Tarih: 23 Şubat 2007
Yer: Elazığ Öğretmenevi Konferans Salonu
Saat: 19.30
Manas / Haber
Manas Yayıncılık olarak basım işlemlerini tamamladığımız
eserlerin tanıtımı için 23 Şubat 2007 Cuma günü bir toplantı
düzenledik.
Yapılan hazırlıklar çerçevesinde yayınevimiz, Türkiye
Cumhuriyeti Tarihi ve Atatürk İlkeleri, Osmanlı Ermenileri
Üzerine Araştırmalar 1, Kuzey Grubu Türk Lehçelerinde
Edatlar, Geçmişten Günümüze Sözlükçülük Geleneği ve Türk
Dili Sözlükleri ve Eğin’de Cirit Oyunu adlı eserlerin
tanıtıldığı bu toplantıya, misafir olarak katılan Atatürk
Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Başkanı Prof. Dr. Sadık
Tural’da “Millî Uyanışta Hikâyenin Rolü” konulu bir
konferans verdi.
Manas Yayınları Tanıtım Toplantısı münasebetiyle Elazığ’a
gelen Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Başkanı
Prof. Dr. Sadık Tural, eser sahibi yazarlarla birlikte
protokol ziyaretlerinde bulundu. Elazığ Valisi Muammer
Muşmal makamında ziyaret edildikten sonra Elazığ Belediye
Başkanı M. Süleyman Selmanoğlu ve Fırat Üniversitesi Rektörü
Prof. Dr. Mehmet Hamdi Muz bu kapsamda ziyaret edildi.
Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Başkanı Prof. Dr.
Sadık Tural Fırat TV’de saat 15.00’te Prof. Dr. Ahmet Buran
ile birlikte Şark Meselesi ve Şarkiyatçılık Kongresi konulu
bir sohbet programına katıldı.
Manas Yayınları Tanıtım Toplantısı Elazığ Öğretmenevi
Konferans Salonu’nda Saat: 19.30’da başladı. Toplantıya
Elazığ Valisi Muammer Muşmal, Fırat Üniversitesi Rektörü
Prof. Dr. Mehmet Hamdi Muz, Atatürk Kültür Dil ve Tarih
Yüksek Kurumu Başkanı Prof. Dr. Sadık Tural, İl Milli Eğitim
Müdürü Nihat Büyükbaş, İl Kültür ve Turizm Müdürü Tahsin
Öztürk, Fırat Üniversitesi’nden öğretim üyeleri ile birlikte
kalabalık bir davetli topluluğu katıldı.
Toplantının sunuculuğu Fırat Üniversitesi Eğitim Fakültesi
Araştırma Görevlisi Süleyman Kaan Yalçın yaptı. Program,
İstiklal Marşı’nın okunması ile başladı, gazeteci yazar
Bedrettin Keleştimur’un yaptığı açılış konuşmasından sonra
basımı gerçekleştirilen eserlerin tanıtımına geçildi. Doç.
Dr. Erdal Açıkses ve Doç. Dr. Rahmi Doğanay birlikte
hazırladıkları Türkiye Cumhuriyeti Tarihi ve Atatürk
İlkeleri, Yrd. Doç. Davut Kılıç Osmanlı Ermenileri Üzerine
Araştırmalar 1, Yrd. Doç. Dr. Ercan Alkaya Kuzey Grubu Türk
Lehçelerinde Edatlar, Dr. Nadir İlhan Geçmişten Günümüze
Sözlükçülük Geleneği ve Türk Dili Sözlükleri ve Günerkan
Aydoğmuş Eğin’de Cirit Oyunu adlı eseri hakkında davetlilere
açıklamalarda bulundu. Yeni eserlerin tanıtımları
yapıldıktan sonra Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu
Başkanı Prof. Dr. Sadık Tural Milli Uyanışta Hikâyenin Rolü
konulu bir konferans verdi.
Programın son bölümünde plâket takdimi yapıldı. Elazığ
Valisi Muammer Muşmal, Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek
Kurumu Başkanı Prof. Dr. Sadık Tural’a, Fırat Üniversitesi
Rektörü Prof. Dr. Mehmet Hamdi Muz, Doç. Dr. Erdal Açıkses
ve Doç. Dr. Rahmi Doğanay’a, Atatürk Kültür Dil ve Tarih
Yüksek Kurumu Başkanı Prof. Dr. Sadık Tural Davut Kılıç ile
Günerkan Aydoğmuş’a, İl Kültür ve Turizm Müdürü Tahsin
Öztürk Dr. Nadir İlhan ve Yrd. Doç. Dr. Ercan Alkaya’ya,
Fırat Üniversitesi Eski Rektörü Prof. Dr. Fevzi Bingöl,
Elazığ Genç İş Adamları Derneği Başkanı Mustafa Yıldız’a,
Nurhak Gazetesi Baş Yazarı Şükrü Kacar Kamu-Sen Başkanı
Kerim Eflatun ile Türk Ocakları Elazığ Şubesi Başkanı Ahmet
Yurten’e, Fırat Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanı Prof.
Dr. Mustafa Öztürk Dr. Tamer Kavuran’a, Fırat Üniversitesi
Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Başkanı Prof. Dr. Ahmet Buran
tarafından Örnek Ofset’in sahibi Nihat Gülerses ile Güler
Ofset’in sahibi Fatih Güler’e verildi.
Plâketlerin verilmesinin ardından program tamamlandı.
Arş. Gör. Süleyman Kaan Yalçın
Manas Yayıncılık’ın düzenlemiş olduğu “Manas Yayınları
Tanıtım Toplantısı” adlı programımıza hoş geldiniz. Manas
Yayıncılık’ın sizlerle çok değerli yazarları ve onların
eserlerini buluşturmayı hedeflediği bu tanıtım programına
başlamadan önce sizleri, yüce önder Mustafa Kemal Atatürk,
silah arkadaşları ve aziz şehitlerimiz için saygı duruşuna
ve ardından İstiklâl Marşı’na davet ediyorum.
Programın açılış konuşmasını yapmak üzere Gazeteci-Yazar
Sayın Bedrettin Keleştimur’u kürsüye davet ediyorum.
Bedrettin Keleştimur
Sayın Valim, Sayın Belediye Başkan Vekilim, Sayın Rektörüm,
yine önemli bir kültür faaliyetimiz için Elazığ’a teşrif
eden şehrimizin fahri hemşehrisi Atatürk Kültür Dil ve Tarih
Yüksek Kurumu Başkanım, çok kıymetli misafirler.
Manas, hayranı olduğum bir destandır. 400 bin beyitlik bir
edebî şaheser! Dünya edebiyatının en uzun destanı! Her
Kırgız, Manas’tan binlerce beyti ezbere okur. Bu destan,
bütün karakterleriyle hafızasındadır.
Bu şehrin son yirmi yılına damgasını vuran, ‘—gönül
erenleri’ var. Onlar, bu memlekete bütün hayatlarını
adadılar. Ses getiren, kamunun vicdanında derin izler
bırakan her çalışmanın harçlarında, ‘—fedakârlık’ vardı.
Kuru bir sevdanın ve kavganın tamamen ötesinde, ‘—vefa’
vardı. Asrın en fazla muhtaç olduğu, ‘—samimiyet’ onların
yüreklerinde okunuyordu. O kahramanlar öyle asil bir duruşa
sahiptiler ki, ‘—benim’ demediler, ‘—nefis’ mücadelesinden
şiddetle kaçındılar. Öncelikle, ‘—ahlak’ dediler. İlim ve
hikmetin, bilgi ve marifetin asrın en büyük silahı olduğunu
haykırdılar.
Bu yürekli insanları bu şehirde nerede, nerelerde görmedik
ki! Her kışın bir baharı var değil mi? Her gecenin bir
sabahı olduğu gibi bizlere ‘—yeni bir günü’ muştulayan. Bir
büyük muştu, bir büyük müjdedir bu! Gözlerim, perde perde
bir aşina şehirde; bir ışık seli misali hülyalarımın
saçıldığını söylersem yeridir. Gök gürültüsünü andıran bir
seda; “—Matemi bırak Ey Şehir, sana gülistan yakışır” o seda
haykırışına devam ediyor, “—Masmavi hülyalarınla uyan Ey
Şehir, sana tebessüm yakışır”
Evet, tarihi Harput Şehrinin manevi ihtiramı önünde bir daha
eğiliyorum. Ondaki heybet o kadar ulvi değerlerle mücehhez
ki, ‘—mukaddes bir davaya’ bizleri bir daha bağlıyor!
İçimizde çağlayan bir kaynak halini alıyor, kalemin bir
seyyare halinde kâinatın resmini önümüze serdiği her eserde!
Sevgili dostlar, giderek çoraklaşan, dilim dilim doğranan
toprağın, ‘—yağmur sonrası kokusunu’ içinize sindirdiniz mi?
Gurbetin içli havasındaki garibin, hasret dolu dudaklarından
dökülen hüzzam makamındaki bir ezginin yanıklığını
yaşayamayanlar pek bilmezler!
Manas, işte burada, ‘—kutlu bir iradeyi’ ortaya koyuyor; Bu
toprağın güzel insanını kendi tarihi ile kendi hatıraları
ile kendi hafızası ile kendi destanları ile kendi efsaneleri
ile kendi kahramanları ile kendi romanı ile velhasıl bütün
renkleri, desenleri ve çizgileri ile buluşturuyor!
Bir gül bahçesine girercesine, rahmet damlalarının, ışığın
raksında nasıl yedi ala renge boyandığını görmüşsünüzdür! Bu
milletin hatıralarına, ‘—yedi ayrı mana vererek’ sarılmak,
her manasından çıkartacağımız ibret şahikalarını asrın
burcuna taşımak basiretini göstermek bizlerin kavgasıdır!
Harputlu için ne derlerdi, “—İstanbul beyefendisi”
Elazığ için ne derlerdi, “—Doğudaki Batı!”
Bu şehrin davasını, ‘—bayrak yapanların’ nasıl mukaddes bir
irade ortaya koyduklarını şimdi daha iyi anlıyorum. Asrın en
büyük mücadelesinde, ‘—oku’ emrinin; dünden bugüne, bugünden
ahir zamana kadar bütün kâinatı kuşattığını görürsünüz!
Buradaki bahadırlar, ‘—kuşatılan veya kıskaca alınan’ bir
irade olmaktan çok, ‘kuşatan ve gönül coğrafyasını ihata
eden’ bir güçlü dinamizmin organik bağı olmanın çabası
içerisindeler! Manas’ı, onun çevresinde halkalanan gönül
insanlarını, bu sevdaya destek veren Elazığ insanını
yürekten kutlarım.
Şubat’ın bizlere kartpostal olarak hediye ettiği şu lahuti
resminde, ‘—kar çiçeklerini’ hayranlıkla seyre dalıyorum.
Öncelikle gönlümüze düşen cemrelerin dolayısı ile birbiri
ardı sıra; havaya, suya ve toprağa düşüşü nedir, ‘—kâinatın
hayata’ tekrar uyanışıdır. Manas’ı tarif ederken, ‘—kar
çiçeklerini’ düşündüm! Tarihi buluşturan bir büyük ideali
düşündüm! O ideal etrafında soluk soluğa bir uyanışı
düşündüm.
Beni sabırla dinlediğiniz için sizlere bir kere daha
teşekkür ediyor ve saygılarımı sunuyorum.
Arş. Gör. Süleyman Kaan Yalçın
Sayın Bedrettin Keleştimur’a teşekkürlerimizi sunuyoruz.
Tanıtılacak olan kitaplardan ilki, Fırat Üniversitesi
Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Öğretim üyelerinden Doç.
Dr. Erdal Açıkses ve Doç. Dr. Rahmi Doğanay’ın birlikte
hazırlamış oldukları “Türkiye Cumhuriyeti Tarihi ve Atatürk
İlkeleri” adlı eserdir. Eseri tanıtmadan önce yazarlarımızı
tanıyalım.
Doç. Dr. Erdal AÇIKSES 1956 Elazığ doğumlu olup ilk, orta ve
lise tahsilimi Elazığ’da tamamladım. 1976 yılında Ankara
Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Tarih Bölümü’ne
kayıt yaptırarak 1981 yılında mezun oldum. Tank Asteğmen
rütbesiyle Kuleli Askeri Lisesinde eğitimci subay olarak
askerlik görevimi tamamladım. Askerlik vazifemi yaparken
Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü’nde Yüksek
Lisans programına başladı.. 1984 yılında Fırat Üniversitesi
Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Bölümü’ne Okutman olarak
atandı. 1984 yılında Fırat Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve
İnkılâp Tarihi Bölümü başkanlığına atandı. Yüksek Lisans
programından sonra, yine aynı enstitünün doktora programını
da 24.01.1992 tarihinde tamamlayarak Dr. unvanını aldı.
06.11.1992 tarihinde Fırat Üniversitesi Fen-Edebiyat
Fakültesi Tarih Bölümü’ne Yardımcı Doçent olarak atandı. 29
Nisan 2004 tarihinde Doçent unvanını aldı. Halen bu kadroda
görev yapmakta. Yayınlanmış dört kitabı ve çok miktarda
tebliğ ve makalesi bulunmaktadır. Evli ve bir çocuk
babasıdır.
13 Aralık 1959 yılında Karaman İli, Ermenek Kazası Kayaönü
Köyünde doğan Rahmi DOĞANAY, İlköğretimini köyünde
tamamladıktan sonra parasız yatılı sınavlarına girerek,
Konya-Ereğli İvriz Öğretmen Lisesi’ni 1978 yılında
bitirmiştir. 1979’da Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih
Coğrafya Fakültesi Genel Türk Tarihi Kürsüsü’ne kaydolmuş,
1983 yılında yüksek öğrenimini tamamlamıştır. 1985 yılı
başında Fırat Üniversitesi’nde İnkılâp Tarihi okutmanı
olarak göreve başlamış, Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp
Tarihi Enstitüsü’nde, Türkiye Cumhuriyeti Tarihi alanında
Yüksek Lisans ve doktora programlarını tamamlamıştır.
1994’te Fırat Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih
Bölümü’ne yardımcı doçent olarak atanmış, 2006 yılında aynı
üniversitede atandığı doçentlik kadrosunda çalışmalarına
devam etmektedir. Türkiye Cumhuriyeti Tarihi alanında
yayınlanmış kitap ve makaleleri vardır.
Kitap tanıtımlarını yapmak üzere Sayın Doç. Dr. Erdal
Açıkses ve Doç. Dr. Rahmi Doğanay’ı kürsüye davet ediyorum.
Doç. Dr. Erdal AÇIKSES
Doç. Dr. Rahmi Doğanay
Sayın Valim, Sayın Atatürk Dil ve Tarih Yüksek Kurumu
Başkanım ve Değerli misafırler.. Türkiye Cumhuriyeti Tarihi
ve Atatürk İlke ve İnkılâpları ile ilgili yüksek öğrenim
seviyesinde yazılmış pek çok kitap mevcuttur. Bu alanda çok
sayıda yayınlanmış kitap varken “Türkiye Cumhuriyeti Tarihi
ve Atatürk İlkeleri” adlı kitabı yazma ihtiyacını duymamızın
sebebi; Türk gençliğine Cumhuriyet Tarihi ve Atatürk ilke ve
İnkılâplarını daha sade bir ifade ile sunmak, bilgileri daha
derli toplu bir şekilde ama daha teferruatlı, konu alanını
günümüze doğru genişleterek vermekti. Gelişmelerin ve
olayların etkileşimini, Atatürk İlke ve İnkılâplarının Türk
toplumu ve devletinin yeniden yapılanma ve gelişme sürecine
katkılarını tarihi süreç içinde, tarihçi yorumu ve yaklaşımı
çerçevesinde değerlendirilmesi ihtiyacını karşılamaktı.
Atatürk’ün anlaşılmasına yardımcı olmak, milletiyle nasıl
bir dayanışma içinde olduğunu, Türk milletinin yücelmesi
için O’nun bir ferdi olarak sahip olduğu heyecanı genç
kuşaklara anlatmaktı. Vatan kurtaran, devlet kuran bir lider
olarak, bütün gücünü bir ferdi olmaktan gurur duyduğu
milletinden aldığını aktarmaktı. Bunu ne kadar
başarabildiğimiz okuyucuların takdiridir. Bu eserin
yazılması görevini arkadaşım Doç. Dr. Erdal AÇIKSES ile
birlikte gerçekleştirdik. İlgili olanların takdir edeceği
gibi, eseri ortaya koymak kadar önemli bir başka iş onun
basım ve dağıtımıdır. İşin bu tarafını basım ve yayımını
gerçekleştirdiği pek çok eserle özellikle Elazığ kültür ve
yayın hayatına katkıda bulunan Manas Yayıncılık ve sorumlusu
Şener BULUT üstlendi. Bu eserin basım ve yayımını
gerçekleştiren ve tanıtım toplantısı ile kamuoyunu
bilgilendiren Manas Yayıncılık ve Şener BULUT’a
teşekkürlerimizi sunar, Türk Kültürü ve Elazığ kültür
hayatına katkılarının devamı için kolaylıklar dileriz.
Arş. Gör. Süleyman Kaan Yalçın
Doç. Dr. Erdal AÇIKSES’e teşekkür ediyoruz. Tanıtımını
gerçekleştireceğimiz ikinci kitabımız ise Fırat Üniversitesi
İlâhiyat Fakültesi öğretim üyesi Sayın Yrd. Doç. Dr. Davut
Kılıç tarafından hazırlanan “Osmanlı Ermenileri Üzerine
Araştırmalar 1” adlı eserdir. Bu değerli eseri tanıtmadan
önce Sayın Kılıç’ı kısaca tanıyalım.
Davut Kılıç, 1963 yılında Mucur/Kırşehir’de doğdu. İlk ve
Orta öğrenimimden sonra 1981 yılında Mucur Ticaret
Lisesinden, 1989 yılında da Erciyes Üniversitesi İlahiyat
Fakültesinden mezun oldu. Bu arada 11.10.1988 tarihinde
Sağlık Bakanlığı’na bağlı Kayseri Sağlık Müdürlüğü’nde ilk
memuriyetime başladı. 1989–1992 yılları arasında aynı
kurumda Personel Şube Müdürü olarak görev yaptı. 1990–1992
yılları arasında yüksek lisans programına devam ederek,
Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsünde bilim
uzmanı unvanını aldı. 1993 yılında askerlik görevimi
tamamladıktan sonra aynı yıl içerisinde İnönü Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsünde, Tarih Eğitimi Anabilim Dalı,
Genel Türk Tarihi Bilim Dalında doktora programına başladı.
1997 yılında çalışmasını tamamlayarak “Osmanlı İdaresindeki
Ermeni Toplumu Arasında Meydana Gelen Dinî ve Siyasî
Mücadeleler” adlı tez ile “Tarih Bilimi Dalında” Doktor
oldu. 31 Aralık 1998 tarihinde Fırat Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Dinler Tarihi Anabilim Dalına Yardımcı Doçent
olarak atandı. Evli ve üç çocuk babası olan yazar,
01.06.2001 tarihinden itibaren Ermeni Araştırmaları
Enstitüsü’nün çıkarmış olduğu üç aylık Tarih, Politika,
Uluslararası İlişkiler İçerikli “Ermeni Araştırmaları/Armenıan
Studıes” adlı hakemli derginin yazı kurulunda, görev
yapmakta ve halen çalışmalarını Özelde Ermeni Kilisesi
genelde ise Ermeni Sosyal Tarihi ve Türk-Ermeni İlişkileri
üzerine devam ettirmektedir. Kitap tanıtımlarını yapmak
üzere Sayın Yrd. Doç. Dr. Davut Kılıç’ı kürsüye davet
ediyorum.
Yrd. Doç. Dr. Davut Kılıç
Sayın Valim, Sayın Atatürk Dil ve Tarih Yüksek Kurum
Başkanım ve Sevgili dinleyenler.
1993 yılından bu tarafa genelde Ermeni dini ve sosyal
hayatı, özelde ise Türk Ermeni İlişkileri üzerine
çalışmalarımı sürdürmekteyim. Böyle bir eseri vücuda
getirmemdeki yegâne gayem; Osmanlı devletinden bu tarafa
siyasallaşarak gelişen bugünde sanal âlemde oluşturulan
“Ermeni Soykırımı” tasarısını uluslararası boyutta Türkiye
Cumhuriyetine kabul ettirmeye çalışan emperyal devletlerin
politikalarına karşı Türk insanını bilimlik bilgi ile
aydınlatmaktır.
Bu güne kadar çeşitli dergilerde çıkan birbirinden bağımsız
makaleler ve değişik dönemlerde gerçekleştirilen ulusal ve
uluslararası sempozyumlarda sunulan tebliğler bu çalışmanın
ana kaynağını oluşturdu. Bundan dolayı da kitabın ismini
“Osmanlı Ermenileri Üzerine Araştırmalar ” koyduk.
Eseri oluşturan makalelerin ana fikirlerini kısaca şöyle
tanıtmak mümkündür.
İlk olarak Selçukluların Anadolu’ya gelişine kadar Gregoryen
Ermeni Kilisesinin ve müntesiplerinin yani Ermenilerin
özellikle Bizans devletinden gördüğü baskı ve zulümleri
irdeleyerek Selçuklu Türklerinin Anadolu’ya gelişiyle
Ermenilerin rahat ve huzura kavuşmalarını kendi
kaynaklarından hareketle ortaya koyduk.
Ermeni toplumu üzerinde etkili olan devletlerden biriside
Rusya’dır. Çarlık Rusya “sıcak denizlere inme” düşüncesinde
kendisine engel olarak gördüğü Osmanlı devletini yıkabilmek
için uzun yıllar planlı politikalar üretmiştir. Bu
politikaların temelinde de Ermeni toplumunun Kâbe’si olan
Eçmiyazin Kilisesi başrolü almıştır. Bu cümleden olarak
bugünkü Ermenistan’ın kuruluşu da Rusya’nın himayesi altına
gerçekleşmiştir. Rusya Eçmiyazin Kilisesini elde ettikten
sonra bu ruhani merkez vasıtasıyla İstanbul Ermeni
Patrikhanesi ve Osmanlı Ermenilerini kendi safına çekmek
için uzun yıllar yeni propaganda araçları geliştirdi. Bu
politikalar neticesinde son üç Osmanlı-Rus savaşında da
(1828-29, 1877-78 ve 1915) Ermenilerin büyük bir kısmını
Rusya kendi saflarına çekmeye başarmıştır.
Osmanlının doğusunda bu gelişmeler olurken Batı’da da
Osmanlı Ermenilerine yönelik tehlikeler vardı. Bunlardan
ilki başta Vatikan olmak üzere Fransa ve diğer Katolik
devletlerin başını çektiği misyoner faaliyetleri
neticesinde, Ermeni toplumunun bir kısmı Katolikleştirildi
ve bunların ayrı bir “Katolik Ermeni Cemaati” olarak
tanınması Osmanlı yönetiminden istendi. İkinci ise Osmanlı
Ermenilerindeki bu istikrarsızlığı gören İngiltere,
Hindistan sömürgesine giden yolların güvenliğini
sağlayabilmek için geliştirdiği Ortadoğu politikası
çerçevesinde Ermenilerin bir kısmını Protestanlaştırarak
Osmanlı topraklarında kendi himayesinde bir cemaat ve
topluluk oluşturdu.
Emperyalist devletlerin açıktan desteğini alan bazı Ermeni
din adamları ve entelektüel aydınlar bağımsızlık sevdasına
kapıldılar. Bu süreç Ermeni toplumu içerisinde de bir takım
çatışmaların yaşanmasına sebep oldu. Nitekim emperyalist
devletlerinde yardımıyla ihtilal yanlısı Ermeniler bu
süreçte baskın geldi. I. Dünya Savaşına gelindiğinde artık
Ermeni önderlere göre “Büyük Ermenistan Cennet Ülke” şafakta
belirmişti. İşte bu heyecanla bir kez daha emperyal güçlerin
istekleri doğrultusunda hareket eden Ermeni toplumunun
ihtilalci dini ve sivil önderleri, ırktaşlarını hiç
çekinmeden topyekûn isyana teşvik ettiler. Böyle bir ahval
içerisinde Osmanlı yönetimi de isyan ve ihtilalcilere
karışan Ermeni ahaliyi doğu cephesinde ve diğer kritik
bölgelerden tehcir etmek durumunda kaldı. Tehcir’de de
sanıldığı gibi bütün Ermeniler götürülmemiş, Katolik ve
Protestan Ermeniler, suça karışmamış ve ticaretle meşgul
olanlar, devlet kademesinde görev yapanlar, askerde bulunan
Ermenilerin aileleri bulundukları bölgelerde kalmıştır.
Son makalede ise Türkiye Cumhuriyetinin jeopolitik yapısı
irdelenerek bölgenin önemine dikkat çekilmiş, Ermeni ve Kürt
meselesinin ortaya çıkışındaki benzerlikler ortaya
konulmuştur. Bu vesile ile eserin basımını üstlenen Manas
Yayıncılık’a da şükranlarımı sunarım.
Arş. Gör. Süleyman Kaan Yalçın
Sayın Kılıç’a teşekkür ediyoruz. Yayınevimizin siz değerli
okurlarla buluşturmaktan gurur duyduğu bir diğer kitap ise
Fırat Üniversitesi Eğitim Fakültesi Türkçe Eğitimi Bölümü
Öğretim Üyesi Sayın Yrd. Doç. Dr. Ercan Alkaya tarafından
hazırlanan “Kuzey Grubu Türk Lehçelerinde Edatlar” adlı
çalışmadır. Kitabımızı tanıtmadan önce yazarımızı kısaca
sizlere tanıtalım.
Yrd. Doç. Dr. Ercan Alkaya, 07. 05. 1973 tarihinde Elazığ'da
doğdu. İlköğrenimimi 1984, orta öğrenimimi 1989 yılında
Elazığ'da tamamladı.1994’te Fırat Üniversitesi Fen-Edebiyat
Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü bitirdi.
Yüksek Lisans öğrenimini (1996) ve Doktorasını (2002) Fırat
Üniversitesi’nde tamamladı. 1994–1996 yılları arasında Niğde
ili Ulukışla ilçesine bağlı Eminlik Orta Okulu'nda Türkçe
öğretmeni olarak görev yaptı.
1996 yılında Fırat Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı
Bölümünde Araştırma Görevlisi oldu. 2004 yılında Fırat
Üniversitesi Eğitim Fakültesi Türkçe Eğitimi Bölümüne
Yardımcı Doçent olarak atandı. Halen aynı fakültede öğretim
üyesi olarak görev yapmaktadır.
Yazarın Prof. Dr. Tuncer Gülensoy ile birlikte hazırladığı
“Türkiye Türkçesi Ağızları Bibliyografyası” - Akçağ Yay.,
Ankara 2003 ve Prof. Dr. Ahmet Buran ile birlikte
hazırladığı “Çağdaş Türk Lehçeleri” - Akçağ Yay., Ankara
2006 adlı iki kitabı ile birlikte farklı dergilerde
yayınladığı 10 makalesi ve çeşitli sempozyumlarda sunduğu 3
bildirisi bulunmaktadır.
Kitap tanıtımlarını yapmak üzere Sayın Yrd. Doç. Dr. Ercan
Alkaya’yı kürsüye davet ediyorum.
Yrd. Doç. Dr. Ercan Alkaya
Sayın Valim, kıymetli konuklar ve değerli öğrenciler.
Konuşmama başlamadan önce hepinizi en içten dileklerimle
selamlıyor ve hepinize hoş geldiniz diyorum. Ayrıca,
basımını Manas Yayıncılık’ın gerçekleştirdiği eserlerimizin
tanıtım toplantısına katılmak için, kıymetli zamanlarını
ayırarak, Ankara’dan gelip bu geceye katılan Atatürk Kültür,
Dil ve Tarih Yüksek Kurumu’nun değerli başkanı Prof. Dr.
Sadık Kemal TURAL’a da hoş geldiniz diyor ve teşekkürlerimi
sunuyorum.
Türk milleti tarihin tanıdığı en eski ve en soylu
milletlerden biridir. Türkçemiz, bugün 200 milyonu aşkın
kişi tarafından çeşitli lehçe ve ağızlar halinde
konuşulmakta, Balkanlardan Büyük Okyanus'a Kuzey Buz
Denizi'nden Tibet'e kadar uzanan geniş bir coğrafyada ses
bayrağımız olarak dalgalanmaktadır.
Türk milletinin hareketliliğine bağlı olarak Türk dili de
oldukça geniş bir yayılma alanı bulmuştur. Hatta Türk
dilinin yayılma alanı bu coğrafyadan daha geniştir. Türk
dili bugün dünya dilleri arasında konuşulduğu coğrafyanın
büyüklüğü bakımından birinci, ana dili olarak üçüncü ve en
çok konuşulan dil sıralamasında beşinci sıradadır.
Türk yazı dilinin başlangıcına dair çeşitli görüşler olmakla
birlikte genel kabule göre ilk yazılı belgeleri Göktürkler
dönemine aittir. Türkçe VII.-VIII. yüzyıldan başlayarak XIII.
yüzyıla kadar uzanan dönemde tek yazı dili halinde
yaşamıştır. Eski Türkçeden sonraki devrede, Türkçe farklı
yazı dillerine ayrılmıştır. Böylece Türk dili, XII.-XIII.
yüzyıldan itibaren Kuzey-doğu ve Batı Türkçesi şeklinde
adlandırılan iki ana kola ayrılmıştır.
Kuzey-doğu Türkçesi XIII. ve XIV. yüzyıllarda, Eski
Türkçenin yeni bir devamı gibi yaşamış ve eski ile yeni
arasında geçiş görevi üstlenen bir devir olmuştur. XV.
yüzyılda bu yazı dili, kendi içinde Kuzey ve Doğu şeklinde
iki kola ayrılmıştır. Kuzey koluna Kıpçak, Doğu koluna
Çağatay Türkçesi dediğimiz bu yazı dilleri yakın zamanlara
kadar kullanılmışlardır. Bugün bu tarihî lehçeler yerini
onların devamı olan çağdaş lehçelere bırakmışlardır.
XX. yüzyıla kadar Kuzey (Kıpçak), Doğu (Çağatay) ve Batı
(Osmanlı) şeklinde adlandırılan ve üç kol halinde bulunan
Türk yazı dili XX. yüzyılın başlarında, özellikle Sovyet
Rusya'nın uyguladığı "böl-parçala-yönet" siyaseti sonucunda
yirmiden fazla kola ayrılmıştır.
XXI. yüzyıla girerken dünya Türklüğü yeni ve çok güzel
ufuklarla karşı karşıya gelmiştir. Sovyetler Birliği’nin
dağılmasıyla birlikte, Türk dünyası arasındaki kopukluk
büyük oranda sona ermiş, bazı Türk boyları bağımsızlıklarını
elde ederken, diğerleri de özerk cumhuriyet statüsünde
birtakım siyasî ve kültürel haklarına yeniden
kavuşmuşlardır. Artık Türk dünyası birbiriyle iletişim
kurabilmektedir. Türk dünyası arasındaki engeller bir bir
aşılırken, "dilde, fikirde, işte birlik" ülküsüne doğru
kutlu yürüyüş hızlanmıştır.
Bizim "Kuzey Grubu Türk Lehçeleri" diye adlandırdığımız ve
bugün Tatar, Kazak, Kırgız, Başkurt, Karakalpak, Kumuk,
Nogay, Karaçay-Balkar, Kırım Tatar ve Karay Türkçeleriyle
devam eden Kuzey grubu, tarihî Kıpçak Türkçesinin bugünkü
çağdaş temsilcileridir.
Biz de çalışmamızda tarihi Kıpçak lehçesinin bugünkü
temsilcileri durumunda olan ve az önce adlarını söylediğimiz
Türk lehçelerini "Kuzey Grubu Türk Lehçeleri" adı altında
ele aldık ve bu lehçelerde kullanılan edatları inceledik.
Çalışmamızda, esas olarak, edatları Kuzey grubu Türk
lehçelerine ait metinlere dayandırarak her yönüyle
incelemeye çalıştık. Çalışmamız esasında eş zamanlı bir
çalışmadır. İncelenen her edat on lehçedeki (tespit
edilmişse) varyantlarıyla ele alınmış ve zaman zaman yapı,
anlam ve işlevlerine göre incelenmiş, edatın tarihi köküne
dair köken bilgisi incelemesi de yapılmıştır.
Çalışmamız ilgili lehçelerin metinlerine dayanmaktadır. Her
lehçeden en az üç kitabı (bazıları 4, 5, 6) taradık ve
görebildiğimiz her edatı, içinde geçtiği cümleyle birlikte
aslına sadık kalarak fişledik. Ayrıca metinlerden
bulamadığımız edatları, ilgili lehçelerin sözlüklerinden,
gramerlerinden ve konuyla ilgili yapılmış özel çalışmalardan
bulup fişledik.
Metinlerden fişleme yaparken, bir edatın kullanıldığı
cümleyi veya ilgisi varsa cümleleri bütünüyle aldık. Böylece
edatın cümledeki kullanımını ve görevini netleştirmeye
çalıştık. Örnek cümleden hemen sonra, parantez içinde,
örneğin alındığı eserin kısaltmasını ve sayfa numarasını
verdik. Sonra da tırnak içinde örnek cümlenin Türkiye
Türkçesindeki karşılığını verdik.
İncelemede, önce edat olarak fişlediğimiz kelimeleri, her
lehçe için, kendi içinde bir tasnife tabi tuttuk. Önce
edatın anlamını verip, sonra incelenen edatın kökenini ve
yapısını çözümlemeye çalıştık.
Edatları kullanımlarına göre inceledikten sonra, "Görevi"
başlığı altında işlevlerini maddeler halinde (1., 2., 3. ...
diye) verdik.
"Giriş" bölümünün sonuna metin taraması yaptığımız eserler
ile kısaltmalarını gösteren bir liste konmuştur.
Kullandığımız çevriyazı (transkripsiyon) alfabesi ise
"Giriş" bölümünün sonunda yer almaktadır.
"Sonuç" bölümünde "Kuzey Grubu Türk Lehçeleri"nde tespit
ettiğimiz edatların şekil ve işlev olarak gösterdikleri
özellikleri topluca değerlendirdik. Bundan sonra her lehçede
geçen edatların listesini koyduk. Eserin sonunda da "Kaynaklar"ı
gösterdik.
Kuzey grubu Türk lehçelerinin edatları üzerine şimdiye kadar
geniş bir çalışma yapılmamıştır. Bu lehçelerin edatlarını
incelerken, lehçelerle ilgili metinleri ve inceleme
eserlerini kullandık. Öncelikle edebî eserlere başvurduk.
Çeşitli romanlar, hikâyeler, folklorik eserler, bilimsel
nitelikteki kitapları taradık. Ayrıca incelediğimiz
lehçelerle ilgili yapılan Doktora ve Yüksek Lisans
tezlerindeki metinlere de başvurduk.
Yaklaşık olarak doksan eserden fişlenmiş olan metinlerden
seçtiğimiz örneklere göre yaptığımız bu incelemenin, genel
anlamda, Kuzey grubu Türk lehçelerinin edatlarını ortaya
koyabilecek nitelikte olduğu kanaatindeyiz. Eksiksiz bir
eser iddiasında olmamakla birlikte, bu çalışma ile Türk
diline, Türk milletine ve "Türk Asrı" ülküsüne küçük bir
katkı yapmanın heyecanını yaşamaktayız.
Bu çalışma doktora tezi olarak hazırlanmıştır. Çalışmayı
hazırlarken birçok kişiden destek ve yardım gördüm. Bu
kişilerin adlarını çalışmanın ön sözünde belirttim ve
teşekkürlerimi de sundum. Ancak burada özellikle teşekkür
etmek istediğim birisi var. O da hocam Prof. Dr. Ahmet
BURAN’dır. Bu çalışmanın konusunu belirleyen ve akademik
hayatım boyunca geçtiğim her aşamada en önemli katkıyı
sağlayan Hocama huzurlarınızda en derin saygılarımı sunmak
istiyorum.
Beni sabırla dinlediğiniz için hepinize teşekkür ediyor,
saygılar sunuyorum.
Arş. Gör. Süleyman Kaan Yalçın
Sayın Yrd. Doç. Dr. Ercan Aklaya’ya yapmış olduğu bu güzel
tanıtım için teşekkür ediyoruz.
Şimdi de Fırat Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili
ve Edebiyatı Bölümü öğretim üyelerinden Sayın Yrd. Doç. Dr.
Nadir İlhan’ın hazırlamış olduğu “Geçmişten Günümüze
Sözlükçülük Geleneği ve Türk Dili Sözlükleri” adlı eseri
tanıyalım. Ancak eseri tanıtmadan önce kısaca yazarımızı
tanıyalım.
Sayın Yrd. Doç. Dr. Nadir İlhan, 05.01.1964 tarihinde
Kayseri’nin Pınarbaşı ilçesi Kırkpınar köyünde doğdu. İlk ve
orta öğrenimini Kayseri’de tamamladı. 1983-1984 öğretim
yılında Fırat Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Türk Dili
ve Edebiyatı Bölümü’ne kaydoldu. Haziran 1987’de Türk Dili
ve Edebiyatı Bölümü’nden mezun oldu.
Aralık 1987’de Gaziantep-Araban Lisesi Edebiyat
öğretmenliğine atandı. Ağustos 1991’de Fırat Üniversitesi
Muş Meslek Yüksek Okulu Türkçe okutmanlığına atanarak Temmuz
1992’ye kadar bu görevde bulundu.
Fırat Üniversitesi bünyesinde Türk Dili ve Edebiyatı
Anabilim dalının Türk Dili Bilim dalında “Nev’î Efendi,
Netayicü’l-Fünûn ve Mehâsinü’l-Mütûn (Giriş-Metin-Dizinler)”
adlı yüksek lisans çalışmasını Eylül 1992’de tamamladı.
Temmuz 1992’de Fırat Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi
Türk Dili ve Edebiyatı Bölümüne Türk Dili Araştırma
Görevlisi olarak atandı. 1992 Ekim’inde Fırat Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü bünyesinde Türk Dili bilim dalında
doktora programına kaydoldu. Doç. Dr. Ahmet BURAN’ın
danışmanlığında “Eşref bin Muhammed Hazâ’inu’s-Sa‘âdât
(İnceleme-Metin-Dizin)” adlı doktora çalışmasını Mart
1998’de tamamladı. 6 Ocak 1999 tarihinde Fırat Üniversitesi
Fen Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Eski
Türk Dili anabilim dalına Yardımcı Doçent Doktor kadrosuyla
atandı.
Kitap tanıtımlarını yapmak üzere Sayın Yrd. Doç. Dr. Nadir
İlhan’ı kürsüye davet ediyorum.
Yrd. Doç. Dr. Nadir İlhan
Sayın Valim, Sayın Belediye Başkanım, Sayın Atatürk Kültür,
Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Başkanım, Değerli Kitap Dostları,
Basın-Yayınımızın Değerli Temsilcileri; öncelikle hepinizi
saygıyla selamlıyor, bu kitap tanıtım ve kültür gecesine
katılımlarınızdan dolayı saygılarımı sunuyorum.
Sözlük kelimesinin Türkiye Türkçesindeki kullanımı Türk Dili
Tedkik Cemiyetinin lugat ıslah kolu başı Celal Sahir’in
teklifiyle Arapça lugat ve kamus kelimelerine karşılık
sözlük öneri olarak girmiş ve kullanılmaya başlamıştır.
Günümüz Türk dünyasında sözlük yanında sözdik, laflık,
tılcıt gibi kelimeler de kullanılmaktadır.
"Bir veya birden fazla dilin kelimelerinin bütününü veya bir
bölümünü, genel amaçlı veya özel amaçlı olarak içeren,
anlam, açıklama ve örnekleriyle ortaya koyan ve daha çok
alfabetik olarak düzenlenmiş eserlerin genel adı” olarak
tarif ettiğimiz sözlük ve sözlükçülük geleneğini Türk dili
açısından ele alan bu çalışma, mevcut olanın tamamıyla
ortaya konulduğu iddiasında değil, mümkün olduğunca
ulaşılabilenlerin kaydedildiği, sınıflandırıldığı bir
eserdir.
Bir toplumun millet olmasını sağlayan unsurlardan biri belki
de birincisi dildir. Dilin kelimelerini muhafaza eden
sözlükler aynı zamanda milletlerin kültür seviyelerini ve
yaşayış şekillerini yansıtan önemli eserlerdir. Bu yüzden
sözlükler, diller için kültürel mirasın en iyi şekilde
korunduğu ve gelecek nesillere aktarıldığı hazineler
değerindedir.
Sözlüklerin Yazılış Sebepleri:
“Söz uçar yazı kalır” espirisinden hareketle insanlar,
kullandıkları kelimelerin zaman içinde yok olup gitmelerini
önlemek ve değişik özel anlamlar için kullanım kolaylığı
sağlamak amacıyla sözlükler hazırlamışlardır.
Dillerin söz varlıklarını ortaya koyan, onları muhafaza edip
aktaran sözlüklerin hazırlanmasında etkili olan sebeplerden
bir kaçını şöyle sıralamak mümkündür:
1. Bir dilin sahip olduğu söz varlığını tesbit etmek için;
2. Dilin söz varlığını meydana getiren kelimelerinin tarihi
gelişimlerini tesbit edip göstermek;
3. Yabancı bir dil öğretimi gayesiyle, yabancı dildeki
kelimelerin karşılıklarını ana dilde göstermek;
Sözlüklerin Hazırlanmasında Uyulması Gereken İlkeler :
Sözlüklerin medana getirilişi sırasında göz önünde
bulundurulması gereken bazı ilkelerin, uyulması gereken bir
takım kuralların olması gerekir. Bunlar:
1. Tarihi kaynaklara, halk söyleyişine bağlılık
2. Dil ve gramer açısından kelimelerin doğru kullanımı:
3. Amaca uygunluk esası:
4. Madde başı olan kelimelerin anlamlarının doğru olarak
verilmesi:
İşledikleri Ürünler Açısından Sözlükler :
İşledikleri ürünler açısından sözlüklere bakıldığında
karşımıza iki tür malzeme çıkmaktadır. Birincisi yazıya
aktarılmak suretiyle korunan metinler ve bunlara bağlı
olarak oluşturulan yazı dili sözlükleri, ikincisi herhangi
bir yazı dilini esas almayan, halkın sözlü geleneğine bağlı
olarak ortaya konulan kullanımları esas alan ağız
sözlükleridir.
Yazı dili sözlükleri, yazı dillerine ve onların yazılı
ürünlerine dayalı olarak ortaya konulan sözlüklerdir. Bu tür
sözlüklerin Türkçedeki en eski ürünlerine, Orta Türkçe
denilen dönem ürünleriyle birlikte 11. yüzyıldan itibaren
rastlanmaktadır. Türkçede Divanu Lugati’t-Türk’le başlayan
sözlükçülük geleneği, Türkçenin konuşulduğu, kullanıldığı
geniş coğrafyada, köklü bir tarihi geçmişe bağlı olarak
varlığını devam ettirmiş ve pekçok önemli ürününü ortaya
koymuştur. Yazı dili sözlükleri, ağız sözlüklerinin
dışındaki sözlüklerin tamamını içine almaktadır.
Üniversitelerde yapılan ağız araştırmalarında çalışmanın bir
bölümünü, bölge ağızlarından derlenen metinlerin söz
varlığının ortaya konulduğu sözlükler oluşturmaktadır. Ne
yazık ki ağız araştırmaları ve ağız sözlükçülüğü konusunda
ülkemizde bütün bölgeleri, ağızları içeren çalışmalar
tamamlanabilmiş değildir. Hatta ülkemizde ağız sözlükçülüğü
konusunda Derleme Sözlüğü ile beraber birkaç müstakil
çalışma dışında sözlük çalışması da yoktur.
Malzemenin Kaydedildiği Ortam Açısından Sözlükler:
Malzemenin Kaydedildiği Ortam Açısından Sözlükler basılı /
kitabî sözlükler ve elektronik sözlükler olarak iki gruptur.
Basılı sözlükler daha çok malzemesi farklı da olsa kitap
şeklinde düzenlenen ve toplumun ihtiyaçlarına göre
hazırlanan sözlüklerdir. Bu tür eserler geçmişte el yazısı
ile hazırlanırken teknolojik gelişmelere makinalaşmaya bağlı
olarak, matbaanın icadıyla makinalarla basılmışlardır.
Matbaanın olmadığı dönemlerde el yazısıyla hazırlanan
eserlerin ve sözlüklerin bir kaç nüshası ancak
çıkarılabilirken, günümüzde matbaayla bir eserin binlerce
nüshası birden basılabilmektedir. Mesela Türkçenin en eski
sözlüğü 1072 yılında yazılmaya başlanıp 1077 Ocağında
bitirilen Divanu Lugati’t-Türk’ün tek yazması, Çağatay
sahası sözlüklerinden Hulasa-i Abbas’ın üç nüshası, Senglâh
Lugati’nin 6 nüshası varken, Türkçe Sözlük’ün 10. baskısı
100.000 adet basılmıştır.
Bilginin elektronik araçlar vasıtasıyla çabuk ve kolayca
aktarılabilmesi, her sahada olduğu gibi eğitim alanında da
bir kısım yenilikleri de beraberinde getirmiştir.
Bilgisayarlar, hafıza kartları, dvd, cd gibi geniş
kapasiteli bilgi depolama araçlarının geliştirilmesiyle,
özellikle de bilgisayar ve internetin yaygınlaşmasıyla
elektronik kitaplar, dergiler, ansiklopediler ve sözlükler
de günlük hayatımızın vazgeçilmezleri arasındaki yerlerini
almışlardır. İnternette basit bir taramayla yüzlerce sitede
elektronik sözlüklere / e-sözlüklere ulaşılabilmektedir.
Yazılış Biçimleri Açısında Sözlükler:
Yazılış biçimleri açısında sözlüklere bakıldığında,
malzemeyi manzum olarak / şiirsel unsurlarla işleyen manzum
sözlükler ve malzemeyi düz yazıyla nesirle işleyen mensur
sözlükler şeklinde iki gruba ayırabiliriz:
Çalışmada, sözlük ve sözlükçülüğün gelişimi, türleri üzerine
teorik çerçeve oluşturulduktan sonra, Türk dilinin
sözlükleri işledikleri ürünlerin kayıt durumuna,
oluşturulduğu ortama ve yazılış biçimlerine; tarihî
dönemlerine, lehçe ve şivelerine bağlı olarak
sınıflandırılmıştır. Çalışmamızda künyelerini verdiğimiz
2270 Türk dili sözlüğü ile ilgili sınıflandırmalar ve
değerlendirmeler yer almaktadır.
Bunlardan manzum sözlüklerin sayısı 63’dır. Geriye kalan
2207 sözlük de Türkçenin tarihî ve çağdaş lehçe ve
şivelerinde meydana getirilen mensur sözlüklerdir.
Mensur sözlüklerin de Türk dilinin tarihi dönemlerine göre
dağılımı da şöyledir:
Eski Türkçe Dönemi sözlükleri : 7 adet.
Orta Türkçe Dönemi sözlükleri : 81 adet
Yeniçağ Türk lehçe ve şiveleri sözlükleri : 2182 adet
Türkçe sözlüklerden Çok Dilli Sözlükler, Etimolojik
Sözlükler ve Mukayeseli Sözlükler ayrı başlıklar halinde
sıralanmış olup çalışmaya giren sözlük sayıları da şöyledir:
Çok Dilli Sözlükler : 69 adet
Etimolojik Sözlükler : 25 adet
Mukayeseli Sözlükler : 14 adet
2270 (2251) sözlüğün Türk dilinin lehçelerine göre dağılımı:
Çuvaşca : 35 adet
Yakutça : 24 adet
Türkçe : 2211 adet
2211 sözlüğün 720’si Türkiye Türkçesi hariç diğer Türk
şiveleriyle oluşturulmuştur. Bazı lehçelerle ilgili tespit
edilen sözlük sayıları şöyledir:
Altay Türkçesi Sözlükleri 15 adet
Azeri Türkçesi Sözlükleri 114 adet
Başkurt Türkçesi Sözlükleri 50 adet
Kazan - Tatar Türkçesi Sözlükleri 131 adet
Kırgız Türkçesi Sözlükleri 41 adet
Özbek Türkçesi Sözlükleri 59 adet
Tuva Türkçesi Sözlükleri 11 adet
Yeni Uygur Türkçesi Sözlükleri 9 adet
Türkiye Türkçesi (Osmanlı dönemi) Sözlükleri 714 adet
Osmanlı ve Türkiye Türkçesi ile ilgili olarak kaydettiğimiz
sözlüklerin sayısı 1233 tanedır. Bunlardan 714 tanesi tek
dilli olarak meydana getirilmiştir. 519 tanesi de bir
yabancı dil ile Türkiye Türkçesinin birlikte işlenmesi ile
meydana getirilen sözlüklerdir.
Türkçe - Boşnakça, Boşnakça - Türkçe Sözlükler 4 adet
Türkçe - Çince, Çince - Türkçe Sözlükler 2 adet
Türkçe- Ermenice, Ermenice - Türkçe Sözlükler 7 adet
Türkçe - Esperanto, Esperanto - Türkçe Sözlükler 1 adet
Türkçe - Fransızca, Fransızca - Türkçe Sözlükler 105 adet
Türkçe - Gürcüce, Gürcüce - Türkçe Sözlükler 2 adet
Türkçe - İbranice, İbranice - Türkçe Sözlükler 1 adet
Türkçe - İngilizce, İngilizce - Türkçe Sözlükler 113 adet
Türkçe - Japonca, Japonca - Türkçe Sözlükler 4 adet
Türkçe - Latince, Latince - Türkçe Sözlükler 9 adet
Türkçe - Rusça, Rusça - Türkçe Sözlükler 36 adet
Türkçe - Yunanca, Yunanca - Türkçe Sözlükler 15 adet
Toplamı : 519 adet
519 sözlük 36 farklı dille Türkiye Türkçesinin birlikte
işlenmesiyle hazırlanmıştır.
Türk kültürünün geliştirilmesi ve yayılması siyasi ve
ekonomik güç kadar kökleri geçmişe dayanan sağlam bir kültür
ve tarih şuuruyla olacaktır. Bu sebeple kütüphane köşelerine
terkedilmiş geçmişin yazılı ürünlerini ve bunların bir
bölümünü oluşturan tarihî dönem sözlüklerini de bir an önce
gün ışığına çıkarmak bunları işlemek, dilimizin
zenginliklerini ve güzelliklerini korumak, yaymak milli
kültürün geliştirilmesi için bir vazife ve amaç olmalıdır.
Böyle bir organizasyonla bizleri bir araya getiren,
kitaplarımızı yayınlamak suretiyle kültür ve bilim
hayatımıza katkıda bulunan Manas Yayıncılığın değerli
mensuplarına ve Sevgili Şener Bulut Bey’e gayret ve
fedakârlıklarından dolayı huzurunuzda teşekkür ediyorum.
Ayrıca siz kitap dostlarını saygıyla selamlıyor, bizim için
önemli böyle bir geceye katılımınızdan dolayı herkese
teşekkür ediyorum. Saygılarımla.
Arş. Gör. Süleyman Kaan Yalçın
Sayın Yrd. Doç. Dr. Nadir İlhan’a yapmış oldukları tanıtım
için teşekkür ediyoruz.
Size tanıtacağımız son kitabımız ise Gazeteci-yazar Sayın
Günerkan Aydoğmuş tarafından hazırlanan “Eğin’de Cirit
Oyunu” adlı hikâye kitabımızdır. Kitap tanıtımımıza geçmeden
önce yazarımızı kısaca tanıyalım:
Günerkan Aydoğmuş, Elazığ’ın Ağın ilçesinde 1949 yılında
doğdu. İlk ve orta öğrenimini doğduğu ilçede tamamladı.1970
yılında Tunceli Erkek İlköğretmen Okulu’nu bitirdi.. Hâlen
Milli Eğitim Bakanlığı. Elazığ Devlet Kitapları Bölge
Şefliği’ni yapmaktadır.
Türk Edebiyatı, Erciyes, Doğuş Edebiyat, Öncüler, Bozkurt,
Yenises, Güneysu, Ozan gibi çeşitli dergilerle Hergün,
Millet, Tercüman, Türkeli, Kurultay gibi ulusal gazeteler ve
Nurhak, Turan, adlı yerel gazetelerde yazı ve şiirleri
yayınlanmıştır. Şu anda Günışığı gazetesinde haftada bir
yazmaktadır.
Eserleri: “Ak Topraklar Üzerinde Bir İlçe Ağın” (1992) ,
“Şark Çıbanı” (1996), “Harput Kültüründe Din Âlimleri”
(1998) ve “Bir Ben Uykusuz” (2002), “Eğin’de Cirit Oyunu”
(2007).
Kitap tanıtımlarını yapmak üzere Sayın Günerkan Aydoğmuş’u
kürsüye davet ediyorum.
Günerkan Aydoğmuş
Sayın Valim, Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu’nun
değerli Başkanı Sayın Prof.Dr. Sadık Kemal Tural Hocam,
kıymetli misafirler; belki çoğunuz benim hikâyecilik yönümü
bilmiyordunuz. Aslında benim ilkyazı hayatım hikâye ile
başlamıştı. Öğretmen Okulu yıllarında okulumuzun
yayınlanmakta olan kültür ve sanat gazetesi olan “Günebakan”
gazetesinde ilk hikâyelerimi yayınlatmıştım. Tarih 1967–1968
yılları...1970’li yıllarda ise ulusal düzeyde yayınlanan
dergilerin birçoğunda artık hikâyelerim yayınlanmaya
başladı. Daha sonra doğduğum yer olan Ağın İlçesiyle ilgili
yaptığım bir araştırmayı kitap haline getirerek 1992 yılında
ilk kitabım olan “Ak Topraklar Üstünde Bir İlçe-AĞIN”
ismiyle bastırdım. Ardından bölücülüğün tarihini konu alan
“Şark Çıbanı” isimli araştırma kitabım Ocak Yayınları
tarafından 1994 yılında çıktı. Sanki kader beni birden
araştırma dalına götürmüştü. Biraz da sanıyorum şartlar beni
o yöne doğru itti. Bu kitabın yayınlanmasından iki yıl sonra
Elazığ Valisi olan Sayın Lütfullah Bilgin, Elazığ’da yaşamış
olan Din Âlimleri’ni konu alan bir araştırma yapmamı ve bu
araştırmayı kitap haline getirmemi istedi. Bunun üzerine
Harput Kültür alanı dediğimiz geniş bir alanda kapsamlı bir
araştırma çalışmasına girdim. Valilik bu konuda bana ulaşım
imkânları da sağlayınca, iki yıl gibi kısa bir sürede bu
çalışmayı bitirerek “Harput Kültüründe Din Âlimleri” ismini
verdiğim kitap baskıya hazırlandı. Bu kitap 1998 yılında
Valilik bünyesinde kurulan ELESKAV tarafından basıldı.
Böylece 3.kitabım da bir araştırma kitabı oldu. Bu arada az
da olsa bazı hikâye ve şiirlerim çeşitli gazete ve
dergilerde yayınlanmaya devam ediyordu. 2002 yılına
geldiğimizde bazı şiirlerimi bir kitapta toplamayı düşündüm.
Kısa sürede bununla ilgili çalışmayı yaparak, “Bir Ben
Uykusuz” ismini verdiğim bu şiir kitabımı da 2002 yılında
yayınlattım. İki yıl kadar önce bazı dostlarımızın bir araya
gelerek kurdukları MANAS Yayıncılık şirketi kısa sürede çok
güzel kitaplar basmaya başlamıştı. Bu şirketin değerli
yöneticisi olan Şener Bulut kardeşim benim hikâyecilik
yönümü bildiği için, daha önce yayınlanmış olan hikâyelerimi
bir araya getirmemi ve bunu bir kitap halinde basmak
istediklerini söyledi. Onun bu sözü üzerine yayınlanmış olan
bazı hikâyelerimi yeniden gözden geçirerek basılmak üzere
MANAS’a teslim ettim. Evet değerli misafirler, bu gün
tanıtımını yaptığımız “Eğin’de Cirit Oyunu” isimli
hikâyelerimden oluşan 5.kitabım şimdiden sonra
okuyucularımla buluşmuş oldu. Bu konuda başta Şener Bulut
olmak üzere MANAS Yayıncılık’a ve benim için bir onur
saydığım bu kitaba sunuş yazısını yazan ve tanıtımı için
Ankara’daki yoğun işlerini bırakarak Elazığ’a kadar gelen
değerli Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Başkanı
Sayın Prof.Dr. Sadık Kemal Tural Hocama teşekkür ediyorum.
Allah nasip ederse bu kitapla birlikte hikâye hayatımı
sürdürmeyi düşünüyorum. Değerli misafirler, “Eğin’de Cirit
Oyunu” adlı bu hikâye kitabımda tam 11 tane hikâyem
bulunmaktadır. Kitabın önsözünde de belirttiğim gibi,
hikâyelerimin tamamına yakınını yaşanmış olaylardan
seçmişimdir. Bunlardan kitaba adını vermiş olduğum “Eğin’de
Cirit Oyunu” adlı hikâyem daha önce 8.sınıf Türkçe kitabında
da yayınlanmıştı. Okuduğunuzda hikâyelerimin tümünü
beğeneceğinizi umuyorum. Ben sözü fazla uzatmadan, esas
konuşmacı olan Ankara’dan buraya kitabın tanıtımı için gelen
Saygıdeğer Hocam Prof. Dr. Sadık Kemal Tural’a sözü
bırakıyorum. En derin saygılarımla.
Arş. Gör. Süleyman Kaan Yalçın
Sayın Aydoğmuş’a teşekkür ediyoruz.
Şimdi de aramızda bulunarak programımızı onurlandıran ve
bugün bizlere “Milli Uyanışta Hikâyenin Rolü” adlı bir
konferans verecek olan Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek
Kurumu Başkanı Sayın Prof. Dr. Sadık Tural’ı konferanslarına
başlamadan önce sizlere kısaca tanıtmak istiyorum.
Sayın Tural, 7 Temmuz 1946'da Kırıkkale'de doğdu. İlk, orta
ve lise öğrenimini, doğduğu şehirde yaptı. Yüksek öğrenimini
Erzurum Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde
tamamladı,
Memuriyete ilkokul öğretmeni olarak Aralık-1964’te başladı.
1968 Eylül’ünden itibaren Millî Eğitim Bakanlığı Yayımlar
Genel Müdürlüğü Türk Ansiklopedisi Hazırlama Şubesinde memur
olarak görev aldı; 1971 Nisan'ına kadar bu görevde kaldı.
1 Ocak 1972'de Hacettepe Üniversitesi’nde Türk Dili Okutmanı
unvanıyla görev aldı. Hacettepe Üniversitesi Edebiyat
Fakültesi’nde 1978 yılında edebiyat doktoru, Ekim 1982'de
yardımcı doçent, Nisan 1983'te doçent; Ağustos 1988'de ise
profesör oldu.
1984-1988 yılları arasında kadrosu Hacettepe
Üniversitesi'nde kalmak şartıyla Devlet
Plânlama Teşkilatı Müsteşarlığı'nda Kültür Plânlamacısı
olarak görev aldı. 10 ay Almanya'da proje başkanı olarak
çalıştı (1988-1989).
1989 Ağustos'unda Gazi Üniversitesi'ne geçti.
1993 yılında Atatürk Yüksek Kurumu, Atatürk Kültür Merkezi
Başkanlığına atandı. Bu görevi sırasında, 200’e yakın
kitabın, 60'a yakın süreli yayın basımının ve 16
uluslararası toplantının gerçekleştirilmesini sağladı,
Atatürk Yüksek Kurumu’nun sahibi olduğu Devlet Plânlama
Teşkilatınca maddî kaynak sağlanan, yurt içinden ve dışından
toplamı 500’ü aşkın imzayla gerçekleştirilmekte olan Türk
Dünyası Ortak Edebiyatı Projesi’nin hem kuruculuğunu, hem de
yürütücülüğünü üstlendi. Proje, % 90 oranında gerçekleşti;
bu güne kadar proje kapsamında her biri 600 sayfa civarında
27 cilt eser yayınlandı, 5 cilt ise basım aşamasındadır.
Mayıs 1996'da UNESCO Millî Komisyonu Üyeliğine seçilen Tura,
hâlen bu görevini sürdürmektedir,
14 Ağustos 2000 tarihinde Cumhurbaşkanı Sayın Ahmet Necdet
Sezer tarafından, , Atatürk Kültür, Dil ve Tarik Yüksek
Kurumu Başkanlığına atandı; hâlen bu görevini
sürdürmektedir.
Bugüne kadar 15 uluslararası, 7 de ulusal düzeyde ödüle;
150’ye yakın ise çeşitli kuruluşun teşekkür belge ve
plaketine lâyık görüldü. Ayrıca Elazığ’daki Bilim, Kültür ve
sanat faaliyetlerine katkılarından dolayı Elazığ Belediye
Başkanlığı tarafında 25 Eylül 2004 tarihinde Fahri Hemşehri
belgesi takdim edildi. Bugüne kadar Türkçe olarak müstakil
15 kitabı basıldı. Bu kitaplardan ikisi Kazak, Kırgız,
Türkmen Türkçelerine; İngilizce ve Almancaya çevrildi.
Ayrıca başkanlığını üstlendiği, gerçekleştirilmesine katkı
sağladığı Türk Dünyası Edebiyatı Projesindeki 27 cilt
dışında, müşterek imzalı olarak 7 eserin de sahibidir.
Çeşitli kitap ve dergilerde 400'ü aşkın makale, deneme,
takriz ve konuşma metni yer almıştır.
Tural hakkında Türkiye'de ve Azerbaycan'da birer armağan
kitap çıkarılmıştır.
Konferanslarını vermek üzere Atatürk Kültür Dil ve Tarih
Yüksek Kurumu Başkanı Sayın Prof. Dr. Sadık Tural’ı kürsüye
davet ediyorum. Buyurun Efendim.
Prof. Dr. Sadık Tural
Sayın Valim, çok değerli hemşehrilerim, bu salonda sizlerle
bir kez daha birlikte olmak benim için bir şeref… Biraz önce
beş kitabın tanıtımına şahit olduk. Gururlandık ve mutlu
olduk. Onları buradan alkışlamayı bir görev biliyorum.
İnsan, zihin adını verdiğimiz bir gücün, duyma (hissetme),
düşünme (muhakeme), hayal etme temel işlemlerini, idrak,
zevk, iman hâline dönüştürebilen canlıdır. Zihin, içinde
hafızaya ilişkin bölüm de bulunan yüz milyardan fazla sinir
hücresinin birbirleriyle olan ilişkilerinin ve bu
hücrelerden her birinin işlevlerinin oluşturduğu bir işleyiş
sürecinin genel adıdır.
İnsan denilen canlı, benliği, kimliği ve kişiliği
açılarından basamak basamak gelişen ve en önemlisi de,
kendisi ve kendisi dışındakiler karşısında geçmişe
yaslanarak tavır alan, hareket eden, yorumlayan, hüküm
verebilme özellikleri taşıyor. Zihin denilen dev bilgisayar,
insanın, ben’i ile sosyalleştirilmiş kimliği arasındaki
dengeleri kurarak varlığını devam ettirme imkânları
aramasını sağlar.
Zihin, bilinçaltı ve bilinç alanı olarak iki ana görüntü
veriyor. Bilinçaltı, isteyerek veya istemeden, çaba
göstererek veya çaba göstermeden insana ulaşan olay, durum,
eşya veya canlılardan her birine ait ayırıcı bilgiyi bir
yere toplayan bir mahzen… Bu mahzen bize göre iki katlı; bu
katlardan biri hafıza…
Hafıza, bilinç alanı ile devamlı alışverişi olan ve beş duyu
ile tanınan, algılanan, adlandırılan, yorumlanan,
kıymetlendirilen bilgileri, görgüleri, eğilimleri,
tecrübeleri saklayan büyük bir bilgisayar, kazanılanları
düzenli saklayabilen bir depo… Hafıza, her biri gerekli
olduğu, ihtiyaç duyulduğu zaman bilinç alanına çıkarak
bilgiye yardımcılık ederek bir hükmün parçacığına
dönüşebilen milyarlarca malzemenin toplandığı odacıklar
toplamı. Bu odacıkların sırrı ise, malzemenin her birinin
bir ad altında depolanmış olmasıdır. Bu yüzdendir ki, beş
duyudan birinin işleyişe geçerek kelimeye/görüntüye
dönüşerek hafızaya gönderdiği parçacıklar, kendine özgü
yerine, rafına konuyor; beş duyudan birisi arızalıysa
saklanması beklenen, depoda bulunması gereken yeri de
alamıyor. Görme özürlü bir kimse için kırmızı elma, sarı ve
yeşil elma arasında bir fark bulunmadığı gibi, işitme
engelli bir kişi için bir ritim saz (davul, def) ile gürültü
yahut bir ezginin iç kanatan nağmesi arasında bir fark
yoktur.
Hafıza, deposuna koyduğu her varlık durum veya olay hakkında
algılama gücüyle doğru orantılı olarak, kodlama ve yerine
yerleştirme uyarımı gelince bilinç alanına gönderme
işlemleri yapabiliyor. Hafıza olmasaydı, biz hayvanlar gibi
anlık yaşayacaktık. Hafıza olmasaydı, her varlık ve durum
ile ilk defa karşılaşıyor gibi olacaktık. Hafıza olmasaydı,
kendi benliğimizi de, kendi benimizin diğer varlıkların
benleriyle olan konumunu, ilişkisini ve işlevini de
anlayamayacaktık.
Bilinçaltının ikinci bölümü ise, olumsuzluklar, yasaklar ve
insanı insana yabancılaştıran durumların, beklenti,
kırgınlık ve arzuların, düzensiz bir şekilde depolandığı
âdeta bir çöplük… Kokuşmuş olanlar, mikrop kaynağı hâline
gelenler ile bir küçücük inci veya zümrüt parçası yan yana…
Basit, bayağı, pis ve iğrenç ile karmaşık, güzel, temiz ve
ulvî bir arada; bunların aralarında tabiî ve düzenli bir
ilişki, anlamlı bir bağlaşma yok. Olumsuzluklar ile
olumlulardan bazıları, depodaki yerinden bilinç alanına
çıkabiliyor. Bu çıkabilme irademizin ve ihtiyacın sonucu
olabildiği gibi, iradeyi dinlemeksizin de mümkün olabiliyor.
Rüyalar ve ateşli hastalıklara ait nöbetler ile serap görme
sırasındaki durum ve uyuşturucu kullanımının yol açtığı
bilinç bulanıklığı sırasında, şuuraltının çöplüğündeki bazı
ögeler, depodan keyfince çıkarak bilinç alanına atlamayı
başarırlar. Davranışlarımızı etkileyen düşüncemize ve
duygumuza neredeyse yön veren bu ortaya çıkışlar, ruh, akıl
ve beden sağlımızı biçimlendiriyor.
İnsan benliği bilinçaltı ve bilinç alanı olmak üzere iki
katlı bina: İnsan zihni bilinçaltına, daha sonra işe
yarayacak, insanı zaman içinde devam eden bir varlığa
dönüştüren, bilgi, kanaat ve iman ile zevk türünden
kazançlarını gönderiyor. Bilinçaltında faydalı, gerekli,
insanlaşma sürecine katkı sağlayıcı derlemeler, toplamalar
(kazanımlar) yanında, faydasız, gereksiz, insanlaşma süreci
için katkı sağlamayan, hattâ engel olanlar da saklanıyor.
Bilinç ise, ‘görüntü’ ‘gerçeklik’ ve ‘hakikat’ arasındaki
farkları da anlamak şartı ile beş duyunun bilgi ve kanaat
edinme çabaları sonunda ulaştığı karar verme, tutum
belirleme süreçlerinin adıdır. Bilinç, bir insanın beş
duyusu yoluyla edindiği bilgi ve kanaatları ile imanın
yardımıyla kendisi ve başkaları hakkında hüküm verme
sırasında az yanılmayı hazırlayan, kendi konumuna karar
vermeyi sağlayan bir üstün güçtür.
Bilinç alanındakiler de, bilinçaltındakiler de kişiye
özeldir; ama biz onları başkalarıyla paylaşmak ihtiyacı
duyarız.
Beslenme, barınma ve hastalıklardan korunarak neslin
devamını sağlama, her kültüre göre az çok değişiyor. Türk
kültüründeki beslenme ve barınma yahut hastalıklardan
korunma veyahut neslin devamına ilişkin değerler, inanışlar,
düşünüşler ve davranışlar çok özel bir bütünlük
oluşturmaktadır. İletişim ve etkileşimin daha az olduğu
zaman dilimlerinde değişim ve dönüşümlerin en erken üç
nesilde gerçekleşebildiği hâlde, 20. yüz yılın ikinci
yarısında bu değişmeler hızlanmıştır. Bilişim, iletişim ve
bilgi edinme kaynakları da, yöntemleri de, imkânları da 20.
yüz yılın ilk çeyreğinden sonra çok hızlı bir şekilde
artmıştır. Bilgi toplumuna dönüşen halklar, bilgi
pazarlayabilen ülkeler, başka kültürleri istediği gibi
biçimlendirecek güç ve yeterlilik elde etmişlerdir. Bilginin
kendisi teknik ve teknolojik araç ve gerece dönmeden önce
insan topluluklarını yakalamakta olanların duygu, düşünce,
hayal ve davranışlarını etkileyip, yönlendirmektedir.
Âdem Ata’dan günümüze kadar insanoğlu kazandığı bilgi,
kanaat, iman ve zevk birikiminden doğan duygu, düşünce ve
dileklerini, hem diğer insanlara, hem de kutsal bildiği,
önünde baş eğdiği ilâhi varlığa anlatmak ihtiyacı duydu.
Anlatmak ihtiyacı da beslenme, barınma, hastalıklardan
korunma gibi temel ihtiyaçlar kadar vazgeçilmez bir
özelliktir.
İnsanın bilinçaltını da kullanarak bilinçlerinin daha iyi
işlemesine katkı sağlamak üzere, heyecan/duygu/zevk
uyandırmak niyetiyle oluşturduğu bütünlüklere sanat;
bunların dil ile meydana getirilenlere edebiyat eseri
diyoruz. Dilin imkânlarını kullanarak yaşanan gerçekle,
özlenen gerçek arasındaki trajediyi doğru yakalayarak
edebiyat eseri meydana getiren toplumlar yabancı kültür
bombardımanı karşısında daha güçlü görünmektedir. Her edebî
eserin, içine doğduğu toplumun varlık alanına ilişkin
değerler ve davranışlardan oluştuğu açık; diğer yandan bir
kültürün parçası olan yazarın ulusal duyarlılığı
dışlayamayacağını kabullenmek zorundayız. Başka halk veya
devletlere hizmet ederek daha rahat bir hayat sürmek isteyen
oportünistlerin sivriliklerini, neredeyse hâinlik sayılacak
sapma ve sapıtmalarını bir kenara bırakarak söyleyelim ki,
edebî eser, öncelikle dili bakımından millî tefekkürün
göstergelendiği bir duyarlılık kompozisyonu olmaktadır.
Şiir ve şiire ait yüksek bilinç ışımaları nitelikli iletiler
de masal, roman, hikâye, piyes, fıkra gibi tahkiyeye dayalı
metinlerden gelen örtülü, anlamlı hem kişisel hem de topluma
ait bilinçaltını ve bilinci uyarıyor.
Edebî eserde bulunması gereken ‘edebî değer’i, ‘edebî
gerçek(gerçeğimsi)i’, bir ideolojiye yahut oportünizme
kurban etmeyenler, varlık ile hakikat arasındaki ilişkiyi
başarılı anlatabilenler yarına kalacaktır. Büyük sanatçı
yaradılış sırrının ne olduğu ile ürperen bir idrak
seviyesidir.
Kur’ân’da (bazıları İncil’de ve Tevrat’ta da bulunan)
tahkiyeli metinler bulunmaktadır. Kur’an-ı Kerim’in hikmetli
ve vahiy usluplu ayetlerindeki konuya ilişkin bilgileri bir
araya getirdiğinizde, Âdem’le Havva’nın yaratılması, sonra
Cennet’ten kovulması ile ilgili (Bakara Suresi; 31, 38, Araf
Suresi; 11, 19, 26, 35, 172, Hicir Suresi; 26, 33, Kehf; 50,
Saad; 75, 83, İsra; 61, 65, Taha; 115, 123) birer kısa
hikâyeye dönüşmektedir. Bunun gibi Habil ve Kabil; Nuh
Tufanı ve Gemisi; Hz. İbrahim’in Allah’a yönelişi ve çektiği
büyük çile; Hz. Yusuf; Musa Peygamber; Davut ve Süleyman
Peygamber ile mağara uyuyanlarına ilişkin (Ashab-ı Kehf)
ayetler de, insanlara doğruyu gösterme, güzeli, faydalıyı,
ahlâkî olanı telkin etme yönünde tahkiyeli metinler
oluşturmaktadır. Bu hikâye edici metinler, gerçekten
yaşanmış olaylardır ve kahramanları da tarih olmuş veya
tarihî gerçek şahsiyetlerdir. Tahkiyeli metnin bu anlamda
birinci görevi, geçmişte olmuşu ve halde olmakta olanı
yalnızca tespit etmektedir. Ancak Kur’an’da ve semavî
kitaplarda geçmişteki bir hadiseye işaret ettikten sonra
alınması gereken ibretle ilgili telkin ve tebliğ edici
hükümler bulunmaktadır. Bu anlamıyla düşündüğümüz zaman Hz.
Peygamberin şu hadisi Kur’an’daki tahkiyeli parçaların
arkasındaki hikmeti anlatmaktadır: “Kur’an’ı Kerim’de sizden
evvelkilerin ve sizden sonrakilerin haberi ve aranızı
bulacak hükümler vardır. O arabulucudur. O öyle şanı yüce
bir kitaptır ki, boş söz değildir.” Kıssadan hisse çıkarmak
anlamına gelen deyimden de anlaşılıyor ki, tahkiyeli metnin
işlevlerinden biri de, bir örnek aracılığıyla insanlara
açıkça ve örtülü uyarımlar göndermektir. Kur’ân-ı Kerim’de
anlatılan ‘kıssa’lar, gerçekten yaşanmış, insanoğlunun
eğitimini sağlamış, kaderi olmuş vak’alardır. Bu vak’aların
kahramanları da gerçek şahsiyetlerdir. Kur’ân-ı Kerim’de, bu
kıssaların ‘esatir-i evvelîn (ustûreler, mitolojik
metinler)’olmadığı, insanlarca uydurulmadığı azarlayıcı bir
hüküm halinde yer almaktadır.
Tahkiyeli metinlerin niyeti, öncelikle heyecan uyandırıp
duygu ve hayâli harekete geçirip düşündürmek bu sırada
insanı gerçeğimsi bir atmosferde yanlıştan kurtarmanın
denemesini dile dayalı bütünlüğe dönüştürmek… Bu başarılı
deneme, hem yaşanan zaman, hem yakın geçmiş, hem de uzak
geçmişin kişi, olay ve mekânları kullanılarak yapılıyor.
Otuz yıl önce yayınladığımız tarihî roman konulu –bildiğimiz
kadarıyla geniş plânlı ilk araştırmadır- çalışmamızda, tarîh
olan ve tarîhî olan gerçek şahsiyetlerin tahkiyeli esere
nasıl yansıdığına işaret etmiştik.
İnsanın, insana, tabiata, diğer canlılara ve yaratanına
yaklaşımına ilişkin duygu, düşünce ve hayallerinin bir vak’a
(şahıs, mekân, zaman, hareket) etrafında anlatılması
tahkiyeli ifadeyi hazırlar. Anlatma ihtiyacı’nın tahkiye
yoluyla karşılanması Âdem Ata’dan günümüze doğru yaşayıp
geliyor; ancak her kültür hikâye edici yola ait edebî
türleri kullanırken kendi dilini ve kendi gerçeğini ortaya
koyuyor. Her kültür öncelikle dili, sonra da insan, tabiat,
yaratan üçgenindeki kabulleniş ve davranışları bakımından
apayrı bir dünyaya yol açıyor. Anlatılan, anlatım dili ve
anlatan kendine mahsus bir toprağın tohumu ve ürünü olduğu
hâlde, bu işlemi gerçekleştirici teknikler üç aşağı, beş
yukarı dünyada hemen hemen aynı.
Tahkiyeli ifadenin, lâtife, fıkra, şaka, zarafet adını
verdiğimiz eğlendirerek düşündüren, sosyal denetim işlevi
üstlenen kısa metinlerden, mit ve masallardan, efsane ve
destanlardan, halk hikâyelerinin dünyasından geçerek modern
kısa ve uzun hikâyeyle romana; köy tiyatrosu, orta oyunu,
bebek oyunu (kukla), küçük perde oyunu (zıll-ı hayal,
karagöz) geçerek modern sahne (piyes) ve perde ( senaryo)
metinlerine kadar geniş bir alanı var.
Edebî hayatta çok eser vermek bir ölçüt değildir; öncelikle
dil kullanımı, insan ve kültüre ait özel, derin ve sürekli
gerçeğin, pörsümez hakikatin işlenmesi, heyecanı ve ilgiyi
canlı tutabilen bir tekniğin uygulanabilmesi tahkiyeli
eserin temsil edici yanlarıyla, hem bu günün hem de yarının
okuyucusunun malı olabilmektedir.
Türkiye’de son kırk yılda roman ve hikâye dünyasında gerek
yazar sayısı, gerek eser basım sayısı bakımından büyük bir
artış gözlenmektedir. Bu anlatma ihtiyacının artması
şeklinde değerlendirilebileceği gibi bu alanın geçimini
sağlayacağı bir özellikle kazanmış olması biçiminde
yorumlanabilir. Son beş yıl içinde Türkiye’deki resmi ve
özel televizyon kanallarında yerli konuları ele alan
senaryoların gösterime taşındığı diziler yer almaktadır.
Bunların birçoğu dil kusuru, bir kısmı şablonlu yapısı,
bazıları ideolojik öfkesi/taraftarlığı yüzünden, yarının
malı olamayacak durumdadır. Bu drama dizilerinin senaryo
metinlerinin yayınlanması mümkün olursa, daha rahat görülür
ki, espriden, mahallî ağız taklitlerine kadar birçok
şirinlik denemesinin temsil edici kültür değerleriyle
ilişkisi yoktur. Bir kısmı ise, senaryonun zayıflığına
rağmen sanatçıların ve çekimin başarısıyla varlığını
sürdürüyor. Bu türden denemelerin değerlendirilmesini,
edebiyat sosyolojisiyle ilgili düşüncelerimizi ortaya
koyduğumuz yazılarımıza bakarak yapmak mümkündür.
On beş yıldır kültür hayatımızda ‘Hazar Şiir Akşamları’
gerçeğiyle kendisine özgü bir yer kazanmış olan
Elazığ’ımızda çok güçlü bir edebî hayat bulunmaktadır.
Kerkük, Urfa, Elazığ çizgisinde canlı, seviyeli güfte, beste
ve icrasıyla gerçekten özel ve güzel bir Türk musikisi
vardır. Bu serveti tamamlayan şiir geleneğini gün yüzüne
çıkaran ‘Hazar Şiir Akşamları’ oldu. Hazar Şiir Akşamlarının
fikir ve hizmet sakalığı üstlenen isimlerinden biri Günerkan
Aydoğmuş idi. Elazığ’ın şiir ikliminde yaşayan zarif
şairlerinden biri olan Günerkan Aydoğmuş, anlatma ihtiyacını
bu defa hikâyeye taşımış görülmektedir.
Günerkan Aydoğmuş bir şair. Şiirin çilesi insana ne
kazandırır sorusunu soranlar için söyleyeyim ki, sözün
gereksizini, fazlasını atmak; muhatabında az sözle çok
çağrışım ve etki yaratmak; ahenk ögesini anlamla
bütünleştirmek şiirin vazgeçilmez özelliğidir.
Şair eşyanın arkasındaki sırrı da, insanın tabiatla olan
ilişkilerinin boyutlarını da, idrak edebilen; insanın sırrı
ile yaratanın ve yaratmayla ilgili sırlı sebebe ait
ürpertiyi duyabilen insandır. Şair, yalnızca ahenkli söz
ustası değil, aynı zamanda yaratılmışların çilesini nefsinde
yaşayan, yaratana karşı mahcubiyetin hicabını içinde taşıyan
yüksek duyarlılığını bir hayat biçimine dönüştüren insandır.
Şairlerden bir kısmı roman ve hikâye yazmayı, tiyatro eseri
vermeyi de denediler. O denemeler bize düşündürdü ki, şiirin
örtülendirilmiş mecaz, imge ve edebî sanatlar ile nazmın
sabit veya gayrı sabit şekillerini kullanma yoluyla duygu ve
düşüncelerini başkalarıyla yeterince paylaştığına
inanmayanlar, kısa hikâye yazıyorlar. Kısa hikâye ise,
anlatma ihtiyacını, kısa, öz ve örtülü biçimde karşılamak
açılarından şiire çok yakın bir edebî imkân… Şiir, mensur
şiir, kısa hikâye… Bu üç tarz, özlü sözün hikmetli ifadenin,
örtülenmiş duyarlılığın edebî esere dönüşmesini sağlayan
birer imkân değil mi?
Günerkan Aydoğmuş’un hikâyelerinin, bana neler
düşündürdüğüne dair birkaç cümle yazmayı da gerekli
sayıyorum.
Günerkan Aydoğmuş Elazığ’ın yetiştirdiği bir şair: O “Bir
Ömrü Kara Suya Gömdüler” hikâyesinde, sadece Hakkı’nın
değil, birçok insanın şiiriyet dolu trajedisinin anlatma
başarısı gösterirken üslûbuyla şiir lezzeti yarattığının
farkında.
Şairler izlenimlerin depolandığı ve bilinçaltından çığlığa
dönüşmüş duygu ve düşüncelerini paylaşıyorlardı. Kısa hikâye
yazarları ise, cümlenin genişliğine rağmen, kısa hikâyenin
sınırlı hacmi yüzünden okuyucunun içinin yanarak düşünmesini
sağlıyor. Bunu yaparken, dili özenle kullanmaya, olay
örgüsünü doğru kurmaya, vak’anın bir kısmını
–etkileyebildiği ölçüde- okuyucunun iç dünyasında
tamamlanmasına bırakmaya özen gösteriyor.
Günerkan Aydoğmuş “Mazot” hikâyesinde daha önce işlendiğini
bildiğim bir konuyu kısa hikâyeye taşıyor. Gerçekten kara
yolu ulaşımının, yetersiz teknoloji bilgisinin, araçların
kullandığı petrol ürünlerinin, motorun ihtiyacını duyana ait
dikkat yetersizliğinin işlendiği birçok hikâye yazıldı. Ama
Günerkan Bey, aynı konuyu gerçekten dikkatimizi
yoğunlaştıracak, içimizi yakacak ölçüde edebî değeri içine
taşımayı başarabilmiş görünmektedir. Kısa hikâye metni şiir
gibidir, birkaç defa temize çekilmedikçe, gereksiz
kelimelerden temizlenmedikçe öz kıvamını bulamaz; Şair
–hikâyenin adının sevimsizliğine rağmen- okuyucuyu çağrışım
halkaları içinde bir gerçeğimsi dünyaya sokma başarısını
yakalamıştır.
Türkler bir sevgi ifadesi olmak üzere, kardeş, kardaş
(karındaş), aka/ağa, baba, dayı, gakko (Türkmence’deki kakka/kaka/
gaga söyleyişli baba anlamlı kelimeden) kelimeleri
kullanıyor. Elazığ bu anlamda gakkoşlar diyarı; merhameti,
şefkati, muhabbeti ve hürmeti ile kakka/gakko/ gagkoşlar
memleketi… Rahmi’nin Hikâyesi içindeki bu kelimeye yapılmış
anlamlı atıf dolayısıyla da teşekkürler.
Tarihten Destana Akan Duyarlılık (5. bs., Ankara, 2006) adlı
eserimizde de görüleceği üzere , şair, hikâyeci, romancı,
piyes yazarının duyarlılığını başka insanların duyarlılığına
dönüştürmek üzere eserleştirmesi, insana hem zevk, hem de
tefekkür açısından eğitim vermiş olmak değil midir? Günerkan
Aydoğmuş’un yazdığı Rahmi’nin Hikâyesi iftiraya uğramış bir
milletin edebiyat mahkemesinde aklanması değil midir?
Tarihî olan öyle gerçekler ve o gerçeklerin arkasında kalmış
öyle hakikatler vardır ki, onları tarihçilerden fazla
tahkiyeli eser vericiler daha etkili biçimde sonraki
kuşaklara sunabilirler. Bilginin bilince taşınması, bilincin
söze emanet edilmesi, sözün tahkiyeli tarzda sunulması,
beklenen, özlenen ve ihtiyacı duyulanı anlatma biçimi değil
midir?
Destanî, efsanevî ögeleri modern kısa hikâyeye (veya romana)
yerleştirme Türk dünyası yazarlarında çok rastladığımız
tercihtir. Şah Kulunun Hikâyesi, bu anlamda başarılı bir
tahkiyelendirmedir.
Türkistanlım hikâyesi, yazılış ve yayınlanış tarihi ile
mesajları dikkate alınınca, öte’lerden aldığı yüksek ve özel
bilgiye bakınca, ‘şairin/edibin şuuru bizden farklı
çalışıyor’ yönündeki düşünceme yeni bir delil buldum.
Eğinde Cirit Oyunu ise, yalnızca ‘saklavî’ kelimesini
dilimize kazandırması bakımından bile harika.. özel bir
kelime, özel bir etimoloji ve bu kelime sözlükten değil
hikâyeden doğuyor.
Şiiriyetin hikâyeyi neredeyse teslim almaya yeltendiği
Toprağa Düşen Tohum’un bir ‘durum hikâyesi’ olarak
başarısına başkaları da işaret edecektir.
Madenci Yolu, Sonbaharda Bir Gün hikâyelerinin dili ve
üslubu kurgu düzeninden daha etkileyici.
Tekrar ilk cümlelere dönerek söyleyelim ki, edibin uyarma ve
uyandırma başarısını yakaladığı an, tahkiyenin etkisi her
şeyden fazladır: Türk Asker Doğar metnini Gata’da ziyaret
ettiğim mübarek kahramanların eline verilen güllerden biri
sayıyorum.
Şahsen ben kendimi Elazığlı sayanlardanım. Günerkan Bey de,
bana nispetle daha çok Elazığlıdır; ancak, bu kısa
hikâyeleri okuyunca anladım ki, Günerkan Aydoğmuş’ta tarihin
ve toprağın ruhunu duymuşluğun getirdiği bir Elazığ aşkı
var: Hem hafızasını, hem bilinçaltını, hem de bilincini
Elazığ isimli vatan parçasını sevmek yönündeki bilgilerle
bezediğini hikâyeleriyle ortaya koyan Aydoğmuş’u alkışlamak
gerekir. Hikâyelerin tamamı bu duyarlılığın, bu aşkın
işaretleriyle doludur. Günerkan Bey’in yer yer mahallî ağız
(şive) kullanımı kullanmasını da –bu türden tercihin edebî
eserlerin en zayıf yanı olduğuna inanırım- makul ve meşru
sayıyorum.
Şair, öğretmen Günerkan Aydoğmuş, kısa hikâyeleriyle hem
edebiyatımıza, hem de televolelik görüntülerle kirlenen
mahallemize, yeni bir pencere, hayır yeni bir ev
kazandırmıştır. Akıl ve zevk sahipleri o evi ziyaret
edeceklerdir. Günerkan Hoca, öncelikle bu evin oda sayısını
artırmalı sonra da yeni binalarla özlediğimiz tahkiyenin
mimarîsini ortaya koymalıdır.
Günerkan Aydoğmuş Beyi de, bu eseri basan Manas
Yayıncılık’ın sahibi kardeşim Şener Bulut’u da kutluyorum.
Arş. Gör. Süleyman Kaan YALÇIN
Her biri kültür dünyamızın birer nadide çiçeği olan
kitapları istedik ki kadirşinas halkımıza, kitap dostlarına
bir bayram havası içerisinde tanıtalım. Kültür değerlerinin,
milletin bekasındaki öneminin idraki ve sorumluluğu içinde
sizlere bu kitap tanıtım gecesini hazırlarken değerli
katkılarıyla bizlere güç veren Elazığ Valisi Sayın Muammer
Muşmal’a Elazığ Belediye Başkanı M. Süleyman Selmanoğlu,
Fırat Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Mehmet Hamdi Muz, Fırat
Üniversitesi. İletişim Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Hasan
Kürüm, Elazığ Ticaret ve Sanayi Odası Başkanı Suat Öztürk,
İl Milli Eğitim Müdürü Nihat Büyükbaş, İl Kültür ve Turizm
Müdürü Tahsin Öztürk, Elazığ Belediyesi Kültür Müdürü
İbrahim Özgen Erdoğmuş, Fırat Havzası Gazeteciler Cemiyeti
Başkanı Eşref Turan, Kamusen İl Temsilcisi Kerim Eflatun, İl
Halk Kütüphanesi Müdürü Ahmet Pirinççi’ye ve bütün kitap
dostlarımıza teşekkür ediyor, diğer etkinliklerimizde
buluşmak üzere iyi akşamlar diliyoruz.