabalarından sonra, şiirlerinde ısrarla
ortak Türk adını ve ortak Türk kimliğini haykıran bir şuurlu
sestir. Onun şiirlerinde milletin adı “TÜRK” ve vatanın adı
“TÜRKİSTAN”dır. Bu tanımın (yani millî kimlik ve vatan
tanımının), şiir diliyle söylenişini, Mağcan’ın “TÜRKİSTAN”
şiirinin daha ilk dörtlüğünde zirveye çıkarıyor:
Türkistan iki dünya eşiğidir
Türkistan er Türkün beşiğidir
Muhteşem, Türkistan gibi yerde doğmak
Türkün Tanrı veren nasibidir.:
Eskiden Türkistan’a Turan denirmiş
Turan’da er Türk’üm doğup büyümüş
Turan’ın kaderi var fırtınalı
Başından çok muhteşem günler geçmiş
Bazen dün ile bugün arasında anlamlı köprüler kuruyor:
Eskiden Okıs, Yaksard, Ceyhun, Seyhun
Türkler bu ikisine derya demiştir
Kıyılarında bu mukaddes iki suyun
Mübarek ataların kabrini bulursun.
Mağcan Cumabay, toplam 27 dörtlükten oluşan bu uzun şiirin
hemen hemen her kıtasında Türk’ten ve onun yurdu olarak da
TURAN’dan söz ediyor. Her ikisini birden tanımlıyor, tarif
ediyor. Çölleri, gölleri, nehirleri, dağları ve ovaları ile
Turan’ı karış karış anlatıyor. Bu dörtlüklerden birisinde
Vatan TURAN’ı ve onun sahibi TÜRK’ü şöyle tanımlıyor:
Turana yeryüzünde yer yeter mi?
Türk’e insanlıkta el yeter mi?
Büyük akıl, ateşli gayret, kıvrak zekâ
Turanın erlerine er yeter mi?
Mağcan Cumabay’ın Türk’ü, onun yüreği kadar büyük bir
coğrafyada yaşamakta ve onun yüreği de Büyük Dünya Türklüğü
Coğrafyasının her noktasında atmaktadır. Bu yönü ile Mağcan,
aynı yıllarda Anadolu’da:
“Vatan ne Türkiye’dir Türklere ne Türkistan
Vatan büyük ve müebbet bir ülkedir: TURAN”
Diye haykıran Büyük Şair Ziya Gökalp ile aynı yolda ve aynı
hedefe yürümektedir. 1921 yılında hem içerisinde yaşadığı
toplumun genel durumu itibariyle ve hem de fert olarak
kendisi hayatının en zor ve en çileli günlerini yaşıyorken,
kendi acılarını bir kenara koyarak Anadolu’daki
kardeşlerinin Kurtuluş Savaşı için yazdığı “ALISTAKİ
BAVIRIMA” -”Uzaktaki Kardeşime” başlıklı mısralar, Mağcan’ın
millî kimlik meselesine bakışını çarpıcı bir şekilde
terennüm etmektedir:
Uzakta ağır azap çeken kardeşim!
Kuruyup lale gibi çöken kardeşim!
Amansız, zalim düşmanlar ortasında
Göl gibi gözyaşı döken kardeşim!
Mağcan bu şiirinin devam eden mısralarında, yine Türk
Milletinin hanlık ve beyliklere bölünmeden önceki parlak
günlerine dönüyor. Hatta Anadolu’da büyük medeniyetler
kurmuş olan Oğuz boylarının Atayurdundan sefere çıkış öncesi
dönemleri yâdederek, Altay Dağları’nın eteklerindeki ortak
hayatın mutlu günlerini tasvir ediyor. Fakat şimdi Türkistan
Türklüğünün de, Türkiye Türklüğünün de başında kara bulutlar
dolaşmaktadır. Şair bu hali kabullenmeyip, Türklüğün
içerisinde bulunduğu durumu sorguluyor ve bu durumu onun
millî kimliğine yakıştıramıyor:
Özgürlüğe hamle eden Türk canı,
Gerçekten hasta mı, bitti mi hali?
Söndü mü yürekteki ateş, kurudu mu,
Damarında kaynayan atalar kanı?!
Son mısralarda Mağcan, Anadolu Türklüğüne hep o hayalinde
yaşattığı mutlu günleri ve güçlü beraberliği teklif ediyor:
Kardeşim! Sen o yanda, ben bu yanda
Kaygıdan kan yutuyoruz. Bizim adımıza
Layık mı kul olup durmak? Gel gidelim
Altay’a, ata mirası altın tahta.
Mağcan’ın millet kavramı üzerine kurgulanan şiirlerindeki
güçlü söyleyiş, sadece onun edebî gücünden değil, aynı
zamanda kendisine ve milletine duyduğu büyük inançtan,
milletinde gördüğü büyük güçten kaynaklanmaktadır. “Men”
derken kendisini değil, Türk milletini kastettiği “Men Kim?”
şiirinde Mağcan, milletinin millî kimliğini şöyle
tanımlıyor:
Arslanım ben, heybetime kim dayanır?
Ben kaplanım, bana karşı kim durur?
Gökte bulut, yerde yelim gürleyen
Yeryüzü kralıyım, yele yönünü kim sorar?
Gökte güneşim, herkese nur saçarım
Gönlüme koysam, şimdi arşa uçarım
Ucu, dibi yok denizim kara kök
Bunalırım-heyacanla, kaynar, taşarım.
Mağcan Şiirlerindeki bu yiğit ses, aynı yıllarda Anadolu
topraklarında gürleyen bir başka yiğit sesi hatırlatıyor. Bu
mısralar Millî meselelere Mağcan ile aynı açıdan bakan ve
yine Mağcan gibi engin bir yürekten beslenen; Mehmet Akif
Ersoy’un;
“ Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım.
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış; şaşarım.
Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner aşarım;
Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım.”
Mısralarındaki coşkuya ne kadar benziyor.
Sonra Mağcan kendisini Türk yapan özellikleri, böylelikle
milletini ve milliyetini tasvire devam ediyor:
Alevim ben, gelme yakın yanarsın
Tulparım ben, tozuma ermez kalırsın
Kül olsun gök, çöksün yer, kaygım yok
Göz ucuyla gülerim ki, şaşarsın.
Bu coşkulu mısraların sonunda Mağcan büyük bir vecd ile
“Vahdeti Vücud”a yükseliyor
ve “Ene’l hak” diyor;
Özüm Tanrı tapınırım özüme
Sözüm Kuran, inanırım sözüme
Bozucu da, düzeltici de benim
Şimdi, köhne rejim, geldin ölüm gününe
Mağcan Cumabay, şiirlerinde büyük bir sıklıkla,
Ural-Altay-Tanrı Dağlarına, Issık Göle- Sasık Göle, Ceyhun
ve Seyhun nehirlerine seslenir. Çünkü onlar Türk’ün birlik
ve dirlik dönemlerini beraber yaşamış ve hâlen de yaşamakta
olan canlı tanıklardır. Ancak Mağcan’ın bu hitapları sadece
özlemli bir terennümden ibaret kalmaz. Ortak Türk tarihinin
bu mübarek sembollerine seslenirken, aynı zamanda, mevcut ve
gelecek nesiller için milletine ve millî kimliğine dair
çarpıcı tanımlar bırakmaktadır. Ural Dağına seslendiği
mısralardaki gibi:
Bir zamanlar senin sahibin Türk idi
Yerleşip, göçüp, konup, yaşar idi
Korkmaz idi dağdan taştan yiğit Türk
Koynuna tüm ruhuyla girer idi
.
Er Türk, geniş bozkırların güzelliğiydi
Otursa, göçse, konsa da özgür idi
Birleşip, yiğit Türk balaları
Bırakma, yolun kesip dizginle Ural!...
Mağcan’ın bu ve buna benzer nice mısraları TÜRK’ün,
TÜRKİSTAN coğrafyasında kırk ayrı kalıba konularak,
bölünüp-parçalanıp kırk ayrı isimle adlandırılmasına sebep
olan stratejilere ve bu stratejilerin uygulanmasına zemin
hazırlayan dâhili hatalara karşı şuurlu bir isyanı
haykırmaktadır.
Mağcan fiziki bedenini bir gün, bir manga askerin kurşunları
önünde, milletine bağışlayarak kaybedecekti. Bunun böyle
olacağını neredeyse kesin bir şekilde bilerek yaşadı. Ama
geleceğe olan inancını hiç bir zaman yitirmedi. İşte bu
inancını haykırdığı mısralardan birkaçı aklım da. “Yeter ki
Tan Atsın” isimli şiirinden;
Şimdilik, bırak gelsin dişi batsın
Boz yılan özü uyandırır, şiddetli soksun.
Yeniden kaplanlar gibi saldırırız
Görelim bir etrafı, yeter ki tan atsın.
Mağcan’ın bedeni bugün, çok sevdiği mukaddes Türkistan
topraklarında yatıyor. Aziz ruhu ise semadan bu mübarek
vatanı gözleyip, kollamaktadır. Ruhu Şad olsun, huzur içinde
olsun. Çünkü onun, uğrunda can verdiği mücadele kazanıldı.
Ve fikirleri bugün milyonlarca torununun özgür yüreğinde
yaşıyor.
Türkistan
Türkistan iki dünya eşiğidir;
Türkistan Er Türk’ün beşiğidir.
Görkemli Türkistan gibi yerde doğmak
Türk’ün Tanrı veren nasibidir.
Eskiden Türkistan’a Turan denildi
Turan’da Er Türk’üm doğup büyüdü.
Turan’ın kaderi var fırtınalı
Başından çok görkemli günler geçti.
. Turan’ın tarihi var ateş yeli gibi,
Parlayıp göklere çıkan yangınlar gibi.
Turan’ın yeri gibi suyu da başka
Denizlerce derin fikirler verir gibi.
Turan’ın uçsuz bucaksız bozkırı nasıl?
Deniz gibi kıyısız gölü nasıl?
Turan’ın derya adını alan ırmakları
Taştığı zaman kır basan seli nasıl?
Turan’ın dağları var gökleri aşan
Sonsuz başını ap ak saçlar basan,
Bağrında nazlı akan bulak oynar
Dağda akan soğuk sulardan oluşan.
. Çölleri var yel de esmez sapsarı kum,
Mezar gibi hiçbir ses yok sonsuz
Olur mu can, hayvan sınırsız çölde
Sarı kumda perilerle cinler oynar.
. Turan’ın deniz denen gölleri var,
Dalgalanan uçsuz bucaksız deniz Aral
Bir yanda kutalmış Isık Gölün
Bağrında dünyaya geldi Bozkurt Türk
. Eskiden Okıs, Yaksart- Ceyhun, Seyhun
Türkler bu ikisine derya demiştir.
Bu iki kutlu suyun kıyılarında
Mübarek atalar kabrini bulursun.
Turan’ın Tiyanşan gibi dağı nasıl?
Tiyanşan’a denk olamaz dağlar nasıl?
İster istemez Er Türkleri düşünürsün
Gökleri aşan Han Tanrı zirvesine bakıp.
. Balkaş’ı bağrına alan Tarbağatay,
Heybetli yer göbeği Pamir, Altay
Kazıkurt kutsanmış dağ olmasa
Tufanda Nuh gemisi durur nasıl?
Turan’ın yeri başka, halkı başka,
Başından geçen fırtınalı günü başka.
Turan’ı birlik içinde yöneten
Geçmişin destan Hanı Alp Er Tonga.
Ezelden sıradan bir yer değildir o,
Bilirsin tarihi açsan Turan yerin
Kutalmış Turan’a heveslenenler
Geçmişte Keyhüsrev ile Zülkarneyn.
Turan’a yer yüzünde yer yeter mi?
Türk’e insanlıkta el yeter mi?
Geniş akıl, ateşli çaba, açık hayal
Turan’ın erlerine er yeter mi?
Doğmadı insanlıkta Cengiz gibi er,
Bilgili, derin düşünceli ve çelik ciğerli.
Cengiz gibi aslanın sadece adı
Adamın yüreğine cüret verir.
Cengiz’den Çağatay, Ökkay, Coçi, Töle...
Ataya benzemişler hepsi bozkurt.
Cengiz’in ordubaşı iki gözü
Pars Supıtay ile Bozkurt Cebe.
Tiran’ın beyleri var Taragay gibi
O beyden Timur doğdu ateşle oynar.
Ateş saçıp yeryüzüne Aksak Timur
Yıldırım gibi yeryüzüne parlayıp çıkar.
. Turan’ı boşuna övmüyorum,
Onsuz da Turan’ı yeryüzü bilir
Evde oturup gökyüzüyle sırlaşan
Keskin zekâlı Uluğ Bey’e kim yetişir?
Asil kan - mübarek Türk kanı
O kandan - İbn’i Sina Ebu Ali
İlminin derinliği sihir sayılmış
Dünyaya böyle adam geldi mi?
Türk’ün kim küçümsemiş müziğini?
Farabi dokuz telli tamburasını
Çaldığında doksan dokuz türlendirip
Duygulanıp, kim dökmemiş gözyaşlarını?
. Turan’da Türk ateş gibi oynamış
Türk’ten başka kim ateş olup doğmuş?
Türkler ata mirasını paylaşanda
Kazaklara da baba evi kalmış.
Arslan gibi halka vatan olan Turan
Turan’da Kazağım da hanlık kuran
Kazağın kolay yollu Kasım Hanı
Turan’ın çok yerini yönetmiş.
Nazar gibi adil han az olur
Alaş’a Esim Han’ın kanunu hazır
Tevke gibi bilgin Han toplamış
Köl Töbe’nin başına kurultayın
Bu Turan ezelden Alaş mekanı
Turansız gün göremez Alaş’in yeri
Turan’ın toprağında huzur buldu
Alaş’ın arslanı Abılay Eri.
. Turan ve Sarı Arka’yı ayrıdır deme
Türkistan altı Alaş’a Kâbe olmuştur
Turan toprağını kucaklayıp yatar
Geçmişin erler eri, Bozkurt Kene.
Çok özlese kim aramaz doğduğu yeri?
Tulpar da özlemez mi doğduğu yeri?
Arka’nın saygılısı Büyük Alaş
Turan da bile bilsen senin yerin.
Uzakları gören Tiyanşan ile Pamir, Altay
Bekliyor çoktan seni bakıp yoluna.
Kene ile Abılay’ın yolunu sürmeden
Yabanda yayılmanın anlamı ne?
Eskiden Okıs, Yaksart - Ceyhun, Seyhun,
Türkler bu ikisine derya demiştir.
Mübarek bu iki suyun kıyılarında
Olmaz mı gitsen izleyip ata mezarın.
Mağcan Cumabay’a Cevap Fikrinin Doğuşu
Mağcan Cumabay’la ilgili konferansları Kazakistan’da Kazak
Türkçesiyle, Türkiye’de ise İstanbul Türkçesiyle veriyordum.
Ama burada itiraf etmeliyim ki; bu konuyu Kazak Türkçesiyle
sunmanın hazzı bir başka oluyordu. Çünkü Kazak Türkçesiyle
sunumda tüm kavramlar en ideal şekliyle yerli yerine
oturuyor ve anlatılmak isteneni en çarpıcı şekliyle anlatma
imkânı doğuyordu. Türkiye Türkçesiyle sunum da elbette
güzeldi. Ama Mağcan’ın, Kazakça okunduğunda yürekleri delip
geçen ok gibi mısraları, aynı kelimelerle ve aynı müzikalite
ile ifade edilmeyince yüksek lirizminden çok şey
kaybediyordu. Konferansların Türkiye Türkçesiyle
sunumlarında bu kaybı hep hissediyorum..
Onun için konferansların Türkiye’de ve İstanbul Türkçesiyle
sunulduğu dönemlerde, Kazakça anlatımın lezzetini
özlemekteydim. Bir gün bu özlemimi Kazakistan’ın Türkiye
Büyükelçisi Kayrat Sarıbay, Elçilik Müsteşarı Bakıtcan
Ordabay ve Eğitim Müşaviri Bolat Atabay’a anlattım. Hoş bir
ilgi gördü ve Türkiye’deki Kazakistanlı öğrencilere bu
konferansı Kazakça olarak vermem istendi. Tabii ki sevinçle
kabul ettim ve bu konferans Ahmet Yesevi Üniversitesi’nin
Ankara’daki Türk Dünyası Kültür Merkezi’nde 4 Ocak 2002 günü
gerçekleştirildi. O gün öğleden sonra aniden başlayan yoğun
kar yağışı sebebiyle Ankara’da trafik felç olmuş, ulaşım
âdeta imkânsız hale gelmişti. Buna rağmen salon tamamen
dolmuştu.
Kazakistan’da verdiğim ilk konferanslarda, Mağcan Cumabay’la
ilgili olarak anlatacaklarım bittikten sonra, toplantıyı
onun TÜRKİSTAN şiirini ezberden okuyarak kapatıyordum.
Elbette Mağcan’ın bu şiiri “bir şiir zirvesiydi” ve bu
sebeple çok etkiliydi. Ama tam 27 kıtadan oluşan bu Kazakça
şiirin, Türkiye’den gelen birisi tarafından ezbere okunması
Kazakistan’da daha da özel bir tesir yaratıyordu.
Türkiye’de verdiğim konferanslarda ise bazen toplantının
sonunda, Mağcan’ın Türk Kurtuluş Savaşı için 1921 yılında
yazdığı “Uzaktaki Kardeşime” (Alıstaki Bavırıma) isimli
şiirini okuyordum. Türkiye ile Türkistan coğrafyası
arasındaki bağların en somut delili olması bakımından, bu
şiirin benim üzerimde çok özel bir tesiri vardı. Çarlık
Rusya’nın hükümranlığı altındaki bir coğrafyada doğup
yetiştikten sonra; halen Sovyet yönetiminin zulmü altında
yaşamakta olan bir şairin bu şiirde söylediği sözler bana
“ancak ilahi bir terennüm olabilir” gibi geliyordu.
Şiir 12 kıtadan oluşuyordu. Temelde Mağcan’ın, o dönemdeki
tek bağımsız Türk Devleti olan Türkiye topraklarının işgal
edilmesinden duyduğu yürek sızısını haykırıyordu. Ama bu
arada bir tarih dersi veriyordu.
İlk iki kıtada Anadolu Türklüğünün zor günlerinden duyduğu
ızdırabı anlattıktan sonra, takip eden üç kıtada Altay
dağlarının eteklerinde birlikte yaşadığımız güçlü ve mutlu
günlere hasret dolu bir dönüş yapıyor. Ondan sonra gelen
dört kıtada bir bölüğümüzün ayrılıp Akdeniz-Karadeniz
ötelerine gitmesinden sonra Türkistan coğrafyasında yaşanan
sıkıntıları, uğranılan zulümleri anlatıyor. Son üç kıtada
ise bu durumu kabullenmeyip, buna isyan ederek, bunun Türk
kimliğine yakışmadığını haykırarakAnadolu Türklüğü’ne
Türkistan Coğrafyası ile büyük güç birliğini teklif ediyor.
Bu şiiri nasıl ezberlediğimi bilmiyorum. Çünkü o ilahi bir
dua gibi hep dilimdeydi. Hep zihnimde, hep yüreğimdeydi.
Yalnız olduğumda veya bir dinlenme anında onu tekrar tekrar
okumaktan büyük haz duyuyordum ve bu haz bende alışkanlık
yapmıştı. Geceleri şiirin tamamını birkaç kez zihnimden
geçirmeden uyuyamaz olmuştum.
Özellikle Türkiye ile Kazakistan arasındaki yürek bağının
çok somut delili olmasına verdiğim özel önem sebebiyle 4
Ocak 2002 günü Ankara’da Kazakistan’lı öğrencilere Kazak
Türkçesiyle verdiğim konferansın sonunda bu şiiri okumayı
tercih ettim.
Konferanstan sonra, Türkiye’de eğitim gören Kazakistan’lı
öğrencilerden birisi ilginç bir soru sordu. Ama önce bu
sorusuyla benim hayatımda böylesine anlamlı bir olaya sebep
olan öğrencinin kimliğini, bir vefa borcu olarak burada
belirtmeliyim: Ahmet Yesevi Üniversitesi mezunu ve Ankara’da
Hukuk dalında doktora yapmakta olan İndira Azretbergen.
Soru şöyleydi:
“Konuşmanızda Mağcan ile aynı dönemde Türkiye’de yaşayan ve
bazı söyleyişlerinde Mağcan ile benzerlikler olan Mehmet
Akif Ersoy gibi, Ziya Gökalp gibi büyük şairlerden
bahsettiniz. Acaba bunlardan birisi Mağcan’ın Türk Kurtuluş
Savaşı için yazdığı “Uzaktaki Kardeşime” adlı şiire bir
cevap vermiş mi?”
Ani gelen soru karşısında adeta donup kalmıştım. Evet, böyle
bir cevap olmalıydı ve bu çok gerekliydi. Ama maalesef
yoktu. Peki, bu cevabı ben yazamazsam, başka kimin yazmasını
ümit etmeye hakkım olabilirdi? O anda, tıpkı uzun yıllardan
beri bu şiiri “ilahi bir terennüm” gibi hissedişime benzer
bir sezim ile ona cevap verilmesinin de benim için “ilahi
bir borç” olduğu hissine kapıldım. Bütün bu duyguları bir
kaç saniyelik kısa bir süre içerisinde (Cengiz Aytmatov’un
“Gün Olur Asra Bedel” dediği gibi) yaşarken aynı zamanda
şiirin tümü de hızlı bir film şeridi gibi zihnimden ve
gözlerimin önünden kayıverdi.
Sonra toparlanıp şöyle bir cevap verdiğimi hatırlıyorum; “Bu
şiire Türkiye’den bir cevap verilmiş olduğunu zannetmiyorum”
demek tam doğru olmayacak. Çünkü böyle bir cevap olsaydı,
bunu bilmememiz söz konusu olmazdı. Demek ki böyle bir cevap
yok. Ama şimdi sizin bu soruyu, böyle bir konferanstan sonra
ve böyle bir topluluk önünde sormuş olmanız, bu cevabı benim
boynumun borcu haline getirdi. İnşallah, Allah fırsat
verirse bu cevabı ben yazacağım”
O andan itibaren sanki iki omzuma birer tonluk yük
konulmuştu ve bu yükten başka hiçbir şeyi düşünemez
olmuştum. Aslında bu cevap tam 80 yıl beklemişti ve
dolayısıyla birkaç gün daha bekleyebilirdi. Ama ben onu bir
saniye bile zihnimden çıkaramıyordum. O gün gece yarısına
kadar yapıyor göründüğüm her işin özünde o saklıydı. Yemek
yerken, su içerken, televizyona veya gazeteye bakıyorken,
zihnim hep Mağcan’a (Uzaktaki Kardeşim’e) cevap vermekle
meşguldü.
Nihayet vakit gece yarısını geçip, evdeki herkes uykuya
daldıktan sonra, küçük çalışma odası yerine büyük salonu
tercih ederek, salonun tüm ışıklarını açtım ve büyük yemek
masasının sandalyelerinden birini çekerek yerleştim. O anda
içimdeki aydınlığa uygun bir aydınlık ortamda ve
duygularımın büyüklüğüne uygun bir mekânda bulunmak
istiyordum. Bunun için büyük salonu seçtim ve tüm ışıkları
açtım.
Mağcan Cumabay’ın Türk Kurtuluş Savaşı için 80 yıl önce
yazdığı şiiri karşıma koydum ve cevabı yazmaya başladım.
Yazma işi, inanılmaz bir şekilde, sanki daha önceden
yazılarak ezberlenmiş bir şiiri şimdi yeniden kâğıda
aktarıyor gibi sürüyordu. Hiçbir yerde durmadan, takılmadan,
temiz bir zeminde akıp giden temiz bir suyun ritmi ile
cevap, son mısranın son noktasına ulaştığında, bir an
kalbimin duracağını hissettim.
Neydi bu benim yaşadığım? 17–18 yaşlarında (yani 33–34 yıl
önce) yazmayı denediğim birkaç şiirden başka bu konuda
hiçbir çalışmam yoktu. Peki, o zaman bu nasıl olmuştu? Bir
an Mağcan’ın ruhunun gelip, bana hükmederek bunları
yazdırdığı duygusuna kapıldım ve irkildim.
Sonra yazdıklarımı baştan sona ve tekrar tekrar okudum.
Evet, tüm bunlar, uzun yıllardan beri Mağcan’ın şiirini her
okuyuşumda hissettiklerimdi. Bunlar, bugün tüm gün boyunca
zihnimde, yüreğimde, aklımda gittikçe netleşen, billurlaşan
seslerdi.
Cevabı her okuyuşumdan sonra, pencereyi açarak veya balkona
çıkarak tüm Ankara semalarını büyük bir nara ile çınlatmak
arzusu geliyordu içimden. Ama bunu yapamıyor ve dönüp hem
şiiri, hem de cevabı bir kez daha okuyordum. Garip bir hâl
yaşıyordum. Bazen göğsüm yarılarak, yüreğim dışarı
fırlayacakmış gibi, bazen pencereden kendimi boşluğa atarak
bir kuş bedeninde uçup gidecekmiş gibi hissediyordum. Ama
tüm bu duygular arasında Mağcan’ın şiirini ve cevabımı, her
defasında sanki ilk kez okuyormuş gibi coşku ile
tekrar-tekrar okuyor, okuyor, okuyordum...
Gün ağarmadan, Kocatepe Camii ve Maltepe Camii’nden aynı
anda başlayan ezan sesleriyle kendime geldim. Ezanlar,
rüyanın bittiğini ve doruklardan inme zamanının geldiğini
hatırlatıyordu. Bu uyarıyı kabul ederek, ömründe ilk defa
bayram namazı kılacak bir çocuk coşkusuyla abdest aldıktan
sonra, kıldığım iki rekât şükür namazının ardından uzun süre
seccademin üzerinde Allah’ıma şükrettim...
Şimdi sözü burada bağlayıp, kendisinin ortaya çıkmasına
vesile olan iki şiiri ard arda okuyarak bitireceğim. Önce
Türk Kurtuluş Savaşı için 1921 yılında Kazakistan’da Büyük
Şair Mağcan Cumabay tarafından yazılan “UZAKTAKİ KARDEŞİME”
adlı şiir ve sonra Mağcan’ın bu şiirine yazdığım cevabımı
okuyacağım.
Uzaktaki Kardeşime
Uzakta ağır azap çeken kardeşim
Kuruyup, lale gibi çöken kardeşim
Amansız, zalim düşmanlar ortasında
Göl gibi gözyaşı döken kardeşim
Önünü ağır kaygı örtmüş kardeşim
Ömrünce yaddan cefa görmüş kardeşim
Hor bakan, yüreği taş, yavuz düşman
Diri diri derini soymuş kardeşim
Ey Pirim! Değil miydi Altın Altay
Anamız bizim? Bizlerse birer tay
Bağrında yürümedik mi serazat
Yüzümüz değil miydi ışık saçan ay?
Alaca altın aşık atışmadık mı?
Tepişip bir döşekte yatışmadık mı?
Anamız olan Altay’ın ak sütünden
Beraber emip, beraber tadışmadık mı?
Akmadı mı bizim için dupduru bulak
Şarıldayıp, gürül-gürül dağdan inerek
Hazırdı uçan kuş, kopan yel gibi
Dilesek bir bir atlar, tıpkı Burak
Altay’ın altın günü nazlanarak
Gelende sen pars gibi bir er olarak
Akdeniz, Karadeniz ötelerine
Kardeşim, gittin beni bırakarak
Ben kaldım yavru balaban, kanat açamam
Uçmaya davransam bir türlü uçamam
Yön bulduran, yol gösteren can kalmadı
Yavuz düşman koyar mı şimdi beni vurmadan
Kurşunlar genç yüreğime saplandı
Günahsız temiz kanım su gibi aktı
Kansız kalıp halden düşüp bayıldım
Karanlık zındana sıkıca kapattı
Görmüyorum gece gezdiğimiz ovayı
Gündüz güneşi, gece gümüş nurlu ayı
Nazlı nazlı ipek kundaklara sarmalayıp
Bizi büyüten altın anam Altay’ı
Ey Pirim! Ayrıldık mı ulu bütünden?
Dağılıp yılmayan yağan oklardan
Türk’ün pars gibi yüreği varken
Korkak kul mu olduk düşmandan sinen
Özgürlüğe hamle eden Türk canı,
Gerçekten hasta mı, bitti mi hali?
Söndü mü yürekteki ateş, kurudu mu,
Damarında kaynayan atalar kanı?!
Kardeşim sen o yanda, ben bu yanda
Kaygıdan kan yutarız, bizim ada
Layık mı kul olup durmak? Gel gidelim
Altay’a, atadan miras altın tahta
Mağcan’a Cevap
Uzaktan azabımı bilen kardeşim
Sevgisiyle gözyaşımı silen kardeşim
Özü amansız düşmanlar ortasında
Gönlünü derdime bölen kardeşim
Ağır kaygılarla doldum kardeşim.
Kuruyup Lale gibi soldum kardeşim.
Taş yürekli düşmanı sen hep bilirdin.
Ben şimdi haberdar oldum kardeşim
Ortak anamız idi, Altın Altay
O bir Tulpar idi, bizler birer tay
Bağrında şimşek gibi çakardık
Karşımızda sönük kalırdı, gün ve ay
Alaca altın aşık atıştık elbet
Tepişip bir döşekte yatıştık elbet
Altay gibi bir ananın ak sütünden
Beraber emip, beraber tadıştık elbet.
Bizim için dupduru bulaklar aktı.
El attığımız yerde şimşekler çaktı.
Emrimizdeydi uçan kuş ve kopan yeller
Bindiğimiz atlar tıpkı buraktı.
Bir gün ortak hayatın süresi doldu.
Tanrı emriyle sefer mukadder oldu.
Akdeniz, Karadeniz’i aşıp gitsem de
Yüreğim Altın Altay’da kaldı.
Bilirim öksüz kalıp kanat açamadığın
Uçmaya davransan da uçamadığın
Yön bulduran, yol gösteren can olmayınca
Düşman kurşunlarından kaçamadığın
Sana değen kurşun, bana saplandı
Günahsız kanımız birlikte aktı
Toprağa düşen kan, onu yurt kılar
Bizi ayrılıp, bölünmek yaktı.
Ben de hasretim, gezdiğimiz ovaya
Gündüz güneşe, gece gümüş nurlu aya
Bizi ipek kundaklara sarmalayıp
Bağrında büyüten anamız Altay’a
Ulu bütünden ayrılıp uzağa düştük.
Tarih kazanında kaynayıp piştik.
Dağılıp yılmadık yağan oklardan
Yiğitlik suyunu biz özünden içtik.
Özgürlüğe hamle eden Türk canı
Ne hasta düştü, ne de tükendi hali
Sönmedi yüreklerdeki ateş
Kurumadı damardaki atalar kanı
Kardeşim, sen o yanda, ben bu yanda
Kudret doğmaz ayrı ayrı yatanda
Gücü-kuvveti toplamak gerek
Atalardan miras ortak vatanda.
Beni sabırla dinlediğiniz için teşekkür ediyorum.
Namık Kemal Zeybek
Değerli Dostlar;
Baştan aşağıya şiirle donatılmış ve kendisi de şiir gibi
olan bu konferans üzerine ne söylenebilir ki… Feyzullah
Bey’in bu lirik, bu çoşkulu anlatımı ile ruhlarımız yıkandı
ve Mağcan atamızın ruhundan güç aldık. İdealleri ve davası
uğruna ölümü göze alabilmiş Mağcan atamızın ruhundan
gücümüze güç katıldı. Mağcan Cumabay, Türk’ün gücünün
birliğinde olduğuna ve ne zarar görmüşsek bölünmeden,
parçalara ayrılmadan gördüğümüze inanan ve en zor
zamanlarda, en imkânsız devirlerde bunu yiğitçe haykıran bir
ulu şair. Yetişkin ömrünün yarısı zindanlarda geçti ama o
inandıklarını haykırmaktan vazgeçmedi. Ölüm görüne görüne
geldi ama o kendisine ölümü gösterenlerin istediği yollara
girmedi. Canı pahasına, gelecek nesillere bir ideal, bir
kıvılcım bırakmak istedi. Onun bıraktığı kıvılcım 1986
yılının 16 Jeltoksan’ında yani 16 Aralık’ta önce Kazakistan
Devlet Üniversitesinde ve sonra Almatı caddelerinde bir
özgürlük alevi olup parladı. Ardından Kazakistan’ın ve diğer
Türkistan Cumhuriyetlerinin bağımsızlığı geldi.
Benim değerli dostum Feyzullah Budak, yazılarında ve
konuşmalarında Mağcan’ı Atatürk’e benzetiyor. Biri şair,
diğeri asker ve devlet adamı olan bu iki insanın yaşadıkları
hayatta benzerlik olmadığını zannedenleri ise şu sözleriyle
uyarıyor;
“Mağcan ve Atatürk, kendilerine ve milletlerine olan güven
duygusunu zirve noktasında yaşayan iki insandı. Her ikisi de
milletinin özgürlüğü için ölümü göze alabilmiş ve her ikisi
de her Türk evladının millet özgürlüğü için ölümü göze
alabileceğine inanmış iki mübarek insandı. İşleri,
uzmanlıkları farklıydı ama inançları aynıydı. Onun için eğer
Atatürk asker değil de şair olsaydı Türkiye’nin Mağcan’ı
olurdu. Aynı şekilde Mağcan şair değil de asker olsaydı,
Türkistan’ın Atatürk’ü olurdu.”
Bu iki büyük insanın benzerliğini işte böyle izah ediyor
benim değerli kardeşim. Ben de bugün ona diyorum ki; “Sayın
Budak, siz bugüne kadarki ömrünüzde neler yapmış, neleri
başarmış olursanız olunuz veya bugünden sonra neleri yapıp,
neleri başaracak olursanız olunuz, tarihte Mağcan’a cevap
veren adam olarak kalacaksınız. Bu ne büyük bir şereftir ve
bunun için ne mutlu size!
Sözlerimi bitirirken, Feyyzullah Beyin bu güzel eserini
yayınlayan Manas Yayıncılık’ı ve değerli yöneticilerini
kutluyorum. Ayrıca bilhassa belirtmek istiyorum ki; bu yılın
Hazar Şiir Akşamları’nı Mağcan Cumabay anısına düzenlemeyi
akıl ederek, Mağcan’ın ruhunun Elazığ semalarında, Türkiye
semalarında kol-kanat açmasına ve bizim ondan beslenmemize
vesile olan herkesi candan yürekten kutluyor, saygılar
sunuyorum.
Servet Kabaklı
Efendim dinleyiciler arasında bulunan Kıbrıslı şair Harid
Fedai Bey söz istiyor. Ben, dinleyiciler adına son bir yürek
sözü için kendisini davet ediyorum. Buyurunuz efendim,
kürsüdeki mikrofondan daha rahat konuşabilirsiniz.
Harid Fedai
Sayın Başkan, uzun süren bir toplantının sonunda bana söz
verdiğiniz için size çok teşekkür ediyorum. Efendim o kadar
dugulandım ki Hazar Şiir Akşamları’nın gündemine Mağcan
Cumabay gibi bir büyük şairimizin alınması ne büyük bir
olay! Manas Yayıncılık’a da teşekkürlerimizi sunuyoruz.
Helal olsun sizlere; iki saat boyunca adeta mest olduk,
bütün konuşmacılara teşekkür ediyorum. Oturduğum koltukta
Mağcan için şimdi bir dörtlük yazdım. Onu hemen okumalıydım
diye söz istedim. Yazdığım şiiri bu anlamlı toplantıda
sizlere okumak benim için büyük bir lütuf.
Ural’dan yansıyan heyecansın sen
Sesime ses veren soylu cansın sen
Yurt uğruna ben vuruşup ölürken
Adıma destan dizen Mağcan’sın sen.